Atatürk ile Edebiyat Tartışması

Atatürk ile Edebiyat Tartışması
  • 3
    0
    0
    1
  • Türk Dili ve Edebiyatı ders kitaplarının sayfalarında küçük bir çerçeve içinde siyah beyaz görüntülü, takım elbiseli, saç ve sakal tıraşları –çoğunlukla nizami yazarlar, bir de üstüne müfredat gereği sınavda başarılı olmak adına onları ezberlemek –neredeyse- zorunlu kılındığı için çoğu kimseye sıkıcı görünmüşlerdir. Onların iç dünyalarına girenler, yazdıklarındaki manayı kavrayanlar bunun pek böyle olmadığını bilseler de genel kanaat onların devam ve başarı zorunluluğu olan bir derste zorunlu olarak öğrenilmesi gereken kişiler olmaları yüzünden bu yöndedir. Sistem sıkıcıysa, dayattığı kişiler de sıkıcıdır algısı ön plandadır. Düşüncede ve edebiyatta farklılık anlayışı dış görünüşten ibaret olan bazı yeni nesil yazarların da sistemi eleştirirken sisteme dâhil edilenleri aradan çıkartmaması ne yazık ki bu genel kanaati bazı zihinlerde meşru kılar.  Oysa ki 1930'larda kabadayı olan ve sonrasında siyaset yüzünden hapse düşmüş Kemal Tahir’in 50’li yılların çoksatarlarının yayınevi olan Çağlayan Yayınevi’nden çıkan Mickey Spillane’ın Mike Hammer hikâyelerini F. M İkinci mahlasıyla çevirmesinin yanı sıra bir de Mickey Spillane’ın tarzını devam ettirerek yine F. M İkinci adıyla devam kitapları yazması pek de sıkıcı insanların yaptığı şeyler değildir. Günümüzde magazin gündemi iki ikonun kavgası üzerinden şekilleniyor ve izleyiciyi çekiyorsa, bir youtuberin gazeteciye saldırması günlerce dilden dile konuşulmaya nasıl devam ediyorsa bir dönem de edebiyat dünyasında yaşananlar günlerce gündemde kalıyor, dilden dile konuşuluyordu. Ahmet Mithat Efendi’nin Sait Bey’in kafasında şemsiye kırıp, meydan dayağı atması da bunlardan biriydi. Her ne kadar bir kişiyi sıkıcılıktan kurtaran şey şiddet eğilimi olmasa da kendi hâlinde ve sıkıcı olarak nitelenen insanların bazı olaylar karşısında birçok kimseden daha uç noktalara çıkabilmeleri ve bu uç noktayla da geçmiş devirlerde gündem belirlemeleri genel algının işleyişi bakımından işin rengini değiştiriyor. 

