Karınca ve ağustos böceğinin hikayesini bilirsiniz. Birisinin çalışkan diğerinin tembel olduğu ve günün sonunda çalışkanlık ve tembellik üzerinden ders vermeyi amaçlayan bu hikaye aslında yıllar boyunca çalışkanlığın erdemleri üzerine zihinlerimize kazınmış bir görüşü yinelemektedir. Öte yandan, bu hikâyeye baktığımızda ne karıncaya öykünmenin ne de ağustos böceğini yerin dibine sokmanın bize bir şey kazandırdığını düşünmüyorum. Hatta bu hikâyeyi yakından incelediğimizde karıncanın hayatı halihazırda deneyimlediğimiz, kaygı ve korkularımızla bezeli dünya görüşümüzü bize kolaylıkla hatırlatabilir. Hepimizin bildiği üzere bu kısa hikâyede karınca yazın herkesin tatil yaptığı zamanlarda dur durak bilmeden çalışmaya devam ederken aslında onun tek bir önceliği vardır ki o da kışa hazırlanmaktır. Kış geldiğinde ise onun için imkanlar kısıtlanmış; yapılabileceği tek şey olarak geriye yazın evine götürdüklerini tüketerek yaşamak kalmıştır.
Bu görüş bize temelde kontrollü, öngörülü, çalışkan ve irademize hâkim olarak yaşamayı öğütler. Öyle ki karınca yazın çalışırken kendisini baştan çıkaracak tüm çağrılara kulağını tıkamış, gelecek kışın soğuk geçebileceğini düşünerek öngörülü davranmış ve hazırlık yapmış; gösterdiği tüm çabaları özveriyle büyük bir çalışkanlıkla yerine getirmiştir. Gösterdiği bu çabaların devamında bunların hiçbirine sahip olmayan ağustos böceği sefil bir şekilde, soğuk geçen kış ayının ayazında çaresizlik içerisinde kapısına dayandığında karıncanın onun yardım isteğine cevabı şöyle olmuştur: “Bütün yaz gezip eğlendin üstelik benimle dalga geçtin. Kusura bakma yaptığının cezasını çekmelisin” Böylelikle hikâye ağustos böceğinin yüzüne kapanmış bir kapının ardında hatasıyla yüzleşip öylece kalakalmasıyla son bulur.
Burada karıncanın çalışkanlığına, öngörülü ve disiplinli olmasına elbette bir diyecek yok ama diğer taraftan kendisinden yardım isteyen, hata yapmış, bir kimseyi açlığa terk edip kapısını gönül rahatlığıyla onun yüzene kapatıyor olması da oldukça düşündürücüdür. Öyle ya evet ağustos böceği bir hata yapmış olabilir ama doğru davranış biçimi onun hatasını yüzüne vurarak onu açlıkla terbiye etmek mi olmalıdır?
Buradan bakıldığında bu hikâye ile büyüyen çocukların bilinçaltına ektiğimiz düşünceleri sorgulamadan edemiyorum. Bana göre hikâyenin çocuklarımızın zihnine kazıdığı algı şu biçimde gelişecektir: “Her zaman çok çalışmalı ve kimseye muhtaç olmamalısın. Ayrıca sen olanca gayretinle disiplinli bir şekilde çok çalışırken, aylaklık yapan, çalışmayan, hatta sen çok çalıştığın için seninle dalga geçen kimseler bir gün senin yardımına muhtaç olurlarsa kapıyı onların yüzüne öyle bir kapat ki onlar da yaptıkları hatalarını anlasın ve seninle dalga geçmenin bedelini ödesinler!”
Bu düşüncenin ne kadar sağlıksız olduğunu görebiliyor musunuz? Bu fikirlerle büyüyen ve zaman içerisinde zihnine kazınmış düşünceleriyle ilgili herhangi bir farkındalık geliştirememiş birini ele alalım. Bu kişi okul hayatında herkesten çok çalışan, güzel bahar günlerinde okulun hemen yanı başındaki muazzam bahçede çimlerin üzerine uzanıp arkadaşlarıyla sohbet etmek yerine kendisini yurt odasına hapsedip orada saatlerce ders çalışan biri olabilir mi? Olur elbette. Peki bu hikâyeyi zihnine kazımış bu kimse kendisi o güzel bahar günü odasına kapatıp saatlerce ders çalışırken dışarıda aylaklık eden bir sınıf arkadaşı ders notlarını kendisinden istediğinde ne yapacaktır. Kapıyı yüzüne kapatma ihtimali var mıdır? Vardır elbette; neden olmasın.
