30 Ağustos Zafer Bayramını kutladığımız bu günlerde Atatürk’ün kişiliğinde nefes bulmuş cumhuriyet yolculuğumuzun bizlere kazandırdıklarını vurgulamak maksatıyla, “İçimdeki Deliler” adlı kitabımda yer verdiğim, Ulu Önder ile kitaptaki hikayenin kahramanı Mehmet arasındaki diyalogdan bir parçayı sizlerle paylaşmayı uygun buldum. Paylaştığım bu metinde, Ulu Önder’in Mehmet’e bütünleyici bir bakış açısıyla tüm seçenekleri birbirleriyle uyumlandırdığı, salt gerçeğe dayalı düşünsel yaklaşımından bahsettiğine tanık oluyoruz.
Hepinize keyifli okumalar dilerim.
***
...En sonunda Atatürk’ün karşısındaydım. Kollarım, bedenimin cansız birer parçasıymış gibi iki yanımdan aşağıya sarkmış, boynum eğrilmiş, nefesim tükenmişti. Burada olabilmek için uzun, meşakkatli yollar aşmış, dağları devirmiş biri gibi harap ve bitap hissediyordum onun karşısında kendimi. Katettiğim bu kısa yol boyunca ona doğru attığım her adımda beni ilgiyle takip ettiğini içimde bir yerlerde hissediyor ama bir türlü bundan tam olarak emin olamıyordum. Emin değildim çünkü yol boyunca kendimde ona bakacak cesareti bir türlü bulamamış, ara ara göz ucuyla ondan tarafa baksam bile sanki her şeyi bir perdenin arkasından görüyormuşçasına tüm gördüklerim zihnimde bulanık bir fotoğrafa dönüşmüştü. Hâlimden anlamış olsa gerek tok bir sesle söze başladı.
“Gel otur çocuk, buraya, gelene kadar bitap düştün, soluklan biraz.”
Ancak kısık bir sesle “Teşekkür ederim Ata’m,” diyebildim. Boğazımın kuruduğunu hissedebiliyordum. Çekingen bir tavırla eliyle gösterdiği sandalyeye iliştim. Üzerinde atletik vücut hatlarını ortaya çıkaran çok şık, beyaz bir kruvaze ceket ve içine giydiği beyaz gömleğiyle oturduğu tahta sandalyede bacak bacak üstüne atmış, ilgiyle beni izliyordu. Sesinde belli belirsiz bir sevecenlik duyulsa da gözlerine oturan çelik bakışları ile üzerine vuran gölgelerin karaltısı altında âdeta bir heykel gibi sert ve anlaşılmaz bir hâli vardı. Yüz hatlarını dolduran bu ifadesiz duruş onu ilk gördüğümde dikkatimi çekmiş, açık konuşmak gerekirse beni bir parça huzursuz etmişti. Bu sebeple onun karşısında geçirdiğim her saniye heyecanım katlanarak artıyor, elimi kolumu nereye koyacağımı bilmez bir hâlde bocalamama neden oluyordu. Bir süre donuk bakışlarla sessizce beni süz-dükten sonra dudaklarının arasına bir anlığına kısık bir gülümseme ifadesi gelip yerleşse de bu neşeli mutluluk hâli ancak birkaç saniye yüzünde asılı kalabildi. Bir süre sonra yüzündeki çizgiler sorgulayan bir ifadeyle tekrardan gerilmişti.
“Çocuk söyle bakalım, benim yanıma gelmek için neden bu kadar tereddüt ettin? Bir ara buraya hiç gelemeyeceksin sandım.”
Ses tonunda belli bir duygunun yükselen ifadesini duyabilmek neredeyse imkânsızdı. Sanki aynı anda farklı birçok duyguyu yaşıyor, mükemmel bir aşçı gibi elindeki duygu parçalarını olabildiğince dengeli bir biçimde kullanarak en lezzetli yemeği ortaya çıkarabiliyordu. Bu leziz yemek o an bir ses olmuş, kulaklarımda yankılanmıştı ve ben bu yemekle ne yapacağımı bilemiyordum. Sonunda ona karşı samimi olmanın yapılacak en iyi şey olduğuna kanaat getirdim, başka da şansım yoktu zaten. Önüme eğdiğim başımı yavaşça ona doğru kaldırdım ve yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladım.
