Bir Vaka Olarak Hermann Hesse

Bir Vaka Olarak Hermann Hesse
  • 4
    0
    0
    0
  • Boncuk Oyunu, Bozkırkurdu, Siddhartha gibi ünlü kitapların yazarı, Nobel Ödülü sahibi, serseri bir çocuk, uyumsuz bir yalnız. Ne ailesinde, ne herhangi bir eğitim kurumunda ne de üç evliliğinde mutlu olabilmiş bir adam. Bir protesto biçimi olarak sadece kaçmayı tercih etmiş fakat kendi iç dünyasında her olayın detayına girmekten kendini alamamış, kendi yazımsal serüvenini ruhsal gelişiminin hikâyesini anlatmaya dair uzun bir girişim olarak değerlendirmiş büyük bir yazar. 

    Hermann Hesse 2 Temmuz 1877’de dindar bir ailede doğdu. Annesi Maria Gundert(1842-1902) misyoner bir ailenin kızıydı ve Hindistan’da dünyaya gelmişti. Bulunduğu yere dair yabancılık hissinden midir yoksa değiştirilmesi güç kişilik özelliğinden midir bilinmez, Maria içine kapanık ve dalgın bir çocuktu. Bu içine kapanıklığa rağmen sinirlendiği durumlara karşı tepkisini aşırı öfkeyle gösteriyor ve bu aşırı öfkesi onu diğerlerinden hemen ayırt edilebilir hâle getiriyordu. Yine de tüm dalgınlığına rağmen tıpkı ailesi gibi misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaktan kendini alıkoyamadı. Sadece kızların gittiği Hint okullarından birinde müdürlük yaptı ve kendisi gibi dindar bir aileden gelen Charles Innsberg ile evlendi. Bu evlilikten iki oğlu oldu. Her şey yolunda gibi görünürken Charles’ın ölümüyle tüm düzeni bozuldu. 1874’te yeniden evleneceği Almanya’nın Calw kentine taşındı. İkinci kocası genç teozofist Johannes Hesse(1847-1916), erken ölen annesinden miras kalan psikosomatik bozukluklara sahip, bipolar bozukluk belirtileri gösteren, daima gergin ve sinirli bir adamdı. 

    Herman, çiftin ikinci ortak çocuğu oldu. Ona ek olarak Adele, Marulla ve Hans da vardı. İlk yıllarını peri masallarının pusuyla örtülü olarak tanımladı. Küçüklüğünden beri büyücü olmayı ve görünmez olmayı hayal ediyordu. Dolayısıyla anı kitabı sayılabilecek kitabının Bir Büyücünün Çocukluğu adını alması tesadüf değildi. Çocukluk günlerini hatırlarken, ‘’mutlu bir çocuktum’’ diyordu ve ekliyordu; ‘’renkli bir dünyaydı benim dünyam, kendimi her yerde evimde hissettim’’. Görünmez olma isteğini, adını takma adların arkasına saklayıp küçük dağ köylerinde yaşayarak kısmen de olsa gerçekleştirebildi. 

    Küçük Herman, yaratıcılığı, standart dışı düşünceleri ve fantastik bir gerçeklik algısı eğilimiyle ailesini daima şaşırtıyordu. Ancak sakin bir çocuk değildi. Lider olma isteğinin getirisiyle her zaman bağımsız olmayı istiyor ve ona söylenen ne olursa olsun, olumlu bir düşünce olsa dahi eğer emir kipi barındırıyorsa asla yerine getirmiyor ve tepkisini oldukça sinirli bir şekilde gösteriyordu. Diğer çocuklara karşı küçümseme içindeydi ve çoğu zaman da onlara karşı düşüncesizce davranıyordu. Ailesini çoğu zaman protesto ediyor ve protesto biçimi olarak da kardeşine ya da yaşıtı diğer çocuklara fiziksel olarak saldırmayı tercih ediyor, bunu aileye karşı bir tür kendini kanıtlama aracı olarak görüyordu. Daha sonraki yıllarda o günler için şu cümleleri kullandı; ‘’Özellikle gençliğimde her türlü emir karşısında her zaman asi olduğumu gösterdim. İçimde her şey alt üst olduğu ve bunu onarmayı da tercih etmediğim için ‘’yapmalısın’’ kelimesini duymak beni delirtiyordu’’. Annesi Maria, onun bu hâlinden oldukça endişe duyuyor ve kocasına sürekli Hermann’ın iyi eğitim alması gerektiğini, eğer iyi eğitilemezse ve eğitimli biri olamazsa bunun kötü sonuçlar doğuracağını söylüyordu. Baba Johannes ise tüm dikkatini ve enerjisini vaazlara adıyor, eşini duymuyordu bile. Dolayısıyla Hermann’a dair sonsuz endişe ve altı çocuğun yükü tamamen Maria’nın omuzlarına biniyordu. 1889’da durum daha da kötüleşti. 