Peki şimdi hikâyeyi iş hayatına çevirelim. İşkolik diye nitelendirdiğimiz kişiler neden işkolik oluyorlar. Neden hayatlarının merkezine her şeyin ötesinde işi koymayı tercih ediyorlar? Neden aslında kendilerine, ailelerine, dostlarına vakit ayırabilecekken aslında çok gerekli olmasa da özel zamanlarında bile çalışmayı tercih edebiliyorlar. Gerçekte bu motivasyonun kaynağı ne olabilir? Bu noktada cevabını aradığımız bu sorularla bir bakıma yapmak istediğimiz, çalışmanın erdemlerini göz ardı etmekten öte bireyin ruhundaki aşırılıkların ve dengesizliklerin cevaplarını araştırmaktır.
Sizce böyle kimseler ağustos böceğinin hikayesinden etkilenmiş olabilirler mi? Açıkçası ben bu hikâyenin ya da buna benzer yönlendirmelerin bireylerin gelişim süreçlerinden oldukça etkili olduğuna inanıyorum. Kaldı ki bu kısa hikâyeyi ruhunda içselleştirmiş kimseler eğer çok çalışmazlarsa kendilerini güven içerisinde hissetmeyeceklerdir. Ya da belki de çok çalışmamanın onların zihnindeki anlamı bir bakıma ağustos böceği olmakla eş değer bir algı hali dahi olabilir. Bunların hepsi mümkündür. Çünkü çocukluklarında kulağına çalınan bu hikâye, yetişkin olduklarında onlara güvende olmak için çok çalışmaları gerektiğini söyler. Ağustos böceği ve karınca hikayesinin ana teması bir bakıma insanın başka hiçbir şeyi önemli görmeksizin çalışmayı kendisine tek yol olarak seçmesini, eğer bunu yapmazsa ağustos böceği gibi sefalet içerisine düşeceğini söylemektedir. Daha da önemlisi bu tema içerisinde kişi kendisine öğütlenen bu çalışmayı ortaya koyarken onu bu yoldan uzaklaştırmak isteyen kişilerin de sonunda mutlaka zorluklarla yüzleşeceklerini ve onlar bu zorlukları yaşarken asla onlara yardım etmemeleri gerektiğini; dahası onları acılarıyla baş başa bırakarak, bu şekilde derslerini vermeyi öğütlenir.
Aslında baktığınızda hayattan doyum almanın yöntemi ne ağustos böceği olmaktır ne de karınca. Doyum için ihtiyacınız olan sadece ama sadece dengede ve akışta kalabilmektir. Bunu başardığınızda, yaptığınız işlerde hem mutlu hem de başarılı olabilmenizin de önü açılır. Böylece bir Ağustos böceği gibi eğlenceli ama başarısız, ya da karınca gibi başarılı ama sıkıcı olmak yerine eğlenceli ve başarılı olma imkanına da sahip olabilirsiniz.
Ancak bireyin iç dünyasında dengeli bir akış hali yaratabilmesi için dikkat etmesi gereken bazı gereklilikler olduğunu da ifade etmek isterim. Bu gereklilikler, aşağıda sıraladığım düzen dahilinde uygulandığı ölçüde iç dünyamızı dengeli bir akış haline götürecek anahtarı özünde her zaman saklı tutar. Şimdi sekiz madde halinde sıraladığım bu gerekliliklere bir göz atalım:
1. Bireyin kendisini olduğu gibi tam ve bütün olarak kabul edebilmesi; ruhunu yetersizlik hissinden arındırabilmesi.
2. Kişinin performans kaygısından uzaklaşıp yapabileceğinin en iyisine odaklanması; mükemmel olmaktan vazgeçip, sıradanlığını kabul etmesi.
3. Kendi eksikliklerimizi görmek için gönüllü olmak, farkında olmak ve acılarımızı hissetmek.
4. Başkalarından değer görmek için çalışmaktan öte kendi değerimizi kendimize hatırlatmak. (Kendimize hak ettiğimiz değeri vermek.)
5. Adım atmak, konfor alanımızdan çıkmaya cesaret etmek; ertelemekten vazgeçmek, cesaretimizden gelen korkularımızı olgunlukla kabul etmek.
6. Öz şefkatle kendimizi kucaklayabilmek; acılarımızın ortasında, kendimizi olduğumuz halimizle bağrımıza basabilmek.
