yazmaya değer bir şey

yazmaya değer bir şey
  • 11
    0
    0
    0
  • Sevgili Güneş, 

    Bağışla beni. Çok uzun zamandır, kalp kıracak kadar uzun zamandır; sana tek kelime yazmadım, farkındayım. Fakat ne yazmalıyım, ne söylemeliyim bilemedim. Buralarda pek kayda değer yeni bir gelişme olmuyordu, yaşıyordum işte. Rahat bir yatakta uyuyor, güzel yemekler yiyor, koyu yeşil şemsiyeli yollarda yürüyor ve yapılan tüm o şakalara kahkahalar atıyordum. Hepsi birbirine benziyordu, şikâyetçi değildim elbette, böyle bir hayattan şikâyetçi olmak riyakârlıktı, biliyordum. Ama nasıl anlatsam sana bunu; bütünü güzeldi, bütünü güzel olduğundan birbirine benzerdi. Sanıyordum ki içleri boş olan onlardı, bundandır ki yazmaya değer değillerdi. Aklıma sıklıkla geldin, bir şey bulsam da anlatsam ona dedim fakat ne kadar bakınıp dursam da etrafıma, bulamadım. Bu yüzdendir ki tek kelime yazamadım. 

    Kızgın değildim, üzgün değildim, heyecanlı değildim, coşkun bir sel gibi ya da durağan bir su gibi de değildim. Boşluk gibiydim, bağırsan bile tek kelime duyuramayacağın bir boşluk gibi. Günlerim güvenli, tanıdık ve de akılcıydı. İnan bana kime anlatsan bunları ideal bir yaşam olarak tanımlardı, biraz söylensem beni doyumsuzlukla suçlardı. Kim bilir belki de haklı olurdu. Fakat zaten söylenmezdim, rahatsız olmuş gibi, bir şeyler eksik gibi, yetersiz gibi hissetmiyordum. İşin aslı hissetmiyordum. Pekâlâ, bu yüzden bana doyumsuz demek bir sandalyeye doyumsuz demekten pek de farklı değildi. Küçükken okulda görme testi yapılana kadar gözlerimin bozuk olduğunu anlamamıştım, hepimiz öyle görüyoruz, normali o sanıyordum. Ben hepimiz böyle yaşıyoruz, normali bu sanıyordum. Hiç denizi görmemiş, hiç ona denizden söz edilmemiş yıllardır kendi çölünde yaşayan biri gibiydim. Çölümde yaşayıp gidiyordum işte. 

    Sonra o geldi, denizi müjdeler gibi.

    Ben deniz ne demek bilmediğimden, ona inanmadım.

    İlk önce güldüm ona, pek umursamadım. Bu da kim, bu hayalperest dedim. Kendi hayal dünyasında yaşayıp olmayacak rüyalar görüyor, kendini ve dünyayı olduğundan farklı sanıyor. Bir de utanmadan bu rüyayı herkes görsün istiyor. Bu züppe, bu çocuk, bu akılsız. Her şeyi gördüğünü, beni bile bildiğini sanıyor, bu hadsiz.

    Sonra kavga ettim onunla, yanlış anlama beni onu kayda değer gördüğümden ya da kavgaları kazanmak istediğimden değil. Onunla başka ne yapabilirim bulamadığımdan onunla kavga ettim. Ah söylediklerini bir duysaydın, kibirlenişini bir görseydin. Kendini dünyanın merkezi sanan küçük bir çocuk gibi. Bense içimden gülüp durmaya devam ettim ona. Ona karşı söylediklerimi kast bile etmiyordum, sadece öyle dersem ne yapacağını görmek istiyordum. Bu bir oyundu, oynuyorduk. Oynuyorduk fakat yalnız ben oynamak istediğimden. Yani ben öyle sanıyordum. 

