"Kuzum Mustafa, Sen Deli Misin?"

"Kuzum Mustafa, Sen Deli Misin?"
  • 5
    0
    0
    3
  • Atatürk’ü küçük gören ve onun mücadelesinin, hamlelerinin başarısızlıkla sonuçlanacağına inanan Türk Edebiyatçı Refik Halid Karay, Şubat 1920’de Alemdar’da şu dizeleri yazdı:

    “Anadolu’da bir patırtı bir gürültü, kongreler, beyannameler filan...

    Sanki bir şey yapabilecekler…Blöf yapmanın sırası mı şimdi?

    Hangi teşkilatın ne gücün var! … Bu ne hayal!

    Kuzum Mustafa sen deli misin!”

    Refik Halid Karay

     

       

       Atatürk’e bir biçimde hakaret eden Refik Halid, 1919-1920 yılları arasında Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü yapıyordu. Millî Mücadelecileri ciddiye almadığı ve “hayalcilikle” suçladığı için onların telgraf işlerinin yapılmaması emrini vermiştir. 20 Haziran 1919’da Refik Halid şöyle bir şikâyeti İçişleri Bakanlığı’na sundu:

       “Adı geçen paşanın (Atatürk’ten bahsediyor) takındığı şu serkeşçe ve cüretli tavrın, memleketi büsbütün yabancı ayakları altında çiğneteceği açıktır. Yarını beklemeden hemen kesin teşebbüslerde bulunmak gerekecek”

     

    Sonradan Pişman
     

       Atatürk ve Millîcilerin kazanması ve Atatürk’ün vefatından 2 sene sonra yani 1940’ta Refik Halid:

    “Yalnız sayısı bile korkunç olan uzun yıllardan sonra yurda dönüşte ben Yeni Türkiye'yi (…) gelişip palazlanmış bir delikanlı halinde buldum ve bağrıma öyle bastım. (…) İşte bu gidişle dönüş arasındaki mutlu farkı Atatürk'e borçluyum.

    Ben ne yazık ki Atatürk'ü görmeyen, tanımayan bir adamım; yani onunla yüz yüze gelmemiş, meclisinde bulunmamış nadir talihsiz yazarlardan biriyim. Hatta (…) ‘Atatürk'ün kudretini görmeyen ve nüfuzunu tanımayan adam da ben idim!' (…)

     

    Atatürk'ü yakından görememiş, tanıyamamıştım. Fakat dışarıda yaşamış olanlar, onun nüfuz ve kudretinin nasıl yayıldığını, her gün, her yıl biraz daha yükselip etrafa nasıl uzandığını; manen ülkeler, kıtalar fethettiğini, sağlamlaşıp kesinleştiğini içeridekilerden başka türlü, büsbütün açıkça görebilmişlerdir. Tabiatta öyle kudretler vardır ki, azametini daha geniş seyredebilmek için onlardan uzaklaşmak icap eder. Bazen yakınlık, manzaranın tamamını görmeye uzaklıktan daha fazla engel olmaz mı? Özellikle çok heybetli varlıklar, azametli dağ silsileleri gibi yamacından ziyade ırağından kavranabilir.

    Zaten gurbet yolunu tuttuğum ilk gün uğradığım yabancı şehirde, baktım onun nüfuzu çoktan yerleşmiş… İstilaya, haksızlığa, hayal kırıklığına, belki de layık olduğu cezaya uğramış Müslüman halk kendisine (Atatürk'ün) şöhretini mihrap, ismini imam yapmış (…) Nereye uğrasam, sedef işlemeli koltuklara kurulmuş zengin şehirlilerden ücra dağ başı kayalıklarına çömelmiş köylülere kadar onun adı geçince yerlerinden fırlıyorlar, takdirlerini bildirmeden rahat edemiyorlar ve büyük adama muhalif kalmış birine rasgelmekteki hayreti gizlemiyorlar.

    Onun ve inkılabının muhalifi olmak gittikçe zorlaşıyordu. (…)

    Her yeni sene o şöhreti, muvaffakiyeti, heyecanı büyüttü, genişletti, yükseltti. Önce Müslüman ümmetinin bağrından tahassür ahları koptu, inlediler: ‘Ah keşke bizim de bir Mustafa Kemal'imiz olsa!' (…)

    Gün geldi ki benim de ilk yıllardaki bezgin ve çökkün hüviyetim değişti. (…) Hatta -samimi itiraflardan kaçmak vicdan cezası olur- siyaseten her haktan mahrum edilmiş olduğum halde siyasi bir zorlukla karşılaşınca ‘Atatürk var' diye teselli buluyordum. ‘Pek haklı olarak kendisine değilse de yazılarına kayıtsız kalmadığı bir Türk yazarını icabında korur!' Kaç defa içim yana yana dizlerine kapanmak hülyası beni (…) avuttu.

    Yabancı illerde, bana değil, en inatçı ve geri kafalı bir muhalife bile Atatürk, Türk olmanın gururunu zorla taşıttı ve onu, gönderdiği gurbette, gurbetten çok fena olan milli miskinlikten kurtardı. Ben o milli gururla yaşadım ve belini doğrultmuş vatanıma o sayede beli bükülmemiş, dinç ve şevkli döndüm.

    Evet, ben bu feyiz ırmağının pınarında değildim. (…) Bu milli şöhretin (Atatürk'ün), beş kıta üstündeki şaşalı seyrini, uzaktan yüreğim çarpa çarpa ne keyifle ne hayretle seyrediyordum. Bu yalnız bir şahsın şöhreti değildi; bir millet bu şahısta cisimleşmişti ve bu milletin geçmişi de böyle bir cisimleşmeye hak kazandıracak şanlı olaylar, şaşırtıcı silkinmeler, göz kamaştırıcı yayılmalarla dolu idi. Bu parlak manzaranın verdiği gururladır ki, bir gün yüreğimdeki zehirlerin eriyip tükendiğini ve taze, sağlam ve sebatlı bir kimlik kazandığını gördüm. Dünyayı kaplayan milli kalkınma nurunu seyrederken farkında olmayarak benim gönlüm de onun nuruyla doldu. (…)

    Var ol Atatürk! Sağ ol Atatürk!

    Zira senin varlığın, senin yolundan giden ve gidecek olanlarla yine yerindedir, sağlığın ise sapasağlam, bıraktığın milletimin sağlam bünyesidir.” (Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı Yüzyılın Lideri, 2022, s. 371.)

     

    Sonuç Olarak
     

       Atatürk ne Enver Paşa gibi hayalci ne de delidir. Milleti ile verdiği mücadele ile bugünkü Türkiye Cumhuriyeti oluştu. 


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.