    Fikret Adil’in Intermezzo(Bohem Hayatı) adlı kitabında 1930’ların edebiyat ortamı ve yazarların bilinmeyen yönleri detaylıca anlatılıyor. Konuyu çıkmaza yönlendirmemek adına bu kitabın incelemesini başka bir yazıya bırakıyorum. Genel itibariyle 1930’lar her alanda geçiş dönemini iliklerine kadar yaşıyor, genç cumhuriyetin günlük gazetelerinde ‘’eski harflerle yazı gönderilmemesi, gönderilen yazıların yeni harflerle yazılmadığı takdirde ciddiye alınmayacağı ve yırtılıp atılacağı’’na küçük bir köşede sürekli yer veriliyor, arka kapaklarda ise yeni harflerle resimli Türkçe alfabenin 20 kuruşa satıldığı ve müfredata uygun olduğu ilanları yer alıyordu. Edebiyat dünyası içinde de Osmanlı’dan bu yana süren eski yeni tartışması yavaş yavaş boyut değiştiriyor, Milli Edebiyat öne çıkmaya başlıyordu. Bunun da iki sebebi vardı; birincisi II. Meşrutiyet ile birlikte zaten temelleri atılan Milli Edebiyat’ın toplumda yer etmesi, ikincisi ise Atatürk’ün toplum için edebiyat görüşünü bir emir olarak algılayan yazarların bu yönde hareket etmesiydi. Bunlardan biri de Galatasaray Lisesi’nin edebiyat öğretmenlerinden, Milli Mücadele zamanında yazdığı yazılarla Atatürk’ün de dikkatini çeken İsmail Habib Sevük’tü. Sadi Borak’ın aktardığı üzere, bir gün genç şairlerden birinin Tuna hakkında yazdığı şiirini kendisine okuyan Sevük’e Atatürk, bu şiir olmamış der ve ona içinde Arapça ve Farsça olmayan öztürkçe bir konuşma yazmasını önerir. Sonra da al eline kalemi sana Tuna’yı dikte edeceğim der. Bu dikteyi ise daha sonra Sevük, Tuna Üzerine Ses olarak şiirleştirir ancak Atatürk’ün ömrü maalesef bu şiiri görmeye yetmez. Ancak Milli Edebiyat’ın özellikle Atatürk yolundan gitmek olduğu anlaşılan döneminde de edebiyatın toplumu hedef gözetmediğini, onun sadece kendini hedef gözettiğini düşünenler de çok fazladır. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar, ölümünden sonra, 1969 yılında derlenen Edebiyat Üzerine Makaleler kitabında şöyle demiştir; ‘’Halbuki hakiki şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir’’(Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 14). 

    1930’ların fikirsel sürtüşmelerinin kimi sesli, çoğu zaman ise sessizce yaşandığı döneminde, 6 Kasım 1938’de Son Posta gazetesi birinci sayfadan ‘’İki edip arasında bir hadise: Evvelki akşam geç vakit, Beyoğlunun büyük lokantalarından birinde iki edip arasında müessif bir vak’a olmuştur’’ diye bir haber girer. 

    Haberin kahramanları İsmail Habib Sevük ile Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Olay 4 Kasım’da yaşanmış, haberi ise 6 Kasım’da gazeteye düşmüştür. Kavganın sebebi ise, Ahmet Hamdi’nin İsmail Habib’in yayımladığı Edebi Yeniliğimiz adlı kitabında neden kendine yer verilmemesini kırgınca dile getirmesidir. Bunu dile getirmesine karşılık ise Sevük kendisine, ‘’Ben, eser üzerine konuşur bir adamım! Kitaba geçecek eseriniz olsaydı, sizden de bahsedileceği tabii idi!’’ diye yanıt verir. Fakat bu yanıttan tatmin olmayan Tanpınar, ‘’şu kişinin de kitabı yok ancak kitabına girdi’’ diye karşılık verir. Sevük’ün izahına ise tekrar yanıt olarak biraz daha nabzı yükseltir ve ‘’bilmem kimin ondan süperyör(İbrahim Şahin’in açıklamasıyla daha üstün) olduğunu'' söyler. Sevük ise, ‘’o benden süperyörse senden nedir anla artık!’’ diye karşılık verir. Bunun üzerine tartışma alevlenir ve kavgaya dönüşme aşamasına gelir. Neyse ki araya girenler buna müsaade etmezler fakat on dakikalık bu olay gündemde epey süre kendisine yer bulur. 

    8 Kasım 1938’de yayımlanan Cumhuriyet gazetesi için ise kendisine olayı soran muhabire şunları söyler Tanpınar; ‘’Ben bir edebiyat tarihine sille tokat girileceğine kani değilim. Ebediyete eserle intikal edilir. Bu zatın eserine girsem bile hakikaten layık değilsem gene çıkarım. Fakat liyakatim varsa yüz sene sonra bu hata tashih edilir. Beni tanıyanlar bilirler ki, ismimden bahsedilmesinden pek hoşlanmam. Bu cins şöhretin meraklısı değilim. Kendi köşemde çalışmayı tercih ederim. Ben şiiri, şiir için sevdim. Her sanatkâr gibi tarihe intikal etmek isterim. Fakat rica veya tehditle değil’’

    Orhan Seyfi, bu konuda Ahmet Hamdi’yi suçlu bulmuş, ‘’Şimdiye kadar şiir ve sanat münakaşalarının hudutlarını aşıp taşarak bir mücadeleye, hatta mudabereye müncer olduğunu işitmiştim. Fakat bir edebiyat mualliminin bir edebiyat müverrihine: ‘’Neye beni edebiyat tarihine sokmuyorsun! diye hücum ettiğini ilk işitiyorum’’ der. 

