Caravaggio'dan Katy Perry'ye Sanatta Acının Tasviri

Caravaggio'dan Katy Perry'ye Sanatta Acının Tasviri
  • 9
    0
    0
    0
  • Katy Perry’nin Unconditionally şarkısı yayınlandığı 2013 yılından beri çok konuşuldu, hakkında çok yazılıp çizildi. Klibi kimileri tarafından neredeyse müzik klipleri tarihinde en değerli çalışmalardan biri olarak kabul edildi. Kimileri de bu şarkının Katy Perry için çok fazla olduğunu, bu şarkıyı Katy Perry gibi birisinin hak etmediğini düşündü. Fakat pek konuşulmayan, neredeyse üzerinde hiç durulmamış başka bir konu vardı; o da single’ın kapağıydı. 

    Katy Perry’nin siyah, eski model bir arabanın ezilmiş kaputu üstünde yatması ve etrafının çiçeklerle kaplı olması ne anlama geliyordu? Bunu anlamak için 1947 yılına gitmemiz gerekiyor. 30 Nisan 1947’de Empire State Binası’nın 86. katından bir kadın kendini boşluğa bıraktı. Bu kadının adı Evelyn McHale’di. Sadece 23 yaşındaydı. İntiharın hemen ardından atladığı 86. katta bir köşeye katlayarak koyduğu paltonun içinde, düzgünce katlanmış ve gayet okunaklı yazılmış bir not bulundu. Kız kardeşine bıraktığı düşünülen not şöyleydi; 

    ‘’Ailemden veya yakınlarımdan hiç kimsenin benim tek parçamı dahi görmesini istemiyorum. Lütfen cesedimi yakarak yok eder misin?  Ve yalvarırım benim için ne bir tören ne de bir anma düzenlensin. Nişanlım haziranda onunla evlenmemi istedi. Kimse için iyi bir eş olacağıma inanmıyorum. O bensiz çok daha iyi. Babama söyle, bende annemin huylarını taşıyorum’’

    Kimse tarafından görülmek ve konuşulmak istememişti ancak intihar ettikten sadece dört dakika sonra Robert Wiles adındaki bir fotoğrafçılık öğrencisi tarafından cesedinin fotoğrafı çekildi. Bu fotoğraf daha sonra Life dergisinde yayımlandı ve neredeyse Amerika’nın gündemine oturdu. Herkes intihardan çok, bu fotoğrafın estetik biçimlerini konuşuyordu. McHale’in istediği gibi onun için herhangi bir tören düzenlenmedi ve cesedi yakıldı. Fakat intiharı uzun süre gündemden düşmedi. Daha doğrusu gündemden düşmeyen, onun kendini öldürmesi değil, cesedinin ne kadar güzel, sanki ölmüş değil de uykudaymış gibi olağanüstü göründüğüydü(!) Ve bu fotoğraf daha sonra ‘’en güzel intihar’’ adını aldı. 

    İnsanın mana yaratma arzusu içinde bir canlı olması tek bir parçasının bile görülmesini istemeyen bir kadının intiharını, profesyonellerin büyük oranda olay yeri inceleme fotoğrafı olarak bakabileceği bir görüntüyü estetik olarak temalaştırmasına ve bu temanın da 66 yıl sonra Katy Perry’e kadar ulaşmasına neden oldu. Aslında bu konuda Katy Perry tek örnek de değildi. 1984 yılında Amerikan punk-rock grubu Saccharine Trust da Surviving You, Always albümünün kapağında fotoğrafı birebir kullandı. Dawid Bowie Jump They Say teklisinin ve Radiohead, Street Spirit teklisinin kliplerinde bu fotoğrafa gönderme yapan sahneler gösterildi. Hatta Hadise de Hay Hay klibinde bir sahnede bu anı canlandırdı. 

     

    Peki nasıl oldu da insan zihni ölümden yola çıkarak acıyı ve acıdan da yola çıkarak duygusal ağırlığı ve manayı keşfetti? Ve sonra da nasıl keşfettiklerini bir köşeye bıraktı. Bunun için biraz daha eskiye, ağrının ve acının fizyolojisine inelim. 

    Ağrı, türlerin hayatta kalmasına katkıda bulunan en eski biyolojik savunma mekanizması olarak vücutta bir şeylerin ters gittiğinin bir işaretidir. Ağrı/acı yalnızca insana özgü bilişsel-duygusal bir yapıdır. Ağrı olgusunu anlamak, filozof Ernst Cassirer’in ‘’sembolik biçimler’’ dediği şeyin yardımıyla anlaşılabilir ve bunlar arasında en bariz olanı ise sanattır. Fizyolojik olarak acının kökeni temelde aynı olsa da, dönemden döneme bunu farklı şekillerde yansıtmak ve kavramak toplumların kültürel yapılarını da idrak edebilmemiz konusunda önemlidir. 