    İşte bazen kördür insan, gözünün önünde olup biteni göremez. Sonra görür de kabul edemez. O da bana bakarak şöyle diyordu içinden o sıra: Bu züppe, bu çocuk, bu akılsız. Her şeyi gördüğünü, beni bile bildiğini sanıyor, bu hadsiz…

    Sevgili Güneş, ben bir oyun arkadaşı bulmuştum.

    Kimse beni sinirlendiremezdi fakat bazen öyle bir şey söyledi ki sinirden başım döndü. Kimse beni üzemezdi fakat bazı günler onu göremediğimde içim yandı. Kimse bana coşkun hissettiremezdi ama onu gülerken gördüğümde içim içime sığmadı. O bütün renkler gibiydi, o aynı anda tüm doğrular ve tüm yanlışlar gibiydi, o coşkun bir sel ve durağan bir su gibiydi. Ben o olmadan da yaşardım ve şikâyet etmeden yaşamaya devam ederdim çölümde. Fakat o denize düşen kırılmış bir ışığın yansıttığı tüm renkler gibiydi, tüm renkleriyle geldi girdi hayatıma. Ve şimdi denizi bildiğimden, yaşayamıyorum çölümde. Aptal, neden müjdeledin bana denizi?

    Onunla yan yana olduğumuz günler oldu, karşı karşıya olduklarımız kadar. Onunla sessizce birbirimize baktığımız günlerimiz oldu, tüm sokağı inletecek kadar bağrıştıklarımız kadar. Onunla oradan oraya koşturduğumuz günlerimiz oldu, tek bir adım atmadıklarımız kadar. Onunla içimizi ısıtan günlerimiz oldu, buz kestirenler kadar. Fakat hiçbiri birbirine benzemedi, hiçbiri aynı görünmedi. 

    Fakat bir gün tek kelime etmeden bağırıp çağırdı bana yalnızca gözlerimin içine bakarak; buz gibisin, insanlığını kaybetmişsin, hiçbir duyguyu anlamaya, hiçbir duygunun arkasında durmaya yüreğin yok senin. Bildiğim tüm masalar devrildi. Ama gururluydu, ama korkaktı, ama aptaldı. Ne kadar kırıldığını bana göstermeye cesaret edemedi. Kabul etmeye cesaret edemedi, oyuna devam etmeye bile cesaret edemedi. 

    Bana söylemedi.

    Ben onun bir kere olsun beni seçmesini bekledim. Kendini seçse kızmazdım ona ama o her seferinde kocaman parlak yalancı zırhını seçti. Ama gururluydum, ama korkaktım, ama aptaldım. Sürekli ona inanmamak için bahaneler arardım fakat ben geceleri hep sessizce, kimseye söylemeden diledim; beni bahanesiz bırakmasını, beni ona inanmaya mecbur bırakmasını diledim. Yalnızca bir kere içindekileri bana söylemeye cesaret etseydi, ben de buzdan kalbimi eritmeye cesaret edecektim.

    Ona söylemedim.

    İşte bu şekilde günlerce ona dargın onu bekledim. Günlerim daha öncekiler gibiydi, o yokken tüm renkler soldu. Bulamayacağımı bile bile inadımdan başka yerlerde, başka insanlarda aradım o renkleri. Aslında hiç bulmaya çalışmadım, o öyle sansın istedim, arar gibi göründüm.

    Artık onu beklemiyorum. 

    Fakat eğer onun hayatındaki renkler de solup gittiyse, yani olmaz ama olduysa her şeyiyle koşarak gelsin yanıma. Öyle bir gelsin ki ona inanmadığım her günden utanayım, öyle bir gelsin ki ona inanmamak mümkün olmasın. Ben o zaman…

    Söyledim sana artık beklemiyorum onu.

    İşte ben bu sayede sana yazmaya değer bir şey bulabildim Güneş. Sen de eğer yazmaya değer, yaşamaya değer bir şey bulabildiysen… Muhakkak yaz bana.

    Sevgilerimle, 

    Dilek taşını kaybeden arkadaşın


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.