    Çeşitli gazetelerde köşe yazarları sırasıyla konuyu ele alırlar, dallanıp budaklandırır ve haftanın gündemi hâline getirirler. İbrahim Şahin, 10 Kasım günü Atatürk’ün ölmesiyle konunun kapandığını, eğer Atatürk ölmeseydi konunun birkaç hafta daha uzama ihtimâlinin hayli yüksek olduğunu dile getirir. 

    Ahmet Hamdi’nin edebiyat görüşü, İsmail Habib ile taban tabana zıttır. Ahmet Hamdi kendi içine dönük, bireyin kendi mukayesesi üzerine bir edebiyat anlayışına sahipken İsmail Habib toplumcudur. Her ne kadar birbirlerini eskiden beri tanıdıklarını belirtseler de, edebi anlamda buluşabilecekleri bir ortak noktaları yoktur. Bu durumda Ahmet Hamdi’nin her ne kadar ‘’espri olarak’’ kitapta kendine neden yer verilmediğini dile getirmesinin bilinçaltında saklı bir tepkiyle de ilgisi yüksektir. Her şeye, tüm zıt görüşlere ve ayrılıklara rağmen de İsmail Habib’in ölümünün ardından 26 Ocak 1954 yılında Cumhuriyet gazetesinde ‘’Dostum İsmail Habib’’ başlıklı uzun bir yazı kaleme alır Ahmet Hamdi Tanpınar ve ‘’Ölümünden on iki saat evvel beraberdik’’ diye başladığı yazısında ondan dostlukla söz eder. 

    Huzur adlı kitabının yayımlanmasıyla da halk nezdinde gönülleri fetheder. Bugün Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türk Edebiyatı’nın en nitelikli romanlarından -belki de en niteliklisi- sayılmaktadır. İsmail Habib ise ‘’Avrupa Edebiyatı ve Biz’’, ‘’Edebiyat Bilgileri’’, ‘’Tanzimattan Beri’’ çalışmalarıyla Türk Edebiyatı’nda yadsınamayacak birçok bilgiyi ortaya koymuştur. 

    Sadi Borak’ın, Sevük'ün anılarından aktardığına göre ise Atatürk ile edebiyat hakkında yaşadığı münakaşa edebiyat tarihimize bir anı olarak geçmiştir; 

     

    ‘’Edebiyat Sınavından Korkan Edebiyat Öğretmeni

    Yıl 1932… Şubat ayının üçüncü perşembe günü… 

    Maksim salonu hıncahınç dolu. Valinin himayesinde ‘’Düşkünlerevi’’ yararına bir balo veriliyor… Seçkin davetliler de var: Kumandanlar, bakanlar ve milletvekilleri… Çoğu, hanımlarıyla gelmişler. Danslar ve folklor gösterileri pek ilgi çekici. 

    Gece yarısından sonra davetliler arasında bir dalgalanma oluyor ve kulaktan kulağa bir müjde fısıldanıyor:

    ‘’Gazi geliyor.’’

    Kalabalık bıçakla kesilmiş gibi ikiye bölünüyor ve Reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk, yanında Meclis Başkanı, Başbakan İnönü ve bakanlar olduğu halde baloyu şereflendiriyor. 

    İlk dansı Meclis Reisi, ikinci dansı da Başbakan İnönü yapıyor. 

    Üçüncü dansı yapmak üzere Gazi ayağa kalkıyor. Piste inmek üzere ilerlerken bir köşede Galatasaray Lisesi Edebiyat öğretmeni İsmail Habib Sevük’ü görüyor ve soruyor: 

    ‘’Sen ne zaman geldin, mezun musun?’’