7. Durmak, içimizdeki sabotajcının söylediklerine kulaklarımızı tıkamak, duygu ve düşüncelerimizi (Gerçeği) kabul etmek.
8. Başkalarını yargılamadan, onları severek yolumuza devam edebilmek. (Güzellik bakanın gözlerindedir.)
Şimdi zavallı karıncayı içine düştüğü yalnızlıktan arındırmanın zamanı geldi. Kendisine görev bellediği, uçları zaman içinde keskinleşmiş, dünya görüşünden onu ayırıp daha dengeli ve akışta bir yaşama doğru onu yönlendirmek için bu hikâyeyi değiştirmeye ne dersiniz? Şimdi karınca ve ağustos böceğinin yeni hikayesine bir göz atalım:
Zamanın birinde yemyeşil bir ormanın içinde türlü türlü böceklerle çiçekler yaşarmış mutlu bir şekilde… Bu böceklerden biri ağustos böceği, bir diğeri de karıncaymış.
Bu orman bahar aylarında kuş cıvıltıları ve yemişlerle dolar; tüm hayvanlar ziyafet çekermiş. Yaz aylarında da eğlenceler başlar şarkılar eşliğinde partiler verirlermiş.
Tüm bunlar olurken çalışkanlığıyla tanınan karınca, çiçeklerden tohumlar, ağaçlardan meyveler, topraktan da yemişler toplar kış için biriktirirmiş. Soğuk havalarda sobasında yakmak için odunlarını da hazırlamış. Hiç yorulmaz, hiç şikâyet etmezmiş; büyük bir disiplin ve ciddiyetle işini yaparmış. Çalışmayı sever ve sevdiği bu işi mutlulukla adeta eğlenerek yaparmış.
Ağustos böceği ise bambaşka bir karaktere sahipmiş. Elinde kemanı ile bütün bahar ve yaz ayları boyunca partilerde gezmiş, yemiş ve eğlenmiş. Üstelik kış için hiçbir hazırlık yapmamış. En sevdiği şey yiyip, içip, yatmakmış. Üstelik çalışkan karıncayı görünce onunla dalga geçmiş ve yazın tadını çıkarmayı bilmediğini ona söylemiş. Çalışmaktan kan ter içinde kalmış zavallı karınca ne kadar yorgun olursa olsun onun bu sözlerine aldırış etmemiş. Tam aksine ona gülümseyerek bin bir emekle topladığı yiyeceklerden ona bir parça vermiş ve sevecen bir ses tonuyla ağustos böceğine şöyle seslenmiş:
- Sevgili ağustos böceği ne kadar da güzel tadını çıkartıyorsun hayatın, gerçekten de hava çok güzel. Bu güzel havada kırlarda ben de senin gibi hayatın tadını çıkartmak isterdim. Hem bak burada tek başına ne güzel eğleniyorsun ama yine de benim arkadaşlığımla belki birlikte daha iyi vakit geçirebiliriz. Benim de sana anlatacağım öyle güzel hikayelerim var ki bir bilsen; hiç dinlemek istemez misin? Bana biraz yardım edersen birlikte daha çok yiyecek toplar, sonrasında bu güzel havanın tadını birlikte çıkartabiliriz. Ne dersin?
Ağustos böceği kendini o kadar eğlenceye kaptırmış ki karıncanın söylediklerini hiç dikkate almamış. Alaycı bir ses tonuyla onun bu teklifini şöyle cevaplamış:
- Benim gibi birinin, senin gibi sıkıcı bir karıncayla ne işi olur ki. Hem ben şimdi burada çok iyiyim. Sen çalışmayı bırakıp benim yanıma gelebilirsin ama benim çalışmaya hiç niyetim yok doğrusu…
Karınca, ağustos böceğinin bu sözlerine hiç alınmamış. Onu kocaman bir gülümsemeyle selamladıktan sonra çok sevdiği işine devam etmiş.
Gel zaman git zaman günler geçmiş ve kış gelmiş. Bembeyaz kar toprağı sarıp sarmalamış. Herkes evine çekilmiş, ortalığı bir sessizlik sarmış.
Karınca sıcacık evinde akşam yemeğini keyifle yerken bir anda kapısı çalınmış. Kapıyı açınca karşısında ağustos böceğini görmüş. Yüzü sevgiyle aydınlanmış. Ağustos böceği açlık ve sefaletin verdiği hüzünle kapısında öylece dururken karınca ona hiçbir şey söylemeden onu hemen içeriye buyur etmiş:
- Gel buyur sevgili arkadaşım, ne kadar da üşümüşsün. Belli ki bu soğukta sığınacak bir evin yok. Benim evimde istediğin kadar kalabilirsin. Hem benim de senin gibi bir arkadaşa ihtiyacım var. Yoksa bu evin içerisinde koca bir kış tek başına kalmak ne kadar da sıkıcı olur öyle değil mi?
