Eski zamanlarda insanlar, gündelik hayatlarında kendi yapamayacakları olaylarla karşılaşırdı. Örneğin volkanların patlaması, yıldırım çakması, yağmurun yağması gibi.
Bunları kim yapıyor ki ? Diye düşünmeye ve anlam aramaya başlamışlardır, bildikleri tek akıllı varlık kendileriydiler. Böylelikle bu olayları da kendileri gibi ama daha kudretli bir insansının yapmış olabileceğine kanaat getirdiler.
Bu doğal afetler onları çok korkutmaktaydı ve bu insansının onlara sanki kızmış gibi sürekli öfkeli, bağıran ve yıkıp döken tabiri caizse "güç gösterisi "yapan tıpkı kendi babalarına benzeyen bir figür olduğunu düşündüler.
Yine kendilerinden yola çıktılar ve sinirlendiklerinde nasıl davrandıklarını ve nasıl sakinleştiklerini düşündüler. Bazen bir hediye almak, bazen bir iltifat almak onları sakinleştirirdi ve onlar da bu yüce güce hediyeler vermeye başladılar. Bu hediyeler onların en kıymetlileri yani yiyecekleriydi. Ama sonuç değişmedi.
İlk insanlarda iki çeşit toplum türü vardı, biri avcı toplum diğeri ise tarım toplumudur.
Avcı toplumlar küçük gruplardır, çünkü avı ne zaman bulabilecekleri kesin değildir buldukları an yerler çünkü her zaman toplumu doyuramazlardı dolayısıyla hızla yok olmaya giden ,özel kuralları olmayan veya çok kaba kuralları olan bir toplumdu.
Avcı toplumların karşılaştığı tehlikelerden birisi de hayvanlarla aralarında geçen bitmek bilmeyen savaştır lakin hayvanları öldürebiliyorlardı ve hayvanlar da onları öldürebiliyordu. "Ölüm" kavramıyla da böyle tanışmışlardı ama merak ettikleri bir şey vardı "benimle ölü arasında ne fark var ?" Bu soruyu sorup düşünüyorlardı ve en son gözlemlerine dayanarak ölü insanın bedeninin nefes almadığını fark ettiler bu son nefese ise "ruh" adını verdiler. Bu şekilde ise ruh kavramıyla tanışan avcı toplumlar savaşta olduğu hayvanların ruhlarıyla iyi geçinirlerse o hayvanlardan korunabileceklerini ve artık ölmeyeceklerini düşündüler dolayısıyla ruhlardan yardım istemeye başladılar bu yüzden avcı toplumlarda tanrı yoktur, ruh vardır.
Öfkeli eril Tanrı yerini yavaş yavaş tıpkı kendi anneleri gibi doğurtkan özelliği olan Toprak Ana'ya bıraktı. Bu doğurtkanlığı tarımda kullanmaya başlayan insanlarda tarım toplumu oluştu.
Tarım toplumları daha karışıktır. Baştanrı Tanrıçadır ve kadındır.Tarım toplumlarında belli bir düzene uymak zorundadırlar çünkü tarım toplumunda bir mevsim hasat olmazsa tüm yerleşke ölürdü dolayısıyla güneşin, ayın ve yıldızların yerleri resmedilerek takvim tutmaya başladılar. ( ilk kez Babil'de)
Bu takvim ve tarımın gelişmesiyle iş bölümü olayı başladı ve bir düzenleme ihtiyacı doğuyor ki bunun için bir sosyal çatı altında toplanılması gerekir bu görevi de "Din'in Düzenleme Fonksiyonu" ile açıklıyoruz. Bir kişi Kral oluyor, sonra Papazlar kralın yardımcısı oluyor ve böylelikle bir devir kapanıyor bir başka devir açılıyor.
İnsanlar genetik özellikler bakımından doğar doğmaz çevreyi yorumlamaya ve öğrenmeye başlar, bir bebeğin doğduktan hemen sonra meme ihtiyaç duyması gibi. Fakat bu olay bir varsayımdan ibarettir, bebeğin annesi ölmüş olabilir veya çevrede onu emzirecek kimse olmayabilir dolayısıyla bebek ölür.
Aynı olay hayvanlarda da vardır anne, yavruyu bırakıp giderse yavru ölür.
Bu çevresel etkenlere göre bir çatı altında toplanan ve yavaş yavaş dünyayı tanıyan insanlık, belli başlı düzenlemeler yapmak zorundadır. Mesela tarım toplumları yazın ortasında ekin ekerse aç kalırlar ve bunu bilmek zorundadırlar. Çevredeki olaylara göre kendilerini ayarlamaları gerekmektedir.
(Varsayarak yaşayamazsınız ama varsaymadan da bilim yapamazsınız.)
Bu görüş Hollandalı Filozof Baruch Spinoza'nın 17. yüzyılda ortaya attığı "Panteizm" yani Tanrı doğada, nesnelerde ve insandadır. Tanrının evrenden ayrı ve bağımsız varlığı yoktur her şey Tanrıdır,Tanrı her şeydir. İnancına çok benzemektedir.
Yorum Bırakın