Bir Gazeteci Gözünden Yugoslavya İç Savaşı

Bir Gazeteci Gözünden Yugoslavya İç Savaşı
  • 6
    0
    0
    0
  • Bosna-Hersek’teki savaşın üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Bu, eski Yugoslavya’daki savaşların ne ilkiydi ne de sonuncusuydu. O zamana kadar Slovenlerin bağımsızlıkları için başlattıkları savaş çoktan sona ermişti, Hırvatistan ise bağımsızlığı için savaşmaya devam ediyordu. Sırplar ve Karadağlıların kontrolü altında, Dubrovnik ve Vukovar şehirleri kuşatılmıştı. Gazeteci Mirjana Tomiç, 1980’lerin sonu ve 90’ların başında İspanyol El Pais gazetesinin Balkan muhabiri olarak çalıştı ve bu askeri çatışmaları haber yaptı. 

    Her şey bittikten 30 sene sonra ise Mirjana Tomiç, savaşa dair gözlemleri hakkında bir yazı yazdı. ‘’İnsanlar gerçeğin bu kadar korkunç olabileceğine inanmayı reddettiler’’ dedi. Tomiç’in kaleminden ‘’Kardeş halkların’’ birbirlerini nasıl öldürdüklerinin bu detaylı hikâyesini ilk kez Türkçeye Yazı Kıtası olarak, wannart.com için çevirdik. 

    17 yaşında Belgrad, Yugoslavya’dan ABD’ye gitmek üzere ayrıldım. Amerika’da okuduktan sonra Meksika’da eğitimime devam ettim. Neredeyse tesadüfen gazeteci oldum: yüksek lisans tezimi, Amerika müdahale edene kadar Marksist bir toplum inşa etmeye çalışan Karayipler’deki küçük bir ada olan Grenada hakkında yazdım. Ancak Meksikalı tanıdıklarım Grenada’nın hikâyesi hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı, ben de yerel bir gazetede Grenada hakkında bir makale yazmaya karar verdim. 

    Yugoslavya’ya dönmeyi hiç düşünmedim. Amerika’da 13 yıl geçirdikten sonra İspanya’ya gittim ve burada El Pais gazetesinin editörüne yazdığım mektup dikkat çekmiş olacak ki genel yayın yönetmeni beni aradı ve Balkanlar muhabiri olmamı teklif etti. 

    Sonuç olarak uzun bir aradan sonra kendimi hem kendim olarak hissettiğim hem de bir yabancı olduğum Yugoslavya’da buldum. Bir yandan Belgradlı olduğum için kendi anadilimi konuşuyordum, diğer yandan gelişen olayları bir yabancı gözüyle merakla izliyordum. Ekim 1988’de, neredeyse tüm basın milliyetçi propaganda dışında hiçbir şey yapmıyordu. Daha da korkuncu, aydınlar topluluğu denen kesim buna neredeyse hiç aldırış etmiyordu ve nüfusun geri kalanı, gazetecilik etiğinin akla gelebilecek tüm normlarını ihlal eden gazete haberlerini ve televizyon programlarını koşulsuz şartsız kabul ediyor, bunlara inanıyorlardı. 

    Yugoslavya Komünistler Birliği’nin dağılma süreci çoktan tamamlanmıştı. Eski komünistler günden güne daha fazla milliyetçi söylemlerde bulunmaya başlamışlardı ve en ufak fikri tepki gösterenlerle kavga etmeye hazırlardı. Gözü dönmüş ve milliyetçiliğe bulanmış bu komünistler, henüz birkaç yıl öncesinde ‘’kardeşlik ve birlik’’ vaazı veren aynı kişilerdi. 

    Sırbistan’da Slobodan Miloşeviç, parti içi bir mücadelede milliyetçilik karşıtı olan rakibi Ivan Stamboliç’i ekarte etti. O zamana kadar Trepca’daki madenci grevi çoktan vuku bulmuştu ve Slovenya’da dayanışma eylemleri başlamıştı. Ancak Miloşeviç uzlaşma sağlamak yerine 1989’daki Yugoslavya için dönüm noktası olan ünlü konuşmasını yaptı.

    Arnavutça bilmediğim için Kosova adına konuşamam ve dolayısıyla oradaki gazetelerin de neler yazdığını kestiremem ama karşılıklı nefretin alevlendiği ilk ciddi ataklar Belgrad-Lublijana arasında oldu. Hırvatistan bir süre tarafsız kalmaya çalıştı ve Bosna ise sessiz kalmayı tercih etti. Bosna’nın sessiz kalmasının en büyük sebebi ilk büyük sorunların kendileriyle başlayabileceğine karşı tedirginlikleriydi. Aynı zamanda etno-dini dengeye sahip bir yer olduğu için de görece Bosna medyası daha ölçülü davranıyordu. 

