Bir Vaka Olarak Sylvia Plath

Bir Vaka Olarak Sylvia Plath
  • 18
    0
    0
    1
  • Sylvia Plath, 27 Ekim 1932’de Boston’da göçmen bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Alman kökenli babası Otto Plath, arı araştırmalarına yönelmiş ünlü bir entomologdu. Aynı zamanda Boston Üniversitesi’nde de profesördü. Babasından 21 yaş küçük olan annesi Aurelia Schober ise Almanca dersleri vermesinin yanı sıra üniversitede de sekreter olarak çalışıyordu.

    Çocukluğundan beri babasının güçlü etkisi altında olan Sylvia, onun tüm otoriter yaklaşımlarına –özellikle eğitim konusunda- ve bu yüzden acı çekmesine rağmen ona hayrandı. Çocukluğundaki tüm gayreti babasının gözüne girmekti. Bu yüzden profesörün kızı imajına yakışanın bu olduğunu düşündüğü için çok ders çalışırdı. Hatta bu kadar ders çalışması ona okulda birincilik bile getirmişti. 

    Otto Plath’ın henüz Sylvia 8 yaşındayken hastalanması ve kendi düşünceleriyle hareket ederek bir doktora danışmak yerine bunun kanser olduğundan emin olup depresyona girmesi ve iki yıl içinde de kanser sandığı hastalığın diyabet olmasından ve bunun da kangrene dönüşmesinden dolayı öldü(1940). Bu ölüm Sylvia’da aşamayacağı baba travmasını başlattı. Yaptığı her şeyi onun gözüne daha da fazla girebilmek için yapan ruhiyeti babasının ölümünü kendisine yapılmış bir ihanet olarak algıladı ve şiir yazmaya başladı. Aynı yıl ilk şiiri yerel bir dergide yayımlandı. Hayatının neredeyse tamamında yorulmadan babasının imajını anlamlandırmaya çalıştı ve sonunda en ünlü ve tartışmalı şiirlerinden biri olan ‘’Babacığım’’ı yazdı. 

     

    ‘’Babacığım, öldürmeliydim seni;

      Oysa öldün sen, ben daha zaman bulamadan seni-‘’

    Şairin annesiyle ilişkisi de oldukça karmaşıktı. Aurelia, kocasının ölümünden sonra çocuklara tek başına bakmak için yorulmadan çalışmak zorunda kaldı ve hasta oğlu Warren’a her zaman daha fazla ilgi gösterdi. Sylvia ise mükemmel olma sendromunu asla yenemiyor, babası artık hayatta olmasa da girdiği her yerde birince olmaya çalışıyordu. Gamaliel Bradford Senior High School’dayken durmadan şiirler ve hikâyeler yazıyordu, ödüller alıyordu. Okul gazetesinin editörlüğünü yapıyordu. Sonrasında yeni birincilikler elde edeceği prestijli Smith Koleji’ne girdi, şiirin yanı sıra tiyatro ve resimle de uğraştı. 20 yaşındayken New York’taki Mademoiselle dergisinin yaratıcı öykü yarışmasında birinci oldu. 

    Tüm bu birincilikler, yaptığı her şeyi iyi yapma durumu ona kendini iyi hissettirmek yerine aksine günden güne daha da tükenmesine neden oluyordu. Dünyadaki hiçbir şey ona yetmiyordu. Her eyleminde babasına koşmaya çalışıyordu, lakin varamıyordu. İçinde bulunduğu ruh hâlini Sırça Fanus’ta şu şekilde anlattı;

    ‘’Çünkü nerede olursam olayım –bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım’’

    Mademoiselle dergisindeki birincilik sonrasında duyguları kafasının içindeki ağırlığı daha fazla taşıyamadı ve bunalıma girdi. Bu bunalımda Harvard’daki yaz edebiyat okuluna kabul edileceğine kesin gözüyle bakarken reddedilmiş olmasının ve aynı zamanda maddi zorluklar nedeniyle Smith Koleji’nden ayrılarak başka bir okula geçmek zorunda olmasının da payı büyüktü. Kendini tamamen eve kapattı. Yazma yeteneğini kaybettiğini düşünmeye başladı ve 12 yaşından beri tuttuğu günlüğü tutmayı bıraktı. 1950 yılının Ağustos ayında ise annesinin uyku haplarını içerek intihar girişiminde bulundu. İlaçları yutarken bilinci yerinde olmadığı için sadece üç-dört hap midesine inebildi. Bu sayede hayatta kaldı ve intihar için kendini kapattığı bodrum katında annesi tarafından bulunarak hastaneye kaldırıldı. Tedavi edildikten sonra ise kim olduğu bilinmeyen zengin bir adam tarafından ücreti karşılanan Belmont’daki McLean Psikiyatri Kliniği’ne yatırıldı. Şaire bipolar affektif bozukluk teşhisi kondu ve elektroşok terapisi ile tedavi edilmeye çalışıldı. 