    Okul İçimdeki Birçok Şeyi Mahvetti 

    Bir teozofistin oğlu olan Hermann, şüphesiz din eğitimi almak zorundaydı. Bir misyoner okulunda başladığı eğitimi sırasıyla İsviçre’nin Basel kentinde ve Almanya’da devam etti. Ancak on üç yaşından itibaren üstte de belirttiğimiz biçimde tamamen kontrol edilemez hâle geldi ve 1890’da Göppingen’deki bir Latin okuluna gönderilmesine karar verildi. 

    Eğitim hayatından bahsederken, ‘’okul içimdeki birçok şeyi mahvetti’’ demişti. Okuldayken pek de ciddi sayılmayacak bir sebepten dolayı ağır bir ceza aldıktan sonra öğretmenlere karşı aşılamaz bir önyargısı oluştu. Okulda kalmak her geçen gün onun için dayanılmaz bir hâle geliyordu. Gittikçe daha da tahammül edilemez bir duruma dönüştüğü okul hayatı zaten zor olan yapısını daha da zorlaştırdı. O dönemde ailesine yazdığı mektuplarda sürekli baş ağrıları yaşadığından, işitme bozukluğu çektiğinden ve nefes darlığı sorunlarından bahsetti. Baba tarafının geçmişinde her ne kadar bu gibi rahatsızlıklar görünse de, Hermann Hesse’nin bu mektupları bir gerçeklik ifadesi miydi yoksa sadece kendisini okuldan aldırma çabaları mıydı buna kesin bir yanıt vermek çok zor. Ancak benzer belirtileri Hermann Hesse’den bağımsız olarak kardeşi Hans da göstermiştir. 

    Göppingen’in ardından devlet sınavını geçtikten sonra Maulbronn’daki İlahiyat Okulu’na girdi. Ancak bu okula girdiğinde çoktan hayatının geri kalanını vaaz veren biri olarak geçiremeyeceğine karar vermişti. Bu karar da ailesiyle olan zaten sorunlu ilişkisini daha da çıkmaza sürükledi. Ailesi ne kadar baskılarsa o kadar karşı geliyordu ve evde olduğu süre boyunca da sürekli tartışıyorlardı. Ailesinin eğitim hakkındaki otoritesine karşı tepkisini okulda da gösteriyor, baskın kişiliğiyle saldırgan tutumlar içine giriyor ve tartıştığı her öğrenciyi ölümle tehdit ediyordu. Hermann Hesse eğitim döneminin izlerini ve eğitime dair düşüncelerini Çarklar Arasında(kitabın orijinal isminin karşılığı Tekerleğin Altında anlamına da gelmektedir) kitabında anlatmıştır. 

