Bir Vaka Olarak Van Gogh

Bir Vaka Olarak Van Gogh
  • 22
    0
    1
    1
  • ‘’…benim işim sana ait. Onun bedelini hayatımla ödedim ve aklımın yarısı ona gitti…’’

    Yaratıcı insanlar çoğunlukla olağanüstü düşünme biçimine sahiptir fakat bunun yan etkisi olarak tuhaftırlar. Hatta birçoğunda –Vrubel ya da Magritte örneğinde de görülebileceği gibi- zihinsel bozukluklar da mevcuttur. Deha ile delilik arasındaki çizginin ince olduğu artık malumumuzdur, ancak Van Gogh’un yaratıcı dürtülerini yönlendiren iç bunalımlarının tam bilgisi –kulağını kesmesinden ya da başka bir takım eylemlerini kastetmiyorum- tarih boyunca önümüze sunulmamıştır, sadece resimlerine bakarak onun iç dünyasının ne olduğunu hissetmeye çalışabiliriz. 

    Çoğu sanatçının kaderinde trajik bir şey vardır, bir fırça alıp acısını tuvalde ifade etmesini sağlayan ya da bir gitar tutmasına neden olan bir şey… Çünkü yaratıcılık her zaman iyileştirir. Post-empresyonist akımın en parlak temsilcisi olan Hollandalı ressam Vincent Van Gogh gerçekten de zor kaderi olan bir adamdı. Çağdaşları tarafından tanınmıyordu, şiddetli psikoz nöbetleriyle ızdırap çekiyordu ve parasızlıkla birlikte çevresinin de kendisine karşı anlayışsızlığı üst üste gelince kendi isteğiyle yaşamdan feragat etti. 

    Van Gogh aslında iki kez doğdu. 1852’de kendisinden önce doğan abisi Vincent adını almıştı. Fakat Vincent birkaç hafta sonra öldü. Tam bir yıl sonra, 30 Mart 1853’te doğan ikinci çocuk da Vincent adını aldı. Çocukluk yıllarından bahsederken o yılları kasvetli, donuk ve soğuk olarak tanımlardı. Tüm ailesi içinden yalnızca Theo’ya gerçek bir yakınlık hissetmişti. 

    Zor karakteri genç yaşlarında kendisini belli etmeye başlamıştı. Yalnızlığa eğilimliydi, topluma uyum sağlamakta güçlük çekiyordu ama aynı zamanda büyük bir anlayış da bekliyordu o toplumdan. Uzun bir süre gelecekte ne yapmak istediği konusunda boşlukta yüzdü. Önce sanat objeleri ticaretine girdi, daha sonra öğretmenlik yapmaya başladı ve İngiltere’de de öğretmen olarak çalıştı. En sonunda da babasının işini devam ettirmek istediğine kendisini inandırarak vaiz olmaya karar verdi. Ancak burada da Van Gogh’un sosyal normlara aykırı ve itaatsiz mizacı kendini gösterdi. Misyonerlik görevini yerine getirmek için gönderildiği Belçika’daki bir kasabada zor şartlarda çalışan maden işçileriyle o kadar yakınlaştı ki, görevini yapmayı bir köşeye bırakarak onlara yardım etmeye başladı. Giysilerinden yiyeceklerine kadar neredeyse her şeyini onlarla paylaştı. Ona verilen evi bile kabul etmeyerek zor durumda ve evsiz olan işçilerin orada kalmasını sağladı. Dolayısıyla aslında tam bir ‘’din görevi’’ sürdürmesine rağmen din adamları bu durumu bir rezalet olarak kabul ettiler ve ondan bir an önce kurtulmayı istediler. Manevi kariyerinde de başarısız olan Van Gogh, her şeye rağmen dini inançlarından vazgeçmedi. Bu sonsuz inancı birçok acı verici anında da ona güç veren yegâne dostu oldu. 