    Psikiyatri kliniğinde 1 sene geçirdikten sonra çalışmalarına geri dönebildi. Ayrılmak zorunda olduğu Smith Koleji’ne de tekrar dönerek onur derecesiyle buradan mezun oldu. Dostoyevski’nin romanlarındaki düalite teması hakkındaki çalışması sebebiyle Cambridge Üniversitesi’ne kabul için Fulbright bursu kazandı. İngiltere’ye taşındıktan sonra gerek eğitim için çok zaman harcaması zorunluluğu, ortam değişiminin getirdiği ruhsal geçişler, gerekse de sevgilisi Richard Sassoon ile ilişkilerinin kopması yine kliniğe yatmadan önceki dönemdeki depresyon belirtilerini ortaya çıkardı. 

    Şubat 1956’da İngiliz şair Ted Hughes(1930-1998) ile tanıştı. Annesine yazdığı bir mektupta; ‘’Delicesine âşık oldum… Bu aşk bana korkunç bir acı verebilir’’ cümlelerini kurdu. Tanışmalarından birkaç ay sonra, 16 Haziran’da evlendiler. 

    1957 yılında final sınavlarını geçtiğinde yerel bir kolejden İngilizce öğretmenliği teklifi aldı. Bu iş her ne kadar onu duygusal olarak yorsa da kabul edip çalışmaya başladı. Daha sonrasında ise Ted Hughes’un 40 şiirinden oluşan kitabı (The Hawk in the Rain ‘Yağmurdaki Şahin’) epey ses getirdiği için maddi olarak biraz kazanç sağlamış oldular ve Amerika’ya taşındılar. Sylvia bir zamanlar tedavi gördüğü psikiyatri bölümünde kayıt memuru olarak işe başladı ve aynı zamanda Robert Lowell’in Boston Üniversitesi’ndeki yaratıcı yazarlık atölyesine katıldı. 

    1959 yılında hamile kaldığında, Ted İngiltere’ye dönmekte ısrar etmeye başladı. Ertesi yıl ilk kitabı ‘’The Colossus and Other Poems’’ yayımlandı ve kızı Frieda doğdu. Sylvia, anneliğin ve çalışmanın getirdiği zorlukların yanı sıra bir de ek olarak kocasının sekreteri rolünü üstlendi. Onun yayınlarına yardım ediyor ve yazdıklarının düzenlemesini yapıyordu. Ama kendi yaratıcılığından da vazgeçmedi. Ted ve Sylvia’nın en büyük sorunu ikisinin de hırslı, kendi kendilerine yetiyor olmalarıydı. Buna aile içi sorunlar ve Sylvia’nın kocasının akrabalarıyla (özellikle kız kardeşi Olwyn ile) gergin ilişkisi de eklendi. Şairin yakın zamanda yayımlanan bilinmeyen mektupları ise 1961 yılında kocasının onu dövdüğünü ve bunun bir düşük yapmasına neden olduğunu gösteriyor. Yine de her şeye rağmen ilişkilerini kurtarma girişimi adına o yazı Fransa’da geçirdiler ancak bu da kavgalarla dolu bir gezi oldu. 17 Ocak 1962’de doğan oğulları Nicholas da ikisini tam anlamıyla birbirine bağlamaya yetmedi. 

    En başından beri Sylvia kocasını ölen babasının yerini alacak biri olarak görüyordu. Daha sonra bu konu hakkında, ‘’Ted’in babamdan kalan üzüntü uçurumunu doldurduğunu hissediyorum’’ diye bahsetti. 

    İlkbaharda Londra’daki dairelerini şair David Wevill’e kiralayarak Kuzey Tawton’a taşındılar. Ancak asıl skandal bu noktada başladı, çünkü Sylvia bir süre sonra kocasının, David Wevill’in karısı şiir çevirmeni Assia Wevill ile bir ilişkisi olduğunu öğrendi. Bunun üzerine büyük bir sinir krizi ile kocasının neredeyse el yazmalarının tamamına yakınını yaktı. Evdeki tüm eşyaları parçaladı ve sonrasında hayatındaki ikinci intihar girişiminde bulunarak arabayı uçuruma doğru sürdü ve bundan da sağ olarak kurtuldu. 