    Burada bir şeyi hatırlatmak istiyorum, Bosna’nın genellikle çok etnik yapıya sahip bir yer olduğu bilinir ancak sosyalizm zamanlarında tüm cumhuriyetler arasında en az özgür olanıydı. Bosna, kelimenin tam anlamıyla komünist baskılarla eşanlamlıydı. Milliyeti ve dini ne olursa olsun herhangi bir Boşnak, entelektüel anlamda nefeslenmek istediği zaman ya Belgrad’a ya da Zagreb’e giderdi. 

    O dönemin genel Yugoslav medyasına geri dönerken SFRY’nin(Socialist Federal Republic of Yugoslavia) oldukça güçlü bir şekilde âdemi merkeziyetçi bir federasyon olduğunu hatırlatmakta fayda var. Her cumhuriyetin kendi dilinde yayın yapan televizyon kanalları vardı ancak televizyon programı o kadar fazla değildi. Dolayısıyla, insanlar ne izlerlerse izlesinler ülke hakkında yine doğru düzgün bilgi alabilmek için devlet televizyonuna muhtaç kalıyorlardı. Devlet televizyonu nefretin ve savaş propagandasının yayılmasında ön saflarda yer aldı ve buna karşı çıkan sadece bir avuç yerel ve küçük bağımsız radyo istasyonu vardı ve onların da ulaştıkları insan sayısı belliydi. Yine de savaşın kimseye bir şey kazandırmayacağının farkında olan bazı insanların örgütlenmesiyle ilk savaş karşıtı eylemler ve gösteriler Sırbistan’da gerçekleşti. 

    Fakat savaşa karşı tüm mücadeleye rağmen devlet televizyonunun ve basılı medyanın propagandası işe yaradı. Bunun en basit örneğini şöyle gösterebilirim: 13 yıl aradan sonra Belgrad’a döndüğümde sokakta eski bir tanıdığıma rastlamıştım. Üniversitede sanat tarihi dersleri veriyordu, uzmanlık alanı ise seramikti. Siyasetle hiçbir zaman ilgilendiğini görmemiştim. Kahve içmeye gittik ama bunca zamandan sonra bana nasıl olduğumu ve neler yaptığımı hiç sormadı. Benimle ilgili ya da kendisiyle ilgili herhangi bir şey söylemek bir yana, söylediği ilk şey şu olu; ‘’şu anda Kosova’da neler olduğunu biliyor musun?’’. Bu cümleden sonra da genel olarak bu konularda yaklaşık 40 dakika boyunca konuşmayı bırakmadı. Bunun gibi iki-üç eski tanıdığımla da sohbet ettiğim zaman işlerin ne kadar ileri gittiğini idrak etmeye başladım.   

    2.Dünya Savaşı’nın ardından savaşın nelere mâl olduğu çok iyi biliniyordu ve Yugoslavya’nın da kuruluş amacı –resmi olarak- ‘’savaş kötüdür ve hepimiz kardeşçe ve birlik içinde yaşamalıyız’’ mottosuna dayanıyordu. Ama işler böyle yürümedi. Bunu çok iyi biliyorum çünkü iç savaşın 80 yılı aşkın bir süre önce sona erdiği İspanya’da birçok insan büyükbabalarının hangi tarafta olduğunu hâlâ çok iyi hatırlıyordu. Yugoslavya’da da öyleydi. Ben şehirliyim ancak kırsal kesimde, özellikle katliamların olduğu yerlerde herkes büyükanne ve büyükbabasının kimler tarafından öldürüldüğünü ya da kurtarıldığını çok iyi hatırlıyordu. Medya da bunu aktif olarak kullanmaya başlamıştı. 

    İlk endişe verici işaret, ‘’Hırvat lejyonerleri’’, ‘’Hırvat faşistleri’’ başlıklı haberlerin Sırp gazetelerinde birbiri ardına çıkmaya başlaması oldu. Aslında adil olmak gerekirse bu sadece Sırbistan’da da değildi. Yugoslavya oldukça küçük bir ülkeydi. Bu nedenle, o günlerde internet olmamasına rağmen komşu cumhuriyetlerde ne okunduğunu veya ne dinlendiğini öğrenmek zor değildi. En yakın gazete bayisine yürümek ya da radyo alıcısını ayarlamak tüm bunları öğrenmek için yeterliydi. 

    Yugoslav savaşlarında Mostar dışındaki tüm cepheleri ziyaret ettim ve kendi gözlerimle gördüğüm hikâyelere babam bile inanmadı. Devlet televizyonuna benden çok daha fazla güveniyordu. O zamanlar 35-36 yaşlarındaydım. Yurtdışında olduğum için de onunla epey süre iletişim kurmamıştık. Ona olan bitenin gerçek boyutunu ve görüşlerimi anlattıkça bana sinirleniyordu. Anneme beni ‘’düzgün bir Sırp olarak’’ yetiştirmediğini ve Sırp olmanın ne anlama geldiğini bilmediğimi söylüyordu. Yine de inatla ona gerçekleri anlatmaya çalıştım fakat hiçbir şekilde onu ikna edemedim. O, benim gördüklerime dair sadece ‘’manipüle ediliyorsunuz, kandırılıyorsunuz’’ diye yanıt veriyordu. Kimin kandırıldığı ortadaydı. 

