Kendi kuşağımla çatışıyorum.
Bazı durumlara ne kalbim ne beynim entegre olamıyor maalesef.
Şöyle izah edeyim;
Kadın erkek ilişkilerinde, doğrucu davut hep ben oluyorum.
Aşkından ölsem de, kaybedeceğimi bilsem de plan yapamıyorum.
Neyse o diye dalıyorum olaya. Lakin yeni dünya düzeninde artık insanlar, olduğu gibiden ziyade olmasını istediğini almanın çabasında.
Haliyle entrikalara konu aşk meşk olunca zerre kafa yormak istemeyen ben bu oyunda hep, elindeki kartları ilk bitiren oluyorum.
Pokerface, ne de yakışmıyor bana.
Halbuki alışıla gelmiş olan bu değil mi, baştan kandırmaca!
Baştan, beklentiyi arşa değdirip, olmayan birini yaratıp, sonra yavaş yavaş gerçekleri göz önüne sermek. Vazgeçilmez olma çizgisini geçtiğinde ‘Ya aslında o öyle değildi!’ diyebilme yüzsüzlüğü.
Tam anlamıyla, köprüden geçene kadar ayıya dayı deme olayının günümüz profesyonelliği.
Bana gülünç geliyor.
İlişkilerin bu rezilliğe evrildiğini de gayet iyi biliyorum.
İşime gelmiyor, eski kafalı olmak sanırım böyle bir şey.
Strateji yaparak iş kazanılır, mevki kazanılır, para kazanılır, başarı kazanılır hatta saygı ve sevgi bile kazanılır.
Ama strateji ile aşk kazanılmaz.
Kazanıldığını düşündüğünüz şey de asla aşk değildir.
Türlü planlar, oyunlar çerçevesi içerisinde sahip olduğun şey aşk olabilir mi?
Kendin olmadan, rahat olmadan, tutkulu olmadan.
İnsanları anlayamıyorum, yalnız sahip olmak mıdır mesele?
Eğer öyleyse neden imreniyorsunuz Romeo ve Juliet’e ?
İşin ajitasyon kısmıyla alakalı kasmak niyetinde değilim elbet, her aşık olan da aşkından ölsün, kendini kessin, çöllere düşsün demiyorum, ama bunca kontrollü hamle üç kağıt değil de ne?
Ben, dün de bu saçma kafa yapısını anlamıyor, beceremiyordum, bugünde!
Esasında şuan artık yapmak istesem oscarlık performans çıkaracağım konusunda şüphem yok.
Alasını beceririm, bunca tecrübe ve bugün ki aklımla ama diyorum ya ben, ben olamadıktan sonra, senin benimle olup olmamanın ne önemi var?
Sonuç olarak bu kendime dert edinmem gereken bir durum mu kısmına gelirsek, evet, dert edinmem gereken bir durum.
Ben aslında size üzülüyorum.
Bu işlere harcanan eforun, çabanın daha doğru yerlerde kullanılmamasına.
Kendinizi çılgınca kandırıyor oluşunuza.
Zor gelmiyor mu her sabah bir başkası gibi uyanmak, bir başkası gibi giyinmek, bir başkası gibi yürümek ve güne öyle devam etmek?
Konuyla alakalı hep şu cümle dolanır zihnimde ; "beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup aşk sanıyorsunuz" , hatta William Shakespeare’e ait olduğu söylenir, lakin gel gör ki bu söz bile orjinalinde böyle değildir.
Civan Canova’nın Ful Yaprakları oyunundan araktır.
Aslı da şu şekildedir;
Richard - Aşk mı? Hoşumuza giden bir bedenin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirir, adına da aşk deriz bu saçmalığın. Sonra gel zaman git zaman, o bedene alıştıkça, içindeki gerçek ruhu görmeğe başlarız. Aşk denilen şeyin masal, aşık olduğumuz kişinin de sanal olduğunu anlarız böylece. O kutsal duygu yerini kin ve öfkeye bırakır. Çünkü hayalimizdeki insan değildir karşımızdaki. Hiçbir zaman da olmamıştır. Öyle olmadığı için acı çekeriz. Nefret ederiz ondan. Bir zamanlar içimizi okşayan bir sözünden, saçının buklesinden, gözündeki hareden nefret eder hale geliriz. Başlangıçta yadırgadığımız, sonra ağaçlara kazıdığımız, sonundaysa tiksinerek andığımız alelade bir isimdir o. Aşkın toplamı budur işte. Acı ve yalan. Onu bizim düşündüğümüzden farklı yarattığı için Tanrı’ dan da nefret ederiz. Her şeyden nefret ederiz. Herkesten.”
Ful Yaprakları 1. Perde, 2. tablo
Sonsöz;
Üç kağıtla, yalanla, dolanla başladığınız bu gerçek dışı ‘aşk’larınız herşeyin sonunda maskeler düşünce nefrete ve güven duygusunu kaybetmiş bir sürü bedene dönüşüyor!
Siz, siz olun sonradan kaybetmek yerine baştan kaybetmeyi yeğleyin.
En azından yalan bir aşk yerine, dürüst bir yalnızlığa sahip olursunuz !
Ciao!
Yorum Bırakın