“Ata’m size açıklamak isterim eğer müsaade ederseniz,” dedim olanca masumiyetimle. Başıyla beni onayladı. Ondan beklediğim onayı alır almaz hızlıca konuya girdim.
“Ata’m öncelikle sizinle burada karşılaşmış olmanın benim için ne büyük bir mutluluk olduğunu size anlatamam. Siz böyle karşımda oturmuş söylediklerimi dinliyorsunuz ya bu gerçekten inanılmaz, olağanüstü bir durum. Sanırım rüyadayım ya da öldüm bilmiyorum. Neyse bu bahsi kapatayım hemen çünkü bir süre önce bu konu hakkında daha fazla soru sormamaya söz vermiştim. …şey Ata’m çok özür dilerim konuyu dağıtıyorum sanırım. Heyecanıma verin lütfen. Evet ne diyordum, buraya gelmeden önce aslında şurada duran (elimle Nâzım Hikmet ile İsmet İnönü’nün oturdukları masayı gösterdim. Bu sefer İsmet İnönü hevesle bir şeyler anlatıyor, Nâzım Hikmet ise kollarını göğsünde bağlamış dikkatlice onu dinliyordu)
İsmet Paşa ve Nâzım Hikmet’in oturduğu masaya gidecektim ama her nasılsa bir anda sizin burada olduğunuzu fark ettim. Nasıl söylesem… Olağanüstü bir andı benim için. Gözlerim yanılıyor mu diye tekrar tekrar gördüğüm resmi kontrol etme gereği duydum. Sonunda gördüğüm kişinin siz olduğunuza kanaat getirince doğrudan buraya, sizin yanınıza gelmem gerektiğini anladım. Öyle ya siz burada olduktan sonra başka bir seçenek düşünülebilir miydi hiç? Elbette ki her şeyden önce burada sizin yanınızda olmalı, sizin bana anlatacaklarınızı dinlemeliydim. Ancak o ilk heyecan geçince yanınıza gelip sizinle konuşabilmenin aslında öyle çok da kolay olmadığı birden kafama dank etti. Önce bir süre size ne diyeceğimi bilemedim, size nasıl seslenecek, söze nasıl başlayacaktım? Bunların hepsi, üzerinde düşünmem gereken konulardı. Ama bir yandan da içimdeki heyecan şimdi adını koyamayacağım bir güçle âdeta beni size doğru sürüklüyordu. Anlatması zor biliyorum. Kaldı ki şimdi de fazlasıyla heyecanlıyım. Konuşmamdan anlaşılıyordur belki de. Saçmalıyorsam lütfen affedin beni Paşa’m. Gerçekten bir hayli heyecanlıyım…”
Orada öylece sustum birden, anlatacaklarım bitmişti. Konuşmanın orta yerinde birden susuvermiştim. Nefesim tükenmişti. Aklıma söyleyecek daha başka bir şey gelmiyordu. Tüm söyleyeceklerim tek nefeste ağzımdan çıkmış, geriye anlatacağım başka bir söz kalmamıştı sanki. Oysaki ona anlatmak istediğim daha çok şeyler vardı. Zihnimdeki her şeyin beni merakla izleyen gök mavisi gözlerinin altında eriyip, buhar olup sonsuzluğa savruluşunu çaresiz bakışlarla izledim. Derin bakışları, söyleyeceğim sözleri benden habersiz zihnimden çekip çıkarmıştı âdeta. Onun karşısında, düşünceleri tarafından terk edilmiş zavallı bir meczup gibi kalakalmıştım. Kollarım oturduğum yerde bacaklarımın arasından sarkmış, başım önümde, onun beni bu azaptan çıkaracağı anı umutla bekliyordum. Bir süre sessizliğe izin verdikten sonra (benim için o birkaç saniye sanki günler gibi geçmişti) Atatürk içine düştüğüm eylemsizlik batağından beni çıkarabilmek için konuşmayı devraldı.
