Kitabımızın baş karakteri Siddharta Brahmanizm'in hakim olduğu bir sarayda Brahminların öğretileriyle büyümekteydi. Yürüyüşüne, oturuşuna, kalkışına, dimdik başına ve kral bakışlı gözlerine herkes hayrandı. Konuşması ile, düşündükleri ile, düşünme üzerine düşündükleri ile herkesi etkileyebiliyordu. Babası oğlunun büyüdüğünde büyük bir bilge, bir rahip veya ermiş bir kişi olacağına inanıyordu. Arkadaşı, yoldaşı hatta gölgesi diyebileceğimiz Govinda ise herkesten çok seviyordu onu.
Tüm bunlara rağmen Siddharta mutlu değildi, kendisi sevinç duyamıyordu. Herkese bu kadar mutluluk verirken, kendini bir türlü mutluluğa kaptıramıyordu; içinde duyumsayamıyordu huzuru. Irmağın sularından, geceleri parıldayan yıldızlardan, güneşin eritici ışınlarından huzursuz düşünceler akıyordu içine. Anasının, babasının, arkadaşı Govinda'nın sevgilerinin bile kendini mutlu kılmayacağını, ona huzur vermeyeceğini duyumsamaya başlamıştı. Babasının ve değerli Brahminlerin öğretileri içinde bir yerlerde doymayı bekleyen aç dağarcığına akıyordu ama elinde olanlarla ruhunu doyuracağından, huzura ereceğinden emin olamıyordu Siddharta. İçinde yaşadığı toplumun ona biçtiği "persona", toplumsal roller; kendi ben'ine ulaşma yolunda en büyük engeliydi. Yaşadığı huzursuzluğun en temel kaynağı da buydu.
Brahminlerin öğretisi Siddharta'yı tatmin etmeyince Kendi Ben'ini sorgulamaya başladı.
"Nedir bu Ben? Nerede başlayıp, nerede biter? Et olmayan, kemik olmayan, bilinç ya da düşünce olmayan bu Ben nerededir? Bu Ben, en son nesne ya da öz nasıl bulunur?”
Bu tarz sorular Siddharta'nın zihnini devamlı meşgul ederken, günlerden bir gün kentlerinden geçip gitmekte olan Samanalarla karşılaştı ve o an bu çileci gezginlere katılmak için yoğun bir istek duydu. Aç kalarak, oruç tutarak, dünyevi zevklerden uzak bir yaşam sürerek nefsini terbiye etmeye çalışan Samana'lar Siddharta'yı etkiledi. Siddharta ona bu acı veren, onu huzursuz eden Ben'i ortadan kaldırmanın tek yolunun ona eziyet etmek, onu nefsiyle terbiye etmek olarak düşündü. Ben'i ortadan kaldırmak için öncelikle onun isteklerini ortadan kaldırması gerektiğine inandı tıpkı Samana'ların yaptığı gibi. Arkadaşı Govinda'yı yanına alarak rahmin'lerden ayrılıp Samana'lara karışacağını söylemek için babasının yanına gitti. Babasının gönlü her ne kadar gitmesine razı olmasa da oğlunun bilgelik yolculuğu, huzur arayışı karşısında eli kolu bağlandı.
Siddharta ve Govinda o gün akşama doğru Samana'lara yetiştiler ve bağlılıklarını bildirirler. Giysilerini yoldan geçen bir Brahmine verdi ve yalnız peştemali ve içliği ile kaldı. Seçtikleri yeni yolda günde sadece bir kez yemek yiyorlar ve pişmiş hiçbir şeyi ağızlarına sürmüyorlardı. Siddharta'nın tek bir amacı vardı artık; boşalmak, susuzluktan, tutkulardan, düşlerden, zevklerden ve üzüntülerden arınmak. Benliğini öldürmek, ben olmaktan çıkmak. Benlik bütünüyle öldürüldüğünde tüm tutkular, tüm arzular susacak, varlığın ben olmayan o iç özü, o büyük sır uyanacaktı.