    Kadınlarla ilişkilerinde de şanssızdı. Âşık olduğu kadın onu reddettikten sonra hayal kırıklığının acısıyla ne yapacağını bilemedi. Kendini oyalamaya çalışarak kendisinden yaşça büyük, hatta bir de çocuğu olan kadına çevresinin ve ailesinin tüm hakaretlerine ve aşağılamalarına göz yumarak sığındı. Ancak hiçbir zaman kadınlarla güçlü bir ilişki kuramadı. Zamanının herhangi bir erkeği gibi bazen fahişelerin koynunda kendini buldu ve muhtemelen frengiden muzdaripti. Bir ihtimale göre de zihinsel çöküşüne bu hastalık neden oldu.

    Herhangi bir şekilde akademik sanat eğitimi olmadığı için resim yapmaya oldukça geç, 30’lu yaşlarında başladı. Ünlü eserlerinden biri olarak kabul edilen tablosu 1885 yılında yaptığı Patates Yiyenler oldu. Alacakaranlıkta küçük bir odada, beş kişi mütevazı bir akşam yemeği için sofrayı çevrelemiş, yüzleri kaba ve zayıf, elleri çalıştıklarını gösterir nitelikte nasırlarla kaplı. Daha ilk çalışmalarında insan ruhunun gizemlerine derin bir ilgi göstermiş Van Gogh’un elinden çıkan tüm portreler, karakterlerinin derin yaşamlarıyla doludur. Sanatın soyut olmasından ve resimlerin hayatın içine dalmaya fırsat vermemesinden hep şikayet etti: ‘’işimin insanların kalbini anlamak olduğunu, bu yola bağlı kalmam gerektiğini, derinlere inmem gerektiğini hissediyorum’’ dedi. 

    Büyük bir hümanist olduğunu gösterdiği ilk çalışmaları temel olarak koyu, karanlık renklerle yapılmasına rağmen çok sayıda insanı(aslında hayatın kendisini) ve onların yaşamlarını gösteren çalışmalardı. ‘’Katedralleri değil, insanların gözlerini boyamayı tercih ederim… İnsanların ruhunu, hatta bir kişinin ruhunu…’’ cümleleriyle de sanatını ifade etmeye çalışıyordu. Resimlerindeki kendine münhasır renk daha sonraları, parlak şehrin yaratıcı ressamlarıyla tanışarak empresyonistlerin fikirlerinden etkileneceği Paris’teki yaşamı boyunca ve hatta daha sonra, en üretken aşaması olan Provence’ta ortaya çıkacaktı. Tam da bu aşamadan sonra artık resimlerinde renk cümbüşü yaşanacaktı. 

    Paris’teki tek geçim kaynağı, kendisinin aksine ticarette başarılı olan kardeşi Theo’nun yardımlarından ibaretti. Hayatının sonuna kadar da kardeşinin yardımlarıyla geçimini sağladı. Onun tarzının sanat eleştirmenleri tarafından reddedilmesine rağmen Theo onun yeteneğine her zaman inandı. Van Gogh’un ölümünden tam bir sene sonra kardeşi de frengiye bağlı olarak psikoz nöbetleri sonucu bir psikiyatri kliniğinde öldü. 

    Paris’te şehrin pitoresk manzaralarını ve çiçekleri çizmeyi bırakmayan Van Gogh, kendi portrelerini de yapmaktan hoşlanırdı. Belki de sadece Rembrant ile bu portre sayısı konusunda rekabet edebilirdi(toplamda 20’den fazla otoportre çizdi). Daha sonra hastalığının etkisi altında düşünce bozuklukları ilerlediğinde kendi benliğiyle narsistik meşguliyeti artık tamamen çizdiği resimlerde kendini göstermeye başladı. ‘’Bir Çift Ayakkabı’’(1886), ‘’Arles’teki Yatak Odası’’(1888), ‘’Van Gogh’un Sandalyesi’’(1888) bu durumun net örneklerinden olmuştur. Van Gogh’un sanatsal mirası çok sayıda manzara resmini barındırıyor olsa da, onun önceliği çoğunlukla portre olmuştur. 