“Keşke Nâzım’ın masasına gitseydin. İsmet de orada olsa gerek, onlar hiç ayrılmazlar. Kavga eder, tartışırlar ama asla ayrılmazlar. İşte ben buna gerçek dostluk derim! Hem oraya gitseydin Nâzım’ın yeni şiirlerini dinleme fırsatın da olurdu, ne yazık!” dedi. Sesindeki coşku beni de heyecanlandırmıştı. Bir an kendime güvenimin yerine gelmeye başladığını hissettim. Onun coşkusuna katılarak ancak yine de bir parça tereddütlü bir ses tonuyla söze girdim.
“Ata’m sizin olduğunuz yerde sizden başka birini görmek benim için bahis konusu olamaz. Siz sadece benim değil ülkem insanlarının tamamı için bir ömür boyunca takip edeceğimiz tek lidersiniz!”
Atatürk sözlerime gülümseyerek karşılık verdi ancak gülümsemesi uzun sürmedi. Meraklı, sorgular bir bakış gelip yüzüne yerleşmişti bile.
“Buraya gelirken neden bu kadar endişe ettiğini şimdi daha iyi anladım evladım. Sen seçeneksizlik batağına düşmüşsün. Bazen önümüzde tek bir yol olduğuna inanır ve o yola boyun eğeriz. Bu çoğu insana olur, zaman zaman bizlerin de başına gelmiştir. İstiklal mücadelesini başlattığımız yıllarda bize tek yolun mandacılık olduğunu söyleyenler olmuştu. Onlar önlerinde açılan sonsuz seçeneklerin farkına varmak bir yana, mandacılığı Türk milletini selamete çıkaracak tek yol olarak bellemişlerdi. Bizi onlardan farklı kılan da daha çoğunu isteme cesaretine sahip olmamızdı. Onlar az ile yetinip bildikleri, tanıdıkları yoldan ilerlemeyi yeterli gördüler. Farklı yolların varlığını sorgulamadılar bile. Bu nedenle de muvaffak olamadılar zaten. Çünkü tek seçeneği olan insan asla özgür olamaz; özgürlük insanın ancak sonsuz seçeneklerinin farkına varabilmesiyle yaşanabilecek bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalık ki insanı mutluluğa ve başarıya götüren biricik yoldur. Sen de buraya gelmeyi kendine tek seçenek olarak addettiğin için belli ki ruhunda pusu kurmuş, zayıf anını kollayan endişe ve kaygılar, seni kolaylıkla yakalamayı başarmış. Sadece o da değil, buraya geldiğinde karşımda her şeyinle mükemmel görünmeyi istiyordun öyle değil mi? Bu senin için tek seçenek, yegâne yoldu belki de. Benim karşımda hata yapmak, yetersiz görünmek bir seçenek dahi olamazdı senin için. Yanılıyor muyum? İşte yaşadığın kaygı ve endişenin sebebi de budur aslında. Beni anlayabiliyor musun?”
“Anlıyorum Paşa’m,” dedim kendimden emin bir ses tonuyla. Konuşması boyunca onu hayranlıkla izlemiştim. Sakin ve kararlı bir üslubu vardı. Ses tonu yüksek olmamasına rağmen sesinin dolgun tınısı sayesinde karşısındaki kişiyi kısa sürede etkilemeyi başarıyor, zarif el hareketleriyle süslediği söylevi böylelikle karşı konulmaz bir hâl alıyordu. Neşesinin yerine gelmeye başladığını görebiliyordum. Yüzünde muzip bir ifadeyle bir şeyleri keşfetmiş olmanın tadını çıkararak konuşmasını sürdürdü. “Bu arada çocuk söyle bakalım, neden mükemmel olman gerekiyor? Mükemmel olmazsan seni beğenmeyeceğimi mi düşündün yoksa?”
Bu soruyu beklemiyordum, bir an için afalladım ama sonra hızlıca kendimi toplayarak sorusunu cevapladım.