    Uç boyuta varan isyankâr tavrı 1892 yılının Mart ayında onu okuldan yanına hiçbir şey almadan kaçmaya itti. Ancak ertesi gün bulundu ve geri okula gönderildi. Kaçtığı için okul yönetimi tarafından hücre hapsiyle cezalandırıldı. Hermann’ı tanıyan ve onun yapısını çözümleyen okul müdürü bu kaçmaların tekrar yaşanacağını bildiği için Hesse ailesiyle görüştü ve onlara Hermann’ı Bad Boll’da Lutheran teolog Blumhardt’ın okuluna kaydetmelerini önerdi. Hermann duygularına asla karşılık vermeyen(normal olarak) yirmi iki yaşındaki Eugenia Kolb’a burada aşık oldu ve onu hayatının geri kalanında hiç unutmadı. Zaten okula karşı isteksizliğine ve dağınık zihnine bir de aşk eklenince o yaşında depresyon belirtileri göstermeye başladı. Biriktirdiği parayla bir tabanca aldı ve intihar etmeyi denedi. Hesse’nin tüm hal ve hareketi okul yönetiminde olumsuz etki bıraktığı için ve bu hâlin bir tür akıl hastalığı belirtileri gösterdiğini düşündükleri için aileyi de ikna ederek onu Rhineland-Platina’daki kusurlu olduğu düşünülen çocukların tedavi edildiği bir hastaneye gönderdiler. Hermann Hesse burada dört ay geçirdi ve bu süre boyunca eve yazdığı her mektup öfkeyle doluydu; ‘’bu moronların ve saralıların arasında beni bırakmak adil mi?’’ diye soruyordu bir mektubunda mesela, başka bir mektupta ise sağlığının gayet iyi olduğunu ve hiçbir sorunu olmadığını belirtiyordu. Ailesi ve çevresi onu her ne kadar bir akıl hastası olarak görse de kendisi hiçbir şekilde herhangi bir hastalığa sahip olduğunu kabul etmedi. 

    Eğitime dair son girişim ise, 1893’ün sonunda hastaneden çıktıktan sonra girdiği Cannstatt’daki okuldu. Ancak on altı yaşındaki Hesse burada da son derece mutsuzdu. Sanki hiç hastaneye yatmamış ve öyle ya da böyle herhangi bir tedavi almamış gibi davranmaya devam ediyordu ve bu davranışlarının üzerine bir de içki alışkanlığı eklenmişti. Bu dağınık davranışları en sonunda okuldan atılmasına sebep oldu ve Hesse için eğitim defteri de böylece kapandı. O zamandan itibaren Hesse için okul da öğretmen de(belki de istediği biçimde) kendisi oldu, kendi kendini yetiştirdi ve eğitti. 

    Ya bir şair ya da hiç kimse

    Demian romanında, ‘’tek istediğim içimden dökülenlerle yaşamaya çalışmaktı. Fakat bu neden bu kadar zordu?’’ diye yazmıştı Hesse. Onun hayattaki rol modeli, annesinin dayattığı hayatı yaşamaya çalışmaktansa evden kaçmayı tercih eden üvey kardeşi Theodore Innsberg’di. Basel’den sonra Almanya’ya geldiğinde yazmaya başlamıştı. Hayatın kendisinde istediği gibi biri olamıyordu ancak yazarken böyle değildi, istediği her şeyi olabiliyordu ve bundan büyüleniyordu. Belki de o dönemlerde kendi kendine söz vermişti, ‘’ya şair ya da hiç kimse olacağım'' diye. Fakat bu göründüğü kadar kolay değildi, bunun farkındaydı. Yazmak, yazarak yeni bir dünya yaratmak ve o dünyada istediğince varolmak güzeldi ancak bunun maddi olarak bir karşılık bulması zordu. Para kazanması gerekiyordu. Bir dükkânda çıraklık yapmaya başladı ancak üç sonra kaçtı. Daha sonrasında bir buçuk yıl mekanik atölyesinde bir saat fabrikasında çalıştı. 

