Onu Anlamak: Bukowski

Onu Anlamak: Bukowski
  • 10
    0
    0
    1
  • Günümüzde herkesin en az bir kez ismini duyduğu, sosyal medya aracılığıyla herkesin en az bir sözünü okuduğu ve önce Amerikan edebiyatına daha sonra da tüm dünya edebiyatlarına damgasını vuran adam; Charles Bukowski – yada gerçek adıyla Heinrich Karl Bukowski. Arkadaşlarının seslenişiyle; Hank.

     

    16 Ağustos 1920 yılında Amerikalı bir baba ve Alman bir anneden dünyaya gelen Bukowski, gözlerini ilk defa Almanya’da açmış ancak kendisi iki yaşındayken ailesi Amerika’ya taşınma kararı almıştı. Yine de kendisinin Almanya’da doğduğunu bilmesi bile hayatına önemli dokunuşlar yapmış, özellikle savaş döneminde bir genç olmasından kaynaklı olarak bunun üzerine istemese de kafa yormasını sağlamıştı. 

    Hank’in babası Heinrich Bukowski genellikle toplumun alt sınıflarında dolaşan işsiz ve sevgiden yoksun, ‘kötü’ olarak nitelendirebileceğimiz bir adamdı. Hayatının büyük bir kısmında işsiz olduğu bilinen bir gerçek. Bu yüzden de genel olarak evde takılan, eşine sürekli iş yaptıran, Hank’e ise genellikle kötü davranan bir adamdı. Yaşamış olduğu buhranın sonuçlarını eşinden ve çocuğundan çıkarmakta hiç tereddüt etmezdi. Bu da Hank’in varoluşunda çok büyük bir etken olmuştu. Öyle ki Bukowski’nin kendisini en iyi anlattığı kitap olan Ekmek Arası eserinde babasından bolca bahseder. Ne yazık ki bu bahsetmelerin çok büyük bir kısmında babasının kemerinden ve onun kayışından da söz edilir. Evet, maalesef ki çocukluğu babasından yediği dayaklarla geçmiştir. Ancak bu dayakların birçoğunda Hank suçsuzdur. Bunalıma giren babasının gazabına uğramıştır ve bu süreç “Bir gün vurmaları karşısında ağlamayı kestim.” dediği güne kadar da sürüp gitmiştir. 

    Hank’in çocukluk ve gençlik döneminde yaşadığı tek sorun babası değildi. Özellikle ergenlik çağına geldiği zaman yüzünde devasa sivilceler çıkmış, bunlar zamanla büyük çıban tarzı yaralara dönüşmüştü. Nedeni bilinmemekle beraber o dönem bu soruna bir çözüm de bulunamamıştı. Yaralar zamanla geçmiş olmasına rağmen izleri kalmıştı. Yüzünün her tarafında büyük çukurlar vardı. Bu görüntü öldüğü güne kadar da değişmemişti. Aynı zamanda sivri burnu, içeri göçük gözleri ve maymunlarınkine benzeyen dudak yapısıyla beraber Hank: çirkin bir adamdı.

    Babasının işsizliği, annesinin ise eve getirdiği paranın hiçbir şeye yetmeyişi ise o dönemdeki bir çocuk için ayrı bir travmatik süreçti. Ellerindeki para hiçbir şeye yetmiyor, kıt kanaat geçiniyor, bundan dolayı da Hank belki de çocuk aklıyla kurduğu hayallere kavuşamıyordu. At yarışı merakının da bu süreçte başladığı tahmin ediliyor. Zaten yine Ekmek Arası kitabında da at yarışlarına değiniyordu. 

    Yazmaya başladığı dönemler yine gençlik yıllarındadır. Özellikle 20’li yaşlarının başında kısa öyküler yazmaya başlamış ve her yazdığı öyküyü dergilere ve yayınevlerine göndermiştir. Ancak ne yazarsa yazsın uzunca bir süre karşı taraftan bir dönüş al(a)mamış, hiçbir yazısı yayınlanmamıştır. Ta ki 24 yaşındayken yazdığı Aftermath of a Lenghty Rejection Slip isimli kısa öyküsüne kadar. Bu olaydan iki yıl sonra da 20 Tanks From Kasseldown isimli eseri yayınlanmıştır.

    Bukowski için bu iki eserin yayınlamış olması bir başarı değil, aksine tam bir hayal kırıklığı idi. Çünkü o güne kadar yazdığı onlarca şiir ve öyküden sadece iki tanesi yayınlanmış ve bu da ona büyük bir sinir getirmişti. Zaten babası, suratı, ekonomik buhranlar gibi sorunlarla boğuşan bir genç olarak daha da asabileşmiş, daha da hırçınlaşmıştı. Bu süreçten sonra uzunca bir süre yazı yazmayı kesmiş, evden ayrılmış ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerini gezmeye başlamıştı. Yaklaşık olarak 10 yıl diyebileceğimiz bu süreç içerisinde genellikle günlük işlerde çalışmış, ucuz ve kötü pansiyonlarda kalmış ve şüphesiz yaşamının en kötü anlarını yaşamıştır. Daha sonra bu süreci Factotum kitabında detaylarıyla anlatmıştır. Yine aynı şekilde alkole karşı düşkünlüğü daha genç yaşlarda başlamasına rağmen özellikle bu süreçte zirve noktaya ulaşmıştır. Alkolü sabah, akşam – aç, tok dinlemeden, düşünmeden tüketmeye başlamış, bununla beraber yaşamına bambaşka bir yön vermişti. 