“Ata’m siz bizler için çok değerlisiniz, bu sebeple sizin gözünüzde eksik olmak istemem doğrusu.” Cevabım öylece dudaklarımdan dökülüvermişti. Bir yandan da bu konuşmanın nereye gideceğini kestirmeye çalışıyordum. Atatürk sohbetimizden memnun kalmış olsa gerek iyice neşelenmişti. Yanıtımı ince dudaklarında açılan kocaman bir gülümsemeyle karşıladı. “Peki öyleyse Mehmet, sana bir sır vermeme izin verir misin?” dedi gizli bir şey söyleyecekmiş gibi başını bana doğru hafifçe eğmiş, sesini olabildiğince alçaltmıştı.
“Elbette Paşa’m siz nasıl isterseniz, memnun olurum,” diye cevapladım isteğini. Cevabımdan memnun kalmış olsa gerek gözleriyle anlamlı bir bakış fırlattıktan sonra hafifçe gülümsedi.
“Benim mükemmel olduğumu düşünüyorsun biliyorum. Ancak yanılıyorsun, ne yazık ki ben mükemmel değilim evladım. Hiçbir zaman da mükemmel olduğumu iddia etmedim. Zaten bana göre mükemmel insan yoktur bu hayatta. Hepimizin yaşamlarında muhakkak ki hataları olmuştur. İnan bana şu an bu meydanda olan hiç kimse günahsız değil, olamaz da. İnsanoğlu hatalarıyla yaratılmış bir kere, bize düşen de bu gerçeği kabullenmektir. Görüyorum ki beni gönlünde sürekli yüceltiyorsun, bunu anlayabiliyorum. Evet hayatta iyi yaptığım şeyler oldu ve bunları yaparken bir an olsun kendimi düşünmedim. Hep Türk insanının saadeti ve refahı için çalıştım. Düşündüm ki onların hayatlarında iyi yönde en ufak bir değişiklik yapabilirsem bu ülkenin yarınlarına bir fidan daha dikmiş olurum. Böylelikle bu cumhuriyet o gün dikilen fidanların gölgesinde ilelebet payidar kalır. Çok şükür bunda da muvaffak olabildiğimi düşünüyorum. Ama hepsi bu kadar... Olsam olsam ben ancak sizlerin güzel hatıralarla yâd ettiğiniz, zamanında size mutluluk veren bir çınar ağacı olabilirim. Benim gölgem bir maziden ibarettir. Bugün yeni ağaçlar, yeni gölgeler gerekir sizlere. Onları bulup yetiştirmeniz şarttır. Sözün özü çocuk, benim yanımda olmuş olduğun gibi olabilirsin. Sen bu halinle iyisiyle kötüsüyle tam ve bütünsün benim için. Ben hiçbir dönem mükemmel olmak için çalışmadım, sen de mükemmelliğe öykünme. Sıradan olduğunu bilmek seni gerçeğe yaklaştırır. Bunu aklından çıkarma olur mu?”
Duygulanmıştım. Böylesine tarihe mal olmuş büyük bir liderin, sıradanlığı yücelten samimi sözleri karşısında kendimi onun önünde daha bir küçülmüş hissetmiş, değersizliğimi bir kez daha anlamıştım. Hissettiklerimi anlamış olmalı, kısa bir sessizlikten sonra konuşmasını sürdürmeye karar verdi.
“Liderlerin yüküdür bu Mehmet, belki bir ömür boyu hatta sonrasında sırtlarını acıtan ağır bir yüktür mükemmellik belası. Gerçek liderler herkes onları göklere çıkarırken sıradanlığının farkında olan kişiler arasından çıkar. Çevresindeki kişilerin coşkusuna kapılıp giden insanlar bir gün gelip yaptıkları işlerde en üst mertebeye ulaşsalar dahi hiçbir zaman orada kalıcı olamazlar. Tarih bunun örnekleriyle doludur.”
Kaynakça:
Görgülü M.Tolga (2023), İçimdeki Deliler, Luna Yayınları, Ankara
Yorum Bırakın