    ‘’Kısacası’’ demişti Hesse; ‘’dört yılı aşkın bir süredir, benden yararlı bir şeyler çıkarmaya yönelik tüm girişimler kaçınılmaz bir başarısızlıkla sonuçlandı, hiçbir çalışmaya uzun süre dayanamadım. Beni sosyal açıdan yararlı bir insan yapmaya yönelik her girişim başarısızlıkla, bazen utanç ve skandalla, bazen de kaçışla sonuçlandı’’. Bu değişken işlerin ardından da kendini kitapların dünyasında buldu. İlk olarak Tübingen’de bir kitapçıda çırak olarak çalışmaya başladı ve daha sonra da Basel’de ikinci el kitap satan bir kitapçıda çalışmaya devam etti. Bu işi çok sevmişti. Herhangi birisinin ne okuması gerektiğine, ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışmadan dilediğince istediği gibi, istediğini okuyordu. Okul harici bu şekilde ailesinden uzakta yaşamak ona iyi gelmişti. Keman çalıyor ve yerel gazetelerde yayımlanan şiirler yazıyordu. İtalya’yı da ilk kez o dönemlerde ziyaret etti –ve o andan itibaren de seyahat etmek onun tutkusu ve günlük hayattan kaçışı hâline geldi. Her zaman tasarruflu yaşamaya çalıştı ve sürekli yeni bir seyahat için para biriktirdi. Hatta yeri geldi, bu birikimi yapabilmek için yarı zamanlı işlere de girdi. 

    1899’da Hesse’nin romantik motiflerle dolu ilk kitabı ‘’Romantik Şarkılar’’(sadece altı yüz adet basılmıştır) ve daha sonra da öykü kitabı ‘’Kuzeyde İlk’’ yayımlandı. İki yıl sonra da ‘’Hermann Lauscher’den Kalan Yazılar ve Şiirler’’ kitabı yayımlandı(bu, edebi gizemleştirmeye yönelik ilk girişimdi). Klasik romantizm ruhuyla yazılmış bu kitapların tamamı eleştirmenler tarafından fark edilmedi ve Hesse’ye tek getirisi ailesi tarafından bunu yaptığı için kınanmak oldu. Kitaplarının fazla otobiyografik olduğunu ve bu yüzden başkaları tarafından anlaşılmadığını düşündüğü için kendini başarısız olarak gördü ve bu başarısızlığını benimsedi. Dolayısıyla ya bir şair ya da hiç kimse düşüncesi, ‘’yazmak benim için her zaman bir zevkti ve asla bir iş olmadı’’ cümlesine evrildi. Daha sonra yazar olacak olan, o dönem bir okur olarak Hesse’nin yazılarına karşı duyduğu hayranlığı ifade etme cesaretini toplayarak bir mektup yazan Helene Voigt’in mektubu onun tekrar yazdıkları üzerine düşünmesini sağladı. Helene Voigt’in ilk mektubuyla birlikte Hesse ile aralarında uzun süreli bir mektuplaşma başladı. Zaman geçtikte Helene, onu görmek için can attığını, bir an önce bir araya gelmek istediğini belirtse de Hesse bu konuda tereddütlüydü. Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra’sında, ‘’onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu, bir sabah treni kaçırdım, aşık olmaktan vazgeçtim’’ cümlesi, onu okuyan çoğu kişiyi etkilemiştir. Kurgusal bir romantizm ürünü olarak görünen bu cümlenin aslında gerçekteki karşılığı Hesse’yi düşündürebilir. Çünkü Helene’nin, Hesse her ne kadar yanaşmasa da yoğun ısrarları sonucu Hesse görüşmeyi kabul etmiş ve treni kaçırdığı için yanına gitmekten vazgeçmiştir. Helene ise çok sonra yayıncı Eugen Diederichs ile evlendi ve dört çocuğu oldu. Fakat bu durum, Helene’nin Hesse’ye mektup yazmaya devam etmesini engellemedi. Hesse de çoğu zaman bu mektupları yanıtsız bırakmadı. 

    Hermann Hesse geçmeyen baş ağrılarına ek olarak uykusuzluk sorunu yaşamaya başladı ve 1902’de tedavi olup bu durumdan kurtulmak için İsviçre’ye gitti. İsviçre’deyken annesinin ölüm haberini aldı. Her ne kadar uyuşmadıkları noktalar fazla olsa da ve ilkgençliği neredeyse tamamen babasına ve annesine baş kaldırmakla geçse de bu haber içinde büyük bir boşluk hissi yarattı. 

    1904 yılında ise kabullendiği başarısızlık hissiyle, sadece bundan keyif aldığı için yazdığı Peter Camenzind romanı yayımlandı ve edebiyat dünyasına bir sansasyon olarak düştü. Stefan Zweig, Thomas Mann ve hatta Sigmund Freud bu kitaba büyük övgüler yağdırdı ve Hesse bir yazar olarak bu şekilde ün kazandı. 