    Acıyı dil ile ifade etmek zordur. Kesin olarak söylemek gerekirse, hayatta karşılaştığımız olayların hiçbiri kelime ile özdeşleştirilemez. Bu bir pipo değildir derken Rene Magritte’in kastettiği de aslında buydu. Bunu bir de akut ağrı/acı ile birleştirirsek, bunun şiddetine göre birini konuşma yeteneğinden dahi mahrum bırakacağını söylemek abartı olmaz. Örnek vermek gerekirse işkence gören birinin bunu bir öyküye dönüştürmesi, işkence anında yaşadığı acıyı olduğu gibi tüm ayrıntılarıyla anlatabilmesi pek olası değildir. Geriye tüm bunların tortusu kalır ve sanat tarihinde acı tasviri, fizyolojik acının bir tortusu olarak dahi olsa acının kendisine hiç olmadığı kadar yaklaşmamıza ve empati kurmamıza neden olabilecek kadar güçlü olabilir. Çünkü bu tortu, yaşananın kendisinden bile güçlü bir anlamı ortaya koyabilir. 

    Bunu soyuta indirgersek acıya yönelik tutumlar, -özellikle duygusal ıstırap söz konusu olduğunda belirli bir toplumda gelişen ‘’acı çekme’’ kültürüne bağlıdır.  Bu tür deneyimlerin dokunaklılığı ve meşruiyeti de sosyokültürel bağlam tarafından belirlenir ve farklı ‘’gönül yarası’’ gelenekleri nedeniyle, bazen nasıl yas tutulacağı ve buna ne denli sempati duyulup duyulamayacağı konusunda görüşler farklılık gösterir.

    Sanatın dili, belki de ifade edilemeyeni betimlemeye uygun olan ve yakalanması zor bir duygunun izini sürmemizi sağlayan tek araçtır. Ve sanatta acı imgelerinin evrimleşmesine bağlı olarak, farklı zamanda ona karşı tutumlar da doğal olarak değişiklik göstermiştir. 

    Acının(ve aşırı zevkin) göz ardı edilmesi gerektiği duygusallığın bunun üzerinde hâkimiyet kurmasına izin verilmediği eski dünyanın aksine, Hıristiyan kültürü acıyı, günahların kefareti ile ilişkilendirmiştir ve bunu yüceltmiştir. Çünkü bir mükâfat olarak cennet –özellikle de Tanrı yolunda çekilen acıların bir karşılığı olarak vaad edilmiş ve bir kahramanlık olarak acıya yer vermemek(M.Ö 550 Prometheus ve Atlas tasvirinde bir kartal tarafından karaciğeri sökülen Prometheus’un dimdik durması –eski yunan kültüründe karaciğer insan duygularının merkeziydi- ve herhangi bir acı belirtisi göstermemesi vb) başka bir boyuta evrilmişti(Jacob Jordaens’in 1642 yılında tamamladığı Prometheus tablosu örnek gösterilebilir

    Rönesans: Acının Görüntüsü

    Rönesans’ın öncü ressamı olarak anılan Giotto di Bondone, ‘’Ağıt’’ freskinde ruhsal acıyı Bizans sanatında benzeri görülmemiş bir anlatımla resmetmiştir. İsa’nın bedeninin üzerindeki melekler, yüzlerinde üzüntü ifadesiyle uçuşurlar. Yenilikçiliğin ta kendisi skolastik fikirlere göre acı hissetmemeleri gereken meleklerin insan suretinde acı çektiklerinin görünmesidir. Giotto onları sanki değer verdikleri bir insanı kaybetmişçesine yas tutuyorlar gibi göstermiştir. 

    İnsan figürlerinin anatomik olarak doğru orantılarda ve hatlarda olmasının yanı sıra, İsa’nın çektiği acıların konusu da melekler haricinde resme sıkıca dâhil edilmiştir. Umberto Eco bu konuda hakkında; ‘’rönesans ve sonrasında, insan vücuduna ve onun güzelliğine artan ilginin olduğu bir atmosferde, fiziksel acıyı ‘’süsleme’’ eğilimi vardır, bu nedenle odak noktası sergilenen cesaret olmuştur’’ diyordu. 

    Kalokagathia idealinin etkisi altında, acı estetize edilmiş ve acı anında çok da doğal görünmeyen vücut ilâhi düşüncelere yol açmıştır. 

    Örneğin Aziz Sebastian’ın Rönesans sanatçıları için ölümü, yalnızca zihinsel dayanıklılığı değil, aynı zamanda estetik güzelliği de betimleyebilmek için bir fırsattır. Ruh ve bedenin mükemmel uyumunu göstermek haricinde, acı çeken kahramanların ıstıraba kapılmadığını veya onurlarını bir köşeye bırakmadıklarını da estetik olarak göstermeye çalışmışlardır. 

