Atatürk’ü dinsiz gösterenler bir gerçeği unutuyorlar; Atatürk’ün özel hafızı Yaşar Okur’u…
Yaşar Okur
Riyaseti Cumhur Musuki Heyeti Şefi ve Atatürk’ün Hafızı Emekli Binbaşı Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le olan anılarını bir kitapta toplamıştır. Bugün sıradan bir kitap mağazasında eser yok gibidir. Atatürk’ün “dinde öze dönüş” projesinde büyük rol oynamıştır. Türkçe yapılan ibadetler kapsamında faaliyeti vardır. Şimdi kendi hatıratından Atatürk’ü ve anılarının bir kısmını aktarayım:
“Atam, Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. O günlerde Edirne’deki merasim esnasında Şükrü Nailî Paşa vefat etmişti. Bu haberi duyar duymaz çok üzüldüler. Bu üzüntü bütün saraya sirayet etmişti. Bir matem havası esiyordu. O akşam beni, yalnız olarak huzurlarına kabul ettiler:
‘Saz falan istemiyorum, dediler. Çok üzüntülüyüm bu akşam. Şükrü Nailî Paşa seni de çok severdi. Yarın kabrinin başında bir Yâsin oku.’ “
“Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur'an-ı Kerimden bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi.
Ruhan çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.” (Hafız Yaşar Okur, Atatürk'le On Beş Yıl (Dini Hatıralar, s.10).
Atatürk ve Ramazan
“1932’de Ramazan’ın ikinci günüydü. Atatürk’le Ankara’dan Dolmabahçe Sarayına geldik. Beni huzurlarına çağırdılar:” Yaşar Bey, dediler. İstanbul’un mümtaz hafızlarının bir listesini istiyorum. Ama bunlar musikiye de âşina olmalıdırlar.”
Listeyi hemen hazırladım. Bu listede şu isimler vardı: Hafız Sadettin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemâl, Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki âzasından Büyük Zeki, Muallim Nuri ve Hafız Burhan Beyler… Listede ismini yazdıklarımın hepsi ertesi akşam için Dolmabahçe Sarayına dâvet edildi. İstanbul’un bu belli başlı hafızları ertesi akşam saraya geldiler. Kendilerini Bolu mebusu Cemil Bey karşıladı ve doğruca Maarif Vekili Dr. Reşit Galip Beye götürdü. O ana kadar bunların niçin çağırılmış olduğunu ben de bilmiyordum. O gün anladık ki, tercüme ettirilmiş olan Bayram Tekbiri kendilerine meşk ettirilecektir. Hafızlar ikişer ikişer oldular ve şu metin üzerinden meşke başladılar: ”Allah büyüktür, Allah büyüktür.” (Age, s. 12).
Yaşar Okur ve Yâsin
“Atamın, Yere Batan Camiinde Yasin Suresi’nin tercümesini okumamı emretmesi üzerine keyfiyet matbuata aksettirilmişti. Ertesi günü bütün sabah gazeteleri bu haberi şu başlık altında veriyorlardı: ‘Hafız Yaşar, bugün Yere Batan Camiinde Türkçe Kur’an okuyacaktır.’
Bu haber İstanbul’da bomba tesiri yaptı ve taassubu gıcıkladı. Kur’an’ın Arapça nazil olduğu, tek kelimesine dokunulmayacağı gibi fısıltılar kulaktan kulağa dolaşıyordu. Nitekim aynı gün tramvayda da böyle bir konuşmaya şâhit oldum:
‘Nasıl olur, diyorlardı. Kur’an nasıl Türkçe okunurmuş?’
Halbuki gazeteler haberi yanlış aksettiriyorlardı. Ben Türkçe Kur’an okumayacaktım. Yasin Suresi’ni Arapça okuyacak, Cemil Sait Beyin tercümesini de cemaate nakledecektim. Cuma günü Yere Batan Camiine gittiğim zaman kalabalık camiden taşmış, sokakları sarmış, trafik durmuştu. Halkı yarmaklığıma imkân yoktu. Baş komiserin yardımıyla bin bir müşkülâtla içeriye girebildim. Cami de pencere içlerine kadar doluydu. Bir köşeye etrafı şallarla süslü bir kürsü konulmuştu. Etrafı da gazeteciler ve foto muhabirleriyle çevriliydi.
Cemaatin arasından kürsüye doğru ilerlemeğe çalışırken dışardan kuvvetli bir korna sesi geldi. Kalabalık ‘Gazi geliyor’ diye dalgalandı.
Halbuki gelenler Maarif Vekili Reşit Galip ve Kılıç Ali Beylerdi. Kürsüye çıktım. Nefesler kesilmişti, bütün gözler bende idi. Arapça Besmeleyi şerifi çekip arkasından yine Arapça olarak “Yasin Suresi’ni okumaya başladım. Kur’an’ı Türkçe okuyacağımı zannedenlerin gözlerindeki hayret ifadesini görüyordum. Sureyi ‘Sadakallahül’azîm’ diye bitirdikten sonra:
‘Vatandaşlar, diye söze başladım. On altıncı sure olan Yasin, seksen üçüncü ayettir. Mekke-i Mükerrem’de nazil olmuştur. Şimdi size tercümesini okuyacağım:
‘Müşfik ve rahîm Allah’ın ismiyle başlarım. Hâkim olan Kur’ân hakkı için kasem ederim ya Muhammed! Sen, tariki müstakime sevk eden bir Resulsün. Kur’an sana aziz ve rahim olan Tanrı tarafından nazil olmuştur.’