               

    Bir süre sonra Paris bohem dünyasının adetleri onu biraz hayal kırıklığına uğratınca Fransa’nın güneyine, Provence’a gitmeye karar verir ve burada sessiz taşra kasabası Arles’te ilham aramaya başlar. Burada, bu el değmemiş tenha köşede özgür sanatçılardan oluşan bir grup yaratmanın hayalini kurar. Renk, çalışmalarının ana motifi hâline buradayken gelir. Buradayken yaptığı neredeyse tüm resimler parlak renklerle, sarı ve kırmızı tonlardan oluşan bir isyanla dolup taşar. Bu dönemin belki de en tanınmış çalışmaları, arkadaşı ressam Paul Gauguin’in gelişi için Arles’teki evini dekore etme amacıyla yaptığı ayçiçeklerini betimleyen bir dizi tablodur. 

    Pek çok araştırmacı Van Gogh’un resimlerindeki sarı rengin neşe, güneş, aşk ve mutluluğun kişileşmesi olduğuna inanıyor. Rengin psikolojik anlamına dönersek, sarının baskınlığının sürece dâhil olmayı, tanınma ihtiyacını, aktiviteyi ve duygusal tepkilerin aşırı istikrarsızlığını gösterdiğini öğrenebiliriz. 

    Akıl hastalığının habercisi 1880’lerin başında göze çarpıyordu. Uzun bir süre kötü beslendi, çok içki ve sigara içti ve ilk akut psikozu tam olarak 1888’de Arles’te oldu. Van Gogh’un bu nöbetine doğrudan tanık olan Paul Gauguin bu durumu şöyle anlattı:

     

     ‘’Birkaç kez Vincent’in gece kalkıp yatağımın başına gelerek tepemde dikilmesini hayretle izledim. Ertesi akşam ise bir kafeye gittik, o bir bardak absent istedi ve sonrasında dolu bardağı birden bire kafama fırlattı’’

     

    Bu olaydan sonraki gün ise elinde bir usturayla Gauguin’e yaklaştı ve kulak memesini kesti. Sonrasında o parçayı bir zarfa koyarak tanıdığı bir fahişeye götürdü. Eğer biraz daha doktor yetişmeseydi kan kaybından ölecekti. İlk tepkinin tetikleyicisinin, başlangıçta çok yakınlaştığı ve onu Arles’te kalmaya davet ettiği Gauguin ile arasındaki çatışma olması muhtemeldir. Gauguin günlük yaşamda konuşkan, bilgiç ve ihtiyatlıydı, Van Gogh ise bunun tam aksi olarak ruhen çökmüş, özensiz ve huzursuzdu. 

    Bu aşamadan sonra psikoz atakları giderek daha sık tekrarlamaya başladı. Olağandışı duyumlardan, megalomaniye kapılıyor ve bazen kendisini bir peygamberle ya da kâhinle özdeşleştiriyor, algısı ağırlaşıyordu. Ruh hali çok dengesiz tepkimeler gösteriyordu. Kulağını kesmesinin ardından taburcu olduktan sonra bir süre bir psikiyatri hastanesinde tedavi olmaya karar verdi ve devamlı doktor gözetiminde kaldı. Van Gogh’un tıbbi geçmişinde korkutucu işitsel ve görsel halüsinasyonlardan muzdarip olduğu, psikotik reaksiyonlara korkuların eşlik ettiği dürtüsel davranışlar sonucu odada koşturmaya başladığı kaydedildi. Atak dönemi sona erip de sakinleşmeye başladığında bu sefer de sürekli dini fikirlerini dile getiriyor ve sürekli birilerinin onu zehirlemeye çalıştığı şüphesini taşıyordu. 