    Ancak bu süreçlerin hepsi Hank’in yaşamış olduğu hayata bir şekilde alışmasına sebep oldu. Babasının aksine bir şey olmaya çalışmadı. Zamanla bu istek ve arzudan vazgeçti. Hatta kendi deyimiyle; bir hiç olmayı seçti. Dünyaya karşı hiçbir isteği kalmadı. Bu yüzden de çok para kazanma arzusu ya da farzı misal; iyi bir dünya hayatı gibi düşüncelere sahip olmadı. Bunun en büyük kanıtı ise zengin kadınlar ve ileride kazanacağı paralardı. 

    Bukowski çirkin görüntüsüne rağmen çok etkileyici bir adamdı. Sözleriyle insanları resmen hipnoz altına alıyor, karşısındakine hakaretler ve küfürler etse de kendisini dinletiyor ve onaylatıyordu. Kadınlara karşı ise tam bir kelime sihirbazıydı. Çeşitli kadınlara yazdığı mektuplarında kendisini resmen hayran bıraktırıyordu. Bu yüzden de çoğu kadın Hank ile bir araya gelerek, onunla takılmaya çalışıyordu. Bu kadınlar arasında zengin olanları da vardı. Hatta bu zenginliği onunla paylaşıyor, kendileriyle beraber yaşaması için onu ikna etmeye çalışıyorlardı. 

    Hank bu durumu bazı zamanlar kabul ediyor, ucuz otel odalarından çıkıp zenginlerin evinde kalmaya başlıyordu. Ancak hiçbir zaman mutlu olamıyor, adaptasyon sorunlarıyla boğuşuyor ve otel odalarına geri dönüyordu. Demiştik ya; bir hiç olmayı kabul ettiği için bir türlü bu şatafatlı hayatlara ayak uyduramıyordu. Bu yüzden de hem kadınını hem de o kadının ona bahşettiği hayatı geride bırakarak kendi gerçekliğine geri dönüyordu. 

    Zaman hızla ilerlerken 1950’li yılların başında birkaç yıl postane ofisinde çalıştığı biliniyor. Bu işten ne kadar nefret ettiğini ise ileriki zamanlarda kendisi sürekli anlatmıştır. Postane adlı eserinde bu çalışma hayatını en detaylıca şekilde anlatır. Postanedeki çalışma hayatı bir gün geçirdiği alkol koması yüzünden hastaneye yatmasıyla beraber son bulmuştur. O günden sonra kendisine bir daktilo satın almış ve durmadan yazmaya başlamıştır. Ancak kısa bir süre sonra oraya geri dönmüş, ve 1969 yılında Black Sparrow Yayınevinden ömür boyu 100 dolor maaş teklifi gelinceye kadar da çalışmaya devam etmiştir. 

    Bu süreçte Barbara Fly isimli bir kadınla 2 yıl evlilik geçirmiş, hiç evlenmediği Francis Smith adlı başka bir kadından bir kızı olmuştur. Tabi daha sonrasında Linda King ile tanışmış ve ölene kadar da onunla ilişkisine devam etmiştir. Bu evlilik sürecinde Linda ile defalarca kavga etmişler, defalarca ayrılmışlar ancak bir şekilde barışmayı ve bir hayatı beraber sürdürmeyi devam ettirmişlerdir. Birbirlerine karşı sadakatleri ise biraz muamma… 

    Bukowski postaneden ayrılma kararı aldığı zaman "İki seçenekten birini seçmek zorundaydım: Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim." demişti. Ölüler Böyle Sever kitabında “Beş yıl uyumak isterdim ama izin vermezlerdi.” demişti. Çıktığı her şiir şovunda insanları umursamadan alkol içip, şiirlerini okumuştu. Özellikle yetişkinlik döneminde eline geçen her fırsatı geri itmiş, kendi serkeş hayatına geri dönmüştü. Kazandığı paraların tamamıyla alkol almış, karnını doyurmuş; normal insanlar gibi bu parayı değerlendirmeyi düşünmemişti. Babası gibi olmamak için ayıca uğraşmış, ölümüne yakın süreçlerde bile ondan bahsederek aslında babasının onun üzerinde ne gibi etkiler bıraktığı itiraf etmişti. Kendisine sürekli çirkin, ayyaş, moruk, maymun vb. ifadeler takarak aslında ne kadar üzgün olduğunu dile getirmeye çalışmıştı.

    Bukowski zannedildiği gibi bir kadın düşmanı da değildi. Sadece doğruyu arıyor gibiydi. Ayrıca bir kızı vardı ve onu dünyadaki her şeyden daha önemli görüyordu. Onunla sürekli oyunlar oynuyor ve ilgileniyordu. İleride kızının babasını anlatırken de ondan sürekli “Kahramanım.” diye bahsetmesi de buna ekstra bir kanıttır. Yani boş verin “Bukowski kadın düşmanıdır.” diyenleri. O kadınları her şeyden daha çok severdi. 

    Bukowski üzgün bir adamdı ve üzüntüsünü asabiyetiyle ekarte etmeye çalışıyordu. Kimseyle alıp veremediği bir şey olmadığı gibi, zaten yanında da fazla insan bulundurmamaya çalışıyordu. Hayatının son evresine kadar da bu düşünce tarzından hiç vazgeçmedi. 1994 yılında lösemiden hayatını kaybettiğinde mezar taşına şu söz yazıldı: “Don’t Try” 

     

    Farklı manalara yorulsa da aslında neyi kastettiği çok açıktı…

     

     

    NOT: Bu yazı Bukowski'ye ilk izlenim yazısıdır. Daha fazlası için yayınlanmış onlarca eserine başvurabilirsiniz...


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.