    Yirmi altı yaşına geldiğinde bir aile kurmaya karar verdi ve ünlü bir İsviçreli matematikçinin kızı otuz dört yaşındaki Maria (Mia) Bernoulli ile evlendi. Mia yetenekli bir piyanistti ve bir fotoğraf stüdyosu vardı. Ancak Hesse’nin evlenme kararı aslında bilinçaltında ölen annesinin ilgi görevini yerine getirecek birine ihtiyaç duymasından ibaretti. Helene Voigt’e yazdığı mektuplardan birinde bunu dolaylı olarak, şu cümleyle ifade etti; ‘’kendimi inanılmaz derece iyi hissediyorum, kendimi küçük bir çocuk gibi hissediyorum, tıpkı on iki yaşındaki Hermann gibiyim’’

    Evliliğin ardından Konstanz Gölü kıyısındaki bir köye yerleştiler. Bir yıl içinde de Bruno adını alacak oğulları doğdu. Ancak hayatlarının mutlu ve uyumlu dönemi kısa sürdü. Hermann Hesse, içsel çelişkileri nedeniyle giderek daha fazla acı çekiyordu: bir yandan geniş bir aileye, huzurlu bir eve ihtiyaç duyuyordu, diğer yandan da yaratıcılığın vazgeçilmez koşulu olan yalnızlığı arıyordu. Git gide evde daha sinirli birisine dönüşüyor, tıpkı okul çağında yaptığı fevri davranışları tekrarlıyordu. Sağlığının kötüleşmesinden şikâyet ediyor ve teselliyi eşinden olabildiğince uzak kalmakta buluyordu. Bunun için bahçe işleriyle uğraşıyor, hatta yeni bir ev inşa etmeyi bile aklından geçiriyordu. Bu dönemde sanatoryumda tedavi görmesi, apandisit ameliyatı olması aslında bir nebze de olsa evden uzak olmasına neden olduğu için kendisini şanslı sayıyordu. İyileştikten sonra da sık sık konferanslara ve halka açık okumalara gidiyor ve bunu sadece evden uzak olabilmek için yapıyordu. Ancak onun bu davranışlarının Mia’yı da depresyona sürüklediğini fark etmiyordu. 

    Yazar Jacqueline Senes’in belirttiği gibi, o zamanlar Hesse altı yılını sinir krizi, çaresizlik ve yorgunluk içinde geçirmişti. Kendisi, manevi işkence olarak gördüğü bu yaşamdan o kadar bıkmıştı ki, bunun yerine fiziksel acıyı tercih ediyordu. Eve dair aklından geçen tek şey, evden kaçmaktı. Üçüncü oğlu Martin’in doğumundan sonra da uzun süredir aklından geçen bu düşünceyi gerçekleştirdi ve Hindistan’a gitti.  Ardında Singapur, Malezya ve Sumatra’yı ziyaret etti. Seyahetine devam etmek istese de migren, mide sorunları ve anksiyeteden dolayı eve dönmek zorunda kaldı. 

    1913 yılında Bern’e taşınmalarıyla birlikte Hesse’nin hayatındaki en zor dönemlerden biri başladı. Küçük oğlu Martin menenjite yakalandı ve acil tedaviye ihtiyacı vardı. Bunun yanı sıra şiddetli sırt ağrıları çeken Mia, morfin bağımlısı hâline geldi. Birinci Dünya Savaşı başladığında(yüksek ihtimalle evden tekrar kaçmak istediği için) Hesse cepheye koştu ancak askerlik hizmetine uygun olmadığı kendisine bildirildi. Bunun üstüne İsviçre’de yaşadığı için kendisine yöneltilen korkaklık suçlamaları başlamıştı. Savaş devam ettiği sırada savaş esirlerine yardım komitesinde çalıştı. O günlerde babası öldü ve aynı yıl Mia’ya şizofreni teşhisi kondu. Hesse kendisini tam bir çıkmazda hissediyordu. 