Sureye böylece devam ederek seksen üçüncü ayetin sonunu da şöyle okudum:
‘Her şeyin hükümdar ve hâkim-i mutlak olan Tanrı’ya hamdolsun. Hepiniz ona rücu’ edeceksiniz.’
Yasin süresi böylece hitama erdikten sonra, Türkçe olarak şu duayı yaptım:
‘Ulu Tanrım! Bu okuduğum Yasin’i şeriften hâsıl olan sevabı Cenab-ı Muhammed Efendimiz Hazretlerinin ruh-i saadetlerine ulaştır Tanrım! Hak ve adalet üzere hareket edenleri sen pâyidar eyle! Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kıl. Türk milletini sen muhafaza eyle. Şanlı Türk ordusunu ve onun değerli, kahraman, kumandan ve erlerini karada, denizde, havada her veçhile muzaffer kıl Yarabbi! Vatan uğrunda fed-yı can ederek şehit olan asker kardeşlerimizin ruhlarını şad eyle. Vatanımıza kem gözle bakan düşmanlarımızı perişan eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Memleketin ve milletin refahına çalışan büyüklerimizin umurlarında muvaffak bilhayr eyle. Âmin. “
İran Şahı ve Rıza Pehlevi
“ İran Şahı Pehlevî, 16/6/1934 tarihinde Atamızı ziyarete gelmişlerdi. İki kardeş milletin devlet reisleri birbirlerini çok sevmişlerdi. Aralarında resmî protokolün haricinde kardeşçesine bir samimiyet havası esiyordu.
Gazi, 16/6/1934 tarihinde Şah şerefine Beylerbeyi Sarayında bir ziyafet tertip etti. İki yüz kişilik davetli arasında ben de vardım. Bir yanda Riyaset-i Cumhur Orkestra Hey’eti çalıyordu. Atatürk, Şehinşah hazretleriyle salonun yüksek bir locasında oturuyorlardı. Bir aralık Seryaver vasıtasiyle beni huzurlarına çağırdılar. Şag Hazretlerine ‘Benim Hafızımdır’ diye takdim ettiler ve yanlarına oturttular. Kemâl-i hürmet ve tazimle misafir hükümdarın ellerini öptüm. Ata:
‘Şah hazretlerine Kerbela şehadetine ait bir mersiye okuyunuz’ dediler. Emirleri üzerine mersiyeyi Isfahan makamında okudum:
Kurretül ayni habibi kibriyasın ya Hüseyn
Nurü çeşmi şahı merdan mürtezasın Ya Hüseyn
Hem ciğer pâre-i Zehra Fatime Hayrünnisa
Ehli Beyti mücteba âli abâsın ya Hüseyn
Sana gülle dokunan mü’min eder mi mağfiret
Gonca-i Gülşen sarâyî Mustafasın ya Hüseyn
Ehli Mahşer desti Hayderden içerken Kevseri
Sen susuzlukla şehid-i Kerbelasın ya Hüseyn
Beyitleri okurken Şah hazretleri dinî bir vecd içinde ve sağ elini göğsüne koymuş olduğu hâlde dinliyordu. Gözlerinin yaşardığına da şahit oldum. Mersiye bitince Atatürk:
‘Nasıl efendim? Diye sordular. Güzel okuyor mu benim Hafızım?’
Pehlevi Hazretleri kendilerine has o Âzeri şivesiyle:
‘Hub, hub… Teşekkür ederim’ diye mukabelede bulundular.
Biraz istirahat ettikten sonra, bir de Farisî âyini okumaklığımı emir buyurdular. Farsça hüzzam âyinini okudum:
'Mâ hestü nemîdânem
Hurşîdi ruhadyânem
Bu ayrılık oduna
Ah nice bir yânem
Ah nice bir yânem
Sevdayı ruhî
Şüd hasılı mâhâyli
Mecnun gibi vâveyli
Oldum deli divane
Ah deli divane'
Şah Hazretleri fevkal’âde mütehassis oldular ve elimi sıkarak beni tebrik ettiler. Sonra Atam misafirine dönerek:
‘Bir de bizim Türkçe Mevlidimiz vardır. Dinlemek arzu eder misiniz?’ dediler. Şahın gösterdiği arzu üzerine Miraç Bahrini bilhassa Isfahan makamından okudum:
Söyleşirken Cebrail ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm
Miraç Bahri bitince Şehinşah Hazretleri:
‘- İlk defa Türkçe Mevlit dinliyorum. Çok hoşuma gitti. Hafızınızı müsaade ederseniz, inşallah İran’a bekliyorum” dediler. Atatürk de vadettiler. O gece Şah hazretlerinin gösterdiği ilgi üzerine Mevlit şairi Süleyman Çelebi hakkında kendilerine malûmat verdiler. Orkestra terennüme başlarken ellerini öperek yanlarından ayrıldım. Atatürk, sabaha karşı Şah hazretlerine veda’ ederek maiyetiyle Dolmabahçe sarayına döndüler.”
Sonuç
Atatürk’e din üzerinden saldıranlar utanır mı? Hayır! Bunları yok etmeye çalışırlar. Daha önceki yazılarımda Atatürk ve din mevzusunu yazdım yoruma gelip itiraz edenlere Yaşar Okur’u okumalarını tavsiye ettim. Burada da detaylandırdım…
Yorum Bırakın