    1992 veya 1993 civarında, Belgrad’dan Banja Luka’ya seyahat etmem gerekti. Bosna’daki Sırp güçlerinin kendi deyimiyle ‘’temizlediği’’ –yani oradaki her şeyi kesinlikle yok ettikleri- kasabalardan geçtik. Geçtik diyorum çünkü bir şekilde babamı da benimle gelmeye, geceyi şehirde bir otelde geçirmeye ve ertesi gün geri dönmeye ikna etmiştim. 

    Varmamıza yaklaşık dört saat vardı, arabayı babam kullanıyordu. Ve yıkımın boyutlarını kendi gözleriyle görünce titremeye başladı. O Mauthausen toplama kampını yakından görmüştü. 2.Dünya Savaşı’nda partizandı. Tüm bu yaşadıklarına rağmen bu manzarayı görünce ‘’bunu naziler bile yapmadı’’ dedi. Bense sadece ona gerçekleri gösterebilmiş olmanın öfkesiyle, ‘’bak’’ dedim, ‘’iyi bak, bunlar senin Sırp kurtarıcıların işte’’.  

    Banja Luka’ya vardığımızda orada faaliyet gösteren tek otele kendimizi attık. Basın kartım yanımda olduğu için benim için kontrol noktalarından geçiş problem değildi ama askerler sürekli yanımdaki adamın kim olduğunu soruyorlardı. Babam olduğunu, geceyi benimle geçireceğini söylüyordum. Ve tesadüfen o gece savaş suçlusu ilan edilecek ve Lahey’de yargılanacak olan Radovan Karadziç korumalarıyla birlikte bizim otelde kaldı. Bu insanlar babamı çok korkutmuştu, onu akşam yemeğine inmeye bile zor ikna ettim. Ertesi gün otobüse binip eve döndüğünde, yol arkadaşlığı yaptığı biri savaşta gerçekte neler yaşandığına dair ona daha fazla gerçekleri anlatmış. Babam anneme gördüklerine dair hiçbir şey söylememiş, sadece ‘’medya yalan söylüyor’’ cümlesini kurmuş. 

    Ben bir psikolog değilim ama kendi deneyimlerime göre bütün bunların sadece propagandalardan kaynaklanmadığını da söylemek isterim. İnsanlar, gerçekliğin bu kadar kâbus gibi olabileceğine inanmayı reddettiler. 

    Hırvat cephesindeyken annemi, Belgrad’daki evimizi arayıp benim için her şeyin yolunda olduğunu, iyi olduğumu söyleyemedim çünkü artık telefon hatları çalışmıyordu. Bu yüzden önce Bosna’daki bir arkadaşımı aramak zorunda kaldım ve böylece o anneme ulaşarak benim iyi olduğumu iletti. Bosna’daki insanlar da lanet savaşın kendilerini bulabileceğine de son ana kadar inanmadılar. Hatırlıyorum da bu Saraybosnalı arkadaşım –şu anda İngiltere’de yaşıyor- onu Hırvatistan’dan arayıp onları neyin beklediğini söylediğimde ve onu uyardığımda endişelenmemem gerektiğini, her şeyin onlar için iyi olacağına yürekten inandığını ve benim de kulaktan dolma bilgilere gelmemem gerektiğini söylemişti. 

    Aslında biz bu konuşmayı yaparken Vukovar ve Dubrovnik çoktan yok edilmişti. Yok edilen bu iki şehir de Sırpların kimseye saldırmayacaklarını, sadece olası bir saldırıya karşı kendilerini savunacaklarını, kimseye bir zarar gelmeyeceğini garanti ettikleri yerlerdi. 

    Srebrenica’yı hiç göremedim. 1994 yılında Sırp yetkililer beni ve diğer 20 yabancı gazeteciyi ülkeden kovdular. Bunların arasında Yugoslavya’nın tek yerlisi bendim. 

    Bu nedenle savaşın sona ermesinden sonra önlerine sunulan her habere inanmayı tercih eden insanların veya devlet medyasının çalışanlarının bu olaylara karşı suçluluk duygularıyla nasıl yüzleştiklerine şahitlik edemedim. Ama neredeyse hiç kimsenin savaştan ders almadığına eminim. Şimdi Sırbistan’da ve Bosna’da siyasetçiler, tıpkı 30 yıl önce konuşulan konuları tekrar konuşuyorlar ve aynı sözleri söylüyorlar. Ve bunların neye varacağını anlayan herkes tedirgin oluyor.   

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.