    Kendine giden yol

    Tüm bu çıkmazın içinde, 1916 yılında profesör Frenkel ile tanıştı ve nevrozun yaratıcı bir kişinin zihnini ve hayal gücünü gerçekten besleyebileceği konusundaki fikirleriyle ilgilenmeye başladı. Daha sonra Luzern’deyken, kendisini psikanaliz ile tanıştıran Carl Gustav Jung’un öğrencisi Josef Bernhard Lang ile tanıştı. Bir buçuk yıl boyunca doktor Lang ile psikanaliz seanslarına katıldı. Hesse tüm bunlardan öylesine etkilendi ki, ‘’kendine giden yol, tüm burjuva ideallerinden daha kutsaldır’’ diyerek kendi başına Freud, Jung ve Stekel’in eserlerini dikkatle incelemeye başladı. 

    Eleştirmenler Hesse’nin eserlerinin benzersiz dünyasının yazarın iç dünyasını yansıtan psiko-sembolik metinler olduğuna inanıyorlar. Lang’ın terapisinin doğrudan meyvesi, yazarın çocukluğunu ve gençliğini psikanaliz prizmasından derinlemesine yeniden düşünmeye çalıştığı ve bu şekilde işlediği Emil Sinclair takma adıyla yayımlanan Demian(1919) romanında oldukça net görülebilir. Buradan itibaren Hesse’nin kitaplarının tamamına ‘’ruhun biyografisi’’ adını vermesi aslında ilginç değildi. Kendi deyimiyle; dünyaya yeni bir gözle bakmayı öğrendi ve psikanaliz sayesinde psikolojisini tamamen yeniden yönlendirebildi. 

    Lang, yazarın başka bir yaratıcı yönünü daha keşfetti ve ortaya çıkardı. Bu da resim yeteneğiydi. İlk başta ona rüyalarını çizmesini söyledi ve bu söylem üzerine Hesse ardı ardına otoportreler ve manzara resimleri yapmaya başladı. Tuvallerinde ağaçların yüzleri olduğu, evlerin güldüğü, dans ettiği ya da ağladı bambaşka bir hayal gücünün sunumu olduğu aşikâr görüntüler ortaya çıktı. Hem edebiyat hem de resim, onun için yalnızca kendini ifade etmek demek değildi, aynı zamanda kendini keşfetmenin de bir yoluydu. Bu şekilde kendi ‘’ben’’ arayışını da yansıtabildiğine inanıyordu. 

    Fakat artık evliliği ve ailesi fiilen parçalanmıştı. Mia, Zürih yakınlarındaki bir psikiyatri kliniğinde şizofreni tedavisi gördü. Bu sırada çocuklar da akrabalarında(bazen de pansiyonlarda) kaldılar. Boşanma konusundaki nihai karar 1919 yılının Şubat ayında verildi. Mia, Basel’e taşındı ve kendisi de İsviçre ve İtalya sınırındaki Montagnola’ya yerleşti. 

    ‘’Burada günlerdir derin bir yalnızlık yaşıyorum. Kimseyi tanımıyorum. Ama çalışıyorum. Çok çiziyorum, bu yazarken doğru tonları bulmama yardımcı oluyor. Çok şey söylemek istiyorum!’’

    Savaştan sonra değeri düşen Alman para birimindeki kazancı hiçbir şeye yetmemeye başladı. Neredeyse yoksulluk içinde yaşıyordu. Ancak sakinliği yine kendi içinde bulmaya çalıştı: naturalizmin destekçisi oldu. 