    Ancak Yüksek Rönesans sırasında sanatçılar bu ilkeyi ihlâl etmeye başlarlar. Bireysel duygunun daha derin ve daha incelikli tasvirleri ortaya çıkmaya başlar. Leonardo Da Vinci’nin yarım kalmış Aziz Jerome tasvirinin yüzünde bunu görebilmek mümkündür.

    16. yüzyılın başlarında, Roma’daki Esquiline Tepesi’nde mükemmel bir şekilde formunu koruyabilmiş bir heykel grubu keşfedildi. Bu, Laocoön ve Oğulları’nın yılanlarla sarmalanmış bir Roma mermer heykeliydi. Rönesans’ın eğitimli insanları bu çalışmayı Plinius’un yazılarından biliyorlardı ancak bildiklerinin aksine, heykeli görmek onları hayrete düşürdü. Çünkü heykel, Plinius’un tasvirinin çok uzağındaydı. Heykelde acı estetize edilmeden olduğu gibi kendini yüzlerde gösteriyordu. 

    Heykelin keşfi, figura serpentinata olarak herkesi oldukça etkiledi ve Rönesans ressamlarına ilham verdi. 

    Caravaggio’nun Medusa’sı aynada kendi kopmuş kafasına bakarken içinde bulunduğu dehşeti oldukça iyi yansıtan örneklerden biri.

    Rönesans’ın ahenk ve güzellik idealinin çöküşüyle birlikte yeni bir standart ortaya çıktı: acı çekmenin dehşetinin olduğu gibi gösterilmesi. 17. Yüzyılın başında Gian Lorenzo Bernini, sonsuza kadar acı çekeceğine inanan tövbe etmemiş bir günahkarın çektiği acıyı mermer üzerinde tasvir etti. 

    Flaman Barok geleneğinin en etkili ressamı Rubens, İsa’nın çarmıhtan çıkarılması sonrasını son derece doğal resmetti. O dönemin asi ve huzursuz ruhuyla yankılanan bu tasvir oldukça büyük ses getirdi. 

    Gizemli ve karanlık olan her şeye ilgi, 19. yüzyılda kasvetli resimlerin ve edebiyatın ortaya çıkmasına yol açtı. Bu şekilde geliştirilen temalar ve olay örgüsü: acımasız suçlular, ölülerin ayaklanması, hayaletler, canavarlar, hastalıklar –mantıksız ve vahşi olana duyulan ilgiyi ifade etti. Yavaş yavaş, insanların bastırdığı korkulara karşı bir ayna görevi gören korku türü oluştu. Arkaik duygusallık arayışındaki romantikler, eski efsanelere ve mitolojik konulara yöneldiler. Acı görüntülerinin yerini, korku görüntüleri almaya başladı. Yazımsal olarak Edgar Allan Poe’nun ve H. P. Lovecraft’ın eserlerinde bu temalar net olarak görülür. 

    Modernitenin Başkalaştırılmış Acısı

    Aristokratik savaş ideali çerçevesinde ölüm ve acı savaşta küçümsenirdi ve asla kabul edilemezdi. Ölen ya da ölmek/öldürmek için saldıran/yara alan kimsenin acı çektiğine inanılmazdı. Ancak gaz saldırıları, toplar, tanklar ve basın, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce var olan tüm eski kahramanlık modellerini yok etti. Savaşın saçmalığı, pisliği ve insanların savaşta nasıl acı çektikleri Erich Maria Remarque tarafından romanlarında işlendi. 

    20. yüzyılda sanatta fiziksel acı, giderek şiddetin bir özelliği olarak ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzyılın bütün felaketleri sinemadan edebiyata her alanda artık olmazsa olmaza dönüştü. Dolayısıyla bu da acıyı görünür ve nesnel kıldı. Öte yandan tüm bunlar normalleşti ve etkileyici bir tasvir olmaktan da tamamen çıktı. Bugünün gerçekliği, herhangi bir internet kullanıcısının sadece birkaç tıklamayla ulaşabileceği en vahşi görüntülere, savaşların artık neredeyse canlı yayınlarda izlenmesine tekabül ediyor. Ve dolayısıyla acı tasvirinin uç noktaya geldiği Rönesans devrinden çok sonra, -şimdiki zamanda- artık en gerçek görüntüler dahi çoğu insan üzerinde bir etki bırakmıyor. Bu da –özellikle popüler kültürde ilgi çekmeyen gerçeğin kendisini bir köşeye bırakarak, bir intihar sonrasını kendi tarzınca canlandırarak ‘’acı’’ tasvirinde bulunan Katy Perry’nin ve benzerlerinin yarattıklarının üzerinde durulmasına neden oluyor. Bu noktada da, ‘’artık gerçeğin ötesine geçtik ve kendi gerçeğimizi gerçeğin ötesinde aramaya başladık’’ diyen yazarı haklı çıkarıyor. 

     

     

     

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.