    İsmail Habib cevap veriyor: 

    ‘’Maarif eminliklerinin lağvından sonra Galatasaray Lisesi edebiyat muallimi oldum.’’

    Edebiyata ve şiire karşı daima ilgi duymuş olan Atatürk, bu vesileden yararlanarak konuyu edebiyata getiriyor ve soruyor:

    ‘’Ya, edebiyat muallimi! Öyleyse edebiyatı tarif et bakalım!’’

    Atatürk henüz ayaktadır. Arkasında kadınlı erkekli kabarıkça bir kalabalık var. Caz ve dans durmuş… İsmail Habib, böyle bir soruya cevap vermek için zemin ve zamanı uygun bulmuyor. ‘’Bilmiyorum’’ deyip işin içinden sıyrılmak istiyor. 

    ‘’Vallahi Gazi Hazretleri; bizim Şark kitaplariyle görebildiğim frenk kitaplarında edebiyatın insana kanaat veren bir tarifine rastlayamadım’’ diyor. 

    Atatürk atlamak ve atlatılmak niyetinde değildir:

    ‘’Nasıl olur efendim? Edebiyatın kendi olur da tarifi olmaz mı!’’

    İsmail Habib ayak diremekte kararlı:

    ‘’Ben onun da ne olduğunu bilmiyorum, ama tarifini bilmiyorum’’

    Sorular ve cevaplar birbirini kovalıyor:

    Gazi –‘’Peki mektepte ne okutuyorsun?’’

    Sevük- ‘’Son sınıfa muasır edebiyat, ondan evvelki sınıfa da klasik edebiyat.’’

    Gazi’nin sesinin perdesi yükseliyor:

    ‘’Nerede klasik edebiyat, nerede asri edebiyat?’’

    ‘’Bendeniz bunların varlığını değil, sualiniz üzerine takibettiğimiz programı arzediyorum.’’

    ‘’Sen o programı, mıogramı vekalete anlat, bana değil. Bana edebiyatı söyle bakayım, nedir edebiyat?’’

    İsmail Habib sonuna kadar inat etmeye kararlı:

    ‘’Bilmediğimi arz ettim Gazi Hazretleri’’

    Gazi’nin gözleri alevli:

    ‘’Bilmemek nasıl olur?’’

    ‘’Bilmemek şüphesiz iyi bir şey değil; fakat bilmediğini bilmemek büsbütün fena. Ben hiç olmazsa bu ikincisinden kurtulmuş oluyorum.’’

    Atatürk’ün özelliklerinden biri de karşısındakinin zayıf taraflarını kolaylıkla yakalamak. 

    ‘’Peki hem edebiyat muallimi olmak, hem de edebiyatın ne olduğunu bilmemek! Temsil ettiğin sıfat ne oluyor?’’

    Bütün gözler Atatürk’te… İsmail Habib’i sevenlerin gözlerinde endişe bulutları var. Gazi ne yapacak? Kovacak mı? Atacak mı? Tahkir mi edecek?

    Düşünceleri kurcalayan sorular bunlar. Gazi hiçbirini yapmıyor. Sanki bir şey olmamış gibi, yüzündeki o fırtına bulutları siliniyor, gözlerindeki şimşekler kayboluyor ve ‘’Hepsi iyi; hepsi iyi ama sakın konuştuklarımızı İsmet Paşa duymasın’’ diyor.’’

     

    Kaynakça

    1) Serbest Alan: İbrahim Şahin /IAN Edebiyat

    2)Sadi Borak /Atatürk ve Edebiyat

    3)Ahmet Hamdi Tanpınar/ Edebiyat Üzerine Makaleler

    4)İsmail Habib Sevük/ Atatürk İçin

    5)Kemal Tahir: Romancı Olmadan Önce Sıkı Bir Gazeteciydi/ Emin Karaca

    6)7,8,9 Kasım 1938 Cumhuriyet Gazetesi

    7) 6 Kasım 1938 Son Posta Gazetesi

    8) Kaçak Yayın/ Şubat 2005, sayı:22 

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.