    Sonbaharda Ted aileden ayrıldı ve Sylvia ise çocuklarıyla Londra’ya döndü. 1962 yılında ise karşılıklı boşanma davası açtılar. Sylvia’nın hayatının bu zor zamanları, onun yaratıcılığının üst seviyeye çıktığı döneme tekabül ediyor. 70 gün içinde Sırça Fanus’u ve ardından 20.yüzyıl Amerikan edebiyatının bir klasiği hâline gelecek olan şiirlerini yazdı(Sırça Fanus, Ocak 1963’te Victoria Lucas takma adıyla yayımlandı)

    O yılın aşırı soğuk olması sebebiyle kendisi ve çocukları sürekli hastaydı. İçinde bulunduğu depresyon hâline eklenen hastalık bünyesini daha da yoruyordu. Doktoru Horder’in hastaneye yatma tavsiyelerini sürekli reddetti ve antidepresanları kullanmayı bıraktı. Ev işleri, hayatının ne olacağı, çocukların hayatı ve yazma arasında parçalandı. Yazdığı son şiir olarak kabul edilen ‘’Lady Lazarus’’, yaşadığı ruh hâlini net bir şekilde gösteriyor:

     

    ‘’Ölmek de diğer her şey gibi bir sanattır,

      Bu sanatı nasıl icra edeceğimi biliyorum

      …ve gülümsüyorum

      Sadece otuz yaşındayım.

      Kedi gibi dokuz canım var.

      Ve bu üçüncü girişim’’

     

    11 Şubat 1963 günü sabah erkenden, Sylvia çocuk odasına sandviçler ve iki bardak süt getirdi, daire koridoruna ‘’eve doktor çağırın’’ yazılı bir not bıraktıktan sonra mutfağa kendini kilitledi. Pencere etrafındaki çatlakları ve açık alanları ıslak havlularla kapattı, bir düzine uyku hapı içti ve başını fırının içine sokarak gazı açtı. Doktorun tavsiyesiyle çocuklara bakması için tuttuğu kadın birkaç saat sonra onu ölmüş hâlde buldu. 

    Öldüğünde 30 yaşındaydı. 

    Ted Hughes karısının ölümünden sonra herkes tarafından suçlanan tek kişi oldu. Sırça Fanus ile feminizmin bir sözcüsü olarak görülen Sylvia’nın okurları mezar taşında yazılı Sylvia Plath Hughes yazısından Hughes ismini karaladılar. 

    Sylvia Plath’ın intiharı daha sonra Assia Wevill’in de kaderini beklenmedik bir şekilde etkiledi. Ted, annelerinin ölümünden sonra Frieda ve Nicholas’ı yanlarına aldı. 3 Mart 1965 tarihinde Assia, Hughes’dan bir kız doğurdu. Sylvia’nın aksine, Assia itaatkârdı. Şiir çevirmenliği eskisi gibi sürdüremediği için bir süredir sadece ev işleri yapıyordu. Aynı zamanda kocasının akrabaları tarafından da reddedilmenin acısını taşıyordu. En sonunda ise Ted’in, çocukların bakıcısıyla arasında bir ilişki olduğunu öğrendikten sonra Sylvia’nın yaşadıklarını tekrarladı. 23 Mart 1969’da 4 yaşındaki kızıyla birlikte kendisini mutfağa kilitledi. Uyku haplarını viski içinde çözerek içti ve kızına da içirdi, sonrasında da gazı açarak intihar etti. 

    İkinci eşinin (ilkiyle birebir aynı olan) intiharı Hughes’un itibarını oldukça olumsuz etkiledi. Bu konu hakkındaki tek açıklaması ‘’Sylvia hayatta çok kararlıydı, Assia ise çok kararsızdı’’ demek oldu. Sonrasında bakıcı olan Carol ile sessiz sedasız evlendi ve medyadan kaçınarak yaşadı. Ölüm yılı olan 1998 yılında tamamen Sylvia’ya adanmış bir mektup koleksiyonu yayımladı. 

    Frieda ve Nicholas, annelerinin hayat hikâyesini tam anlamıyla ancak 1970’li yıllarda öğrendiler. Kızı Frieda bir gazeteci oldu ve Avustralya’ya yerleşti. Nicholas ise bir deniz biyoloğu olarak Fairbanks Üniversitesi’nde dersler verdi. Tıpkı annesi gibi depresyona yatkın bir kişiliği vardı. 2007’de üniversitedeki görevinden istifa etti ve hobi olarak sürdürdüğü seramik sanatına kendisini verdi. 16 Mart 2009’da, evinde kendisini asmış bir şekilde bulundu. Henüz 47 yaşındaydı. 

     

    Not:

    1-Bazen ‘’Sylvia Plath Etkisi’’ terimi, bir dizi birbirine bağlı intiharı tanımlamak için kullanılır.

    2-Babacığım şiirinin çevirisi Ümid Gurbanov’dan alınmıştır.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.