Ağustos böceği, karıncanın onu evine dostça misafir etmesinden memnun olmuş. Bir anda yazın aralarında geçen konuşma aklına gelmiş; ona haksızlık yaptığının farkına varmış ve ona şöyle seslenmiş:
- Çok üşüdüm ve acıktım. Kimse bana yemek vermedi ve evine almadı. Ama sen, bütün yaz boyunca sana kötü davranmış olmama rağmen, bana evini açtın; yemeğini paylaşıyorsun. Söylesene bunu neden yapıyorsun?
Karınca yüzünde beliren kocaman bir tebessümle, sevgi dolu gözlerle bir süre ona baktıktan sonra ona şöyle seslenmiş:
- Ah sevgili dostum ağustos böceği, yazın sana dostluğumu teklif ettiğimde bunu geri çevirmiştin; hatırlıyorum. Ama o gün beni geri çevirdiğin için sana hiç kızmadım. Aksine kışın açlık çekebileceğini düşünüp senin için endişe ettim. Görüyorum ki o gün senin için düşündüklerim ne yazık ki bugün başına gelmiş. Ve gerçekten çok zor bir duruma düşmüşsün ki gelip benden yardım istedin. Sana elbette yardım ederim. Çünkü hepimizin başına gelebileceği gibi sen de o günlerde pekala hatalı davranmış olabilirsin. Hem hatalı davrandığın için sana kızmamın ne faydası olacak. Bunun yerine seni olduğun gibi kabul ediyorum. Hem şimdi seninle birlikte bu soğuk kış gününde hoşça vakit geçirebiliriz. Sen kemanını çalarsın ben de seni bir güzel dinlerim. Böylelikle dostluğumuz da pekişir. Hem bir bakarsın gelecek yaz bana yardımcı olur, o sıcak havalarda evimizin erzakını beraberce toplar; yine hep birlikte mutlu zamanlar geçirebiliriz öyle değil mi?
Ağustos böceği minnetle gülümsedi ve yeni arkadaşını dostça kucakladı. Böylelikle aralarında hiç sona ermeyecek kuvvetli bir dostluğun temelleri de atılmış oldu.
Ağustos böceği ve karınca hikayesini bu şekilde dinlediğinizde sizlerin de içinin ısındığını onlar adına mutlu olduğunuzu tahmin edebiliyorum. Elbette ki bu yeni hikâyenin kahramanı karıncadır. Çünkü o öncelikle kendisiyle barışmayı seçerek affedici olabilmeyi başarmıştır. Kendisini olduğu gibi tam ve bütün olarak kabul edebilmesi, başkalarına da öyle bakmasını; ağustos böceğini de tam ve bütün olarak kabullenip bağrına basabilmesine sebep olmuştur. Bu şekilde yaz aylarında o çalışıp çabalarken ağustos böceğinin ona yardım etmemesine içerlemediği gibi ona uzattığı dost elini geri çevirmesini olgunlukla karşılamış; o anlarda kulağına fısıldanan öfke dolu kışkırtıcı sözlere zihnini tıkamıştır. Çünkü o kendisinin mükemmel olmadığını bir kere kabullendikten sonra başkalarının da hata yapabileceğini olgunlukla kabul eden biridir. Sıcak yaz günlerinde kan ter içerisinde çalışırken bunu yapmasının sebebini başkalarına kendisini ispat etmekten öte değer üretiyor olmaktan ileri gelen içsel bir tatminden kaynaklandığını fark etmiş; bu haliyle gösterdiği tüm çabaların sonucunda elde ettiklerini dostluk çağrısına karşılık vermeyenlerle bile paylaşmaktan mutluluk duymuştur. O kendisine şefkat duyan bu haliyle çevresindekilere de empatiyle bakıp onları şefkatle kucaklayabilmeyi öğrenmiş şanslı kişilerden biridir. Bunu yapabildiği için çevresindeki kişileri yargılamadan onlarla bir bütün olabilen hem kendisini hem de onları mutlu edecek yaklaşımlarla kurduğu ilişkileri taçlandırabilen birine dönüşmüştür.
Ne güzel değil mi? Şimdi bir düşünün lütfen, sizler karıncayı eskiden olduğu gibi cezalandırıcı ve bencil tavırlarıyla mı yoksa kendisini dönüştürdüğü daha dengeli ve akışta kalmayı bilen bu yeni kişiliğiyle mi daha çok sevdiniz?
Yorum Bırakın