Siddhartha, dostu Govinda ile üç yıl boyunca, dünya hayatından uzak durarak nefislerini öldürmeye çalıştılar. Samanalar çok şey öğretti Siddharta'ya. Benliğini yok etmenin çeşitli yollarını öğrendi; acı duyarak, bu acıya isteyerek katlanıp bu acıyı yenerek, kafasını tüm imgelerden soyutlayarak... Ne var ki çektiği tüm bu çilelere rağmen benliğinden kaçmanın yaşamın acısına, aptallıklarına karşı geçici, hafifletici bir çare olduğunu fark etti. Devamlı kaçmaya çalıştı benliğinden ama bir köşe başında kendisini bulduğu, yine Siddharta olduğu gerçeğiyle yüzleşti hep. Bu sıkıntıdan kurtaramadı kendini. Bulduğu avuntuların kendini kandıracak oyunlardan ibaret olduğunu fark ettiğinde aradığı yolun bu olmadığını acı bir şekilde duyumsadı. Bu anlamsızlık dürtüsü dostu Govinda'yı yanına alıp Buddha ile tanışma yoluna götürdü onları. Buddha ile karşılaştılar ve onun öğretisini dinlediler. Buddha evrenin bütünlüğünden, varlığın ezeli ve ebedi yasalarla işlediğinden bahsetti. Dostu Govinda’nın Buddha’dan çokça etkilenmesine rağmen, Siddhartha onun öğretisinde bir açıklık buldu ve bunu Buddha'ya bildirdi.
"Ey yüce kişi! Öğretinizde her şey apaçık, bütünüyle kanıtlanmış. Dünyayı bütün, kesintisiz, neden sonuç ilişkisi ile birbirine bağlı bir zincir olarak gösteriyorsunuz. Bu hiçbir zaman böylesine anlatılmamış, böylesine çürütülemez bir biçimde gösterilmemişti. Bütünüyle tutarlı, hiçbir boşluğu olmayan, billur gibi duru, şansa bağlı olmayan, Tanrılara bağlı olmayan bir dünya. Bu dünyanın iyi ya da kötü olması, yaşamın tüm acı ya da tüm zevk olması, ya da belirsiz olması ama dünyanın gene de bütün olduğu, tüm olayların kendi içinde tutarlılığı, büyüklerin de küçüklerin de hep o aynı varoluş ve ölüm içinde akışı, o aynı neden yasasıyla kucaklanışı. Ey Eksiksiz Kişi, ama öğretilerinize göre bu birlik, bütün varlıkların böyle bir nedenle, mantıkla birbirini izlemesi bir yerde bozuluyor. Küçük bir yarıktan bu bütünlük dünyasına garip bir şey, yeni bir şey, daha önce orada olmayan ama gösterilip kanıtlanamayan bir şey giriyor. Bu da sizin dünyanın üstüne çıkma, kurtulma öğretiniz. Oysa bu küçük yarıkla o dünya yasası yeniden bozuluyor.---İşte bunun için kendi yoluma gideceğim; daha başka, daha iyi bir öğreti aramak için değil -çünkü biliyorum ki yok böylesi.- Tüm öğretileri, tüm öğretmenleri bırakıp kendi ereğime yalnız başıma ulaşmak ya da ölmek için gideceğim."
Siddharta'nın bulduğu açıklık Buddha'nın öğretisinin kendisidir ve gitmeye karar verir. Çünkü varlığın böylesine neden sonuçlar zincirinde, tutarlı bir biçimde açıklandığı bu durum içerisinde bir açık bulan kişi artık o düzen içerisinde barınamaz. Ruhundaki uyanışın etkisiyle bakışlarını dış dünyaya çevirir, hayret duygusuyla doğayı ve doğa yasalarını incelemeye başlar. Duyu ve düşünce evrenlerinden birini diğerine tercih etmeden önce her ikisini de benimsemesi gerektiğine karar verir ve yola koyulur. Geceyi karşısına çıkan bir kayıkçının kulübesinde geçirir ve o gece bir rüya görür. Bu rüya Siddhartanın ruhsal bütünlüğe ulaşma yolundaki çabasını manevi olandan maddi olana yönelen bir çağrı niteliğindedir.