    ’Kişisel hayatımın çöküşünden sağ çıkmaya, toparlanmaya ve şu anda tüm Almanya’nın hissettiği şeyi hissetmeye çalışıyorum: olanların sorumluluğunu başkasının üzerine atmadan kabul etmek, bunun bedelini ödemek ve kadere evet demek’’

    Sonraki yıllarda İtalyanca konuşulan Ticino kantonunda yaşamaya başladı. Boşanma davası uzamıştı çünkü Mia’nın tekrar tedavi için hastaneye yatması gerekiyordu. Maddi sıkıntıların yanı sıra çocuklarıyla da ilgilenmesi gerekiyordu. Yine kendisini bir çıkmazda bulan Hesse, psikanaliz seanslarına devam etmeye karar verdi. Zürih’te kendisine içten hayranlık duyduğu Carl Gustav Jung ile tanıştı. Jung’un seanslarının ardından şu cümleleri yazdı; ‘’Jung ince bir zekaya ve güzel karaktere sahip, hayat dolu birisi. Ona çok şey borçluyum’’

    11 Ocak 1924’te Hermann Hesse, Ruth Wenger ile evlendi. Evlendiklerinde Hesse kırk altı, Wenger ise yirmi altı yaşındaydı. Ancak bir hafta içinde genç karısını Basel’de bıraktı ve habersizce Montagnola’ya döndü. Ve evli kaldıkları üç yıl boyunca da birlikte yaşamadılar. Pek bir ortak noktaları yoktu ve Hesse’nin birlikte yaşamamak istememesinin sebeplerinden biri olarak da Ruth Wenger’in çok fazla evcil hayvanı olması ve Hesse’nin bundan memnun olmaması gösterilir. Üç yılın sonunda ise bu duruma daha fazla dayanamayan Ruth Wenger(Karl Hofer ile kısa süreli bir ilişki yaşamasının ardından) boşanma davası açtı. Duruşmada Hesse’nin nevrotik, psikopat, alkolik ve sorumsuz biri olduğunu dile getirdi. Bunun üzerine Hesse’nin duruşma salonunda verdiği yanıt unutulmaz oldu; ‘’Senin için birçok şeyi yok ettiğimi söylemeye çalışıyorsun. Ama ben sadece senin benim hakkımda düşünmek istediğin tabloyu yok ettim’’

    İnsan olmak acı çekmek demektir

    Ruth Wenger’den boşandıktan sonra 1910 yılında ona hayran bir okuru olarak mektuplar yazan sanat tarihçisi Ninon Auslander ile evlendi. Üç evliliği içinde kendini en özgür hissettiği evliliği buydu. Fakat buna rağmen yine de şu cümleleri söylemekten kendini alıkoyamadı; ‘’aşkın, evliliğin ve dostluğun en mükemmel biçimini bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki, varlığımın bir parçası her zaman gizlenmiş ve yalnızlıkla damgalanmış’’

    Hesse, on yıldan fazla bir süre en büyük eseri olan Boncuk Oyunu romanı üzerinde çalıştı. Ancak nazi almanyasında(buraya bir not düşüyorum, daha önceki yazılarda nazi ve nazi almanyası ifadelerine küçük harfle başladığım için bunu gözden kaçırdığıma dair mesaj almıştım, lakin naziler ve nazilerin yanına eklenen almanya herhangi bir özel isim statüsünü haketmediği için bilinçli olarak küçük harf tercihi yapıyorum) Boncuk Oyunu ve yazarın diğer kitaplarının yasaklanması onu çok ciddi etkiledi. Finansal olarak çok zor duruma düştü ve el yazmalarını satmak zorunda kaldı. 

    Ancak her şey bittikten sonra 1946 yılında Goethe Edebiyat Ödülü’nü ve ardından Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ancak o dönemde sanatoryumda bulunan yazar ödül törenine gelemedi. 

    Hayatının son yıllarında lösemi olan Hesse, genellikle sinirli ve yorgundu. Görme yeteneği hızla bozuluyordu. Teselliyi klasik müzikte buluyor, radyodaki konserleri büyük bir heyecanla dinliyordu. Tüm yorgunluğuna rağmen bahçe işleriyle uğraşmak ona kendisini iyi hissettiriyordu. 8 Ağustos 1962’de uykusundayken beyin kanamasından öldü. Yazar, seksen beş yıl süren uzun bir hayat yaşadı. Psikoterapi seanslarıyla, yazıyla, kendi zihinsel sorunlarının farkındalığı sayesinde intihar etme dürtüsünün üstesinden gelebildi ve dünyada büyük bir iz bıraktı. 


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.