    ‘’Gece Kahvesi’’(1888) adlı tablosu resmi hakkında dile getirdiği fikirler de içinde bulunduğu ruh hâlini tarif etmeye biraz da olsa yeter:

     

    ‘’Benim kafe görselimde bu kafenin çıldırıp suç işleyebileceğiniz bir yer olduğunu ifade etmeye çalıştım: İnsanların korkunç tutkunu kırmızı ve yeşili kullanarak aktarmayı denedim. <…> bütün bunlar, alevli bir yer altı dünyasının atmosferini, bir tür solmuş ıstırabı ifade ediyor. Bütün bunlar, unutulmuş olanı ele geçiren karanlığı ifade ediyor’’

    Sonraki resimleri ise yavaş yavaş kaotikleşmeye başlar. Vuruşlar daha kaba ve form olarak daha çeşitli hâle gelir. Çoğunlukla yıkıcı bir görüntü oluşturur. Boyalar dürtüsel olarak dikkatsizce uygulanır. Özellikle şizofreni hastalarının niteleneceği biçimde basmakalıp süsleme eğilimi vardır. Van Gogh, görüntünün teknik yönlerini asla abartmamasına ve çalışmalarında perspektif yasalarından daima kaçınmasına rağmen son resimlerinde bu tür ‘’hatalar’’ göze çarpar(!). Dalgalı bir manzara, deforme olmuş binalar, alevler gibi yükselen ağaçlar, koyulaşan renkler –aslında Van Gogh dediğimiz zaman aklımıza gelen bu görsellik, onun tamamen son dönem çalışmalarıyla ilgilidir-

    Özellikle sembolik içeriklerinde zıt olan sarı ve mavi renklerin bir kombinasyonu çalışmalarına yansımaya başlar. Örneğin, hastanedeyken yaptığı ‘’Yıldızlı Gece’’(1889) adlı tabloda renklerin kombinasyonu çevresel etkilere karşı belirgin bir duyarlılığı ortaya çıkarır. Bu durum aslında yalnızlık içinde olduğunun bilincinde olan, ruh hâlleri çeşitli dalgalanmalar içindeki duygularına karşı artık savunma dahi göstermeyecek duygu yükündeki insanlar için tipiktir. Van Gogh’un yaşamının son aylarında da tam olarak bu durumda olduğu açıktır. 

    Van Gogh’un son tablosu ise ‘’Buğday Tarlası ve Kargalar’’(1890) olur.

    Zihinsel yorgunluğa dayanamadığı için 27 Temmuz 1890’da kendisini tabancayla vurur. Vurduktan hemen sonra ölmediği ve bilinci de kısmen kapanmadığı için doktorun intihara dair sorduğu soruların hiçbirine cevap vermez. Ölümünden önce dudaklarından şu ifade dökülür: ‘’la tristesse durera toujours’’(keder sonsuza kadar sürecek)

    Cebinden ise kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektup çıkar. ‘’…benim işim sana ait. Onun bedelini hayatımla ödedim ve aklımın yarısı ona gitti…’’

    Van Gogh’un ilgili doktorları içinde bulunduğu hastalığın teşhisini koyma konusunda oybirliğiyle bir karara varamadılar. Kalıtımı akıl hastalığıyla yüklü olmasına rağmen(teyzesi epilepsi hastasıydı, kız kardeşi şizofreni hastasıydı) doktorlar bu durumun netliğine dair hep şüphe duydular. 

    Artık öyle ya da böyle kimse Van Gogh’un hastalığını tartışmıyor. Hastalığı ona acımasız bir şaka yaptı: ona çevredeki gerçekliği diğerlerinden daha keskin bir şekilde hissetme ve algılama olanağı yarattı. 

    Sanırım Van Gogh’a dair böyle düşününce her şey yoluna giriyor. 

     

    Kaynakça:

    1)Henri Perruchot/La Vie de Van Gogh

    2)Irvıng Stone/Lust for Life

    3)George Roddam/İşte Van Gogh(Hep Kitap)

    4)Theo'ya Mektuplar/Vincent Van Gogh(Yapı Kredi Yayınları)

     

     


    Yorumlar (1)
    • Müthiş bir inceleme yazısı! Ancak "Van Gogh’a dair böyle düşününce her şey yoluna giriyor" mu işte ondan pek emin değilim. Kendisinin de ifade ettiği gibi çok ağır bir bedel bu: "benim işim sana ait. Onun bedelini hayatımla ödedim ve aklımın yarısı ona gitti…"

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.