Maddi hayata yönelişin ilk durağında Kamala adı verilen, zengin, kibar ve güzel bir fahişe ile karşılaşır. Ruhsal bütünlemesine ulaşma yolundaki eksiklerinden biri de cinsellik olan Siddharta bu kadından sevmeyi ve sevişmeyi öğrenmek ister. Nitekim öyle de olur. Siddharta bireyleşim sürecinde dünyaya dair ne varsa Kamala'dan öğrenir. Onun sayesinde bir tüccarın yanında çalışarak insanların dünya yaşamına ilişkin korkularına, tasalarına, sevinçlerine tanık olur. Mal mülk sahiplenir, kumar oynar, kazanmayı ve kaybetmeyi öğrenir. İçkiye bulaşır, maddi yaşamı tüm yönleriyle deneyimleme fırsatı bulur. Dünya hayatına ait bu deneyimler Siddharta'nın kendi ben'ini ortaya çıkarma sürecinde alt etmesi gereken karanlık yönleridir. Uzun bir süre bu şekilde hayatını sürdürdükten sonra acı bir şekilde öncesinde küçümsediği insanlara dönüştüğünü fark eden Siddharta, bu anlamsız yaşamdan da bir an önce sıyrılma isteği duyar. Bu farkındalığın geliştiği zamanlarda gördüğü bir rüya Siddharta'ya kendini bulmak için bu hayattan sıyrılıp ilerlemesi gerektiğini hatırlatır. Aslında bu rüya Siddharta'nın kendi yoluna gitme arzusunun bir yansımasıdır. Gördüğü rüyadan sonra yaşama dair elde ettiği bilgilerin içindeki doymak bilmez öğrenme isteğine ket vurduğunu gören Siddhartha ona ilerlemesini emreden iç sesi bir kez daha duyar. Bu maddi dünyada elde ettiği ne varsa o şekilde bırakıp o gece şehri terk eder ve ırmağın kıyısına döner.
İçine karıştığı bu maddiyat maneviyat dünyasının anlamsızlığının oluşturduğu girdap Siddhartha'yı intiharın eşiğine getirir ve bu sefil hayatını bir an önce sonlandırarak huzura kavuşmak ister. Fakat hesaba katmadığı bir uyanışı, ırmakta geçirdiği vakitlerde ansızın yaşar. Dünyanın karşıt duygu, durum, olay ve
oluşumların bir bütünlüğünden oluştuğunu, tek taraflı olmadığını fark eder. Geçmiş, şimdi ve gelecek ekseninde geçip giden hayatın insanı anlam bulma yolunda yanılsamalara sürüklediğini ve benliği maddiyat ve maneviyat ekseninde paramparça ettiğini keşfeder. Bastıramadığı bir dürtü ve hayatının yegane amacı haline gelen anlam arayışının onu bambaşka hayatlara, bambaşka yollara sürüklediğini; ve gözünü kör eden amacının bu uğurda sahip olduklarını da elin aldığını acı bir şekilde yüzüne çarpar. Geldiği nihai noktada vardığı tek bir sonuç vardır; "Bilgi, bir başkasına aktarılabilir. Bilgelikse, hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelik mucizeler yaratabilir ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez."
İnsanın kendi ben'ine ulaşma ve anlam bulma arzusunu sarsıcı bir biçimde ele alan bu kitabın incelemesini, kitabın yaratıcısı olan Herman Hesse'nin bir sözü ile sonlandırmak istiyorum.
"Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez. Çokluk, bir türlü bulmayı beceremez, dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz. Çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep. Çünkü bir amacı vardır. Çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak, bir amacı olmak demektir. Bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak."
Hermann Hesse
Yorum Bırakın