Atatürk'e Atılan İftiralar ve Yalanlar

Atatürk'e Atılan İftiralar ve Yalanlar
  • 4
    0
    0
    3
  •    ‘Siyaset’ kelime anlamıyla ‘Politika, Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş ve anlayış’ demektir. ‘Siyasal’ ise ‘Politika ile ilgili, siyasi, politik’ demektir. İlk sentezlenme burada başlıyor. Politikacılar ya da siyasetçiler, kendisinin ya da partilerinin menfaatini sağlama alma gereksinimi duyarlar. Bunu fırsat bilen siyasetçiler bizim okumayan, cahil halkımızın duygularını ve fikirlerini sömürerek yaparlar. Tarih bilimi de bu sömürüde nasibini almıştır. Günümüz AKP iktidarı sürecinde parti mensubu siyasetçiler ya da cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan bile Atatürk ve İnönü hakkında kendi siyasi çıkarları için taraf tutmuşlardır. Bu kitlesel bir hitaptır. Politikacının tarih tezleri her zaman denetlenmeli ve sorgulanmalıdır. Peki bu kitle nasıl etkileniyor? Bizim insanımız kitapla tanışalı 100 yıl oldu. Çok yeni bir kitap heyecanı yaşansa da unutuldu/ unutturuldu. Bunda siyasilerin rolü çok büyüktür. Mesela CHP’den sonra iktidar olan DP, Kût'ül-Amâre zaferini müfredattan çıkartarak unutturmuştur. Temeli Atatürk tarafından atılan ‘Türk Tarih Tezi’ İnönü döneminde (1949) ABD ile yapılan bir takım eğitim ile alakalı antlaşmalarla yerini ‘Türk İslam Sentezi’ almıştır. Bu sefer tarihin yok edilip gerçekten koparılmasında dış güçlerin ya da istemeyenlerin, kabul etmeyenlerin parmağı önemli rol oynuyor. Çünkü biliyorsunuz tarihte biz batıya büyük dersler verdik. Bundan rahatsızlık ve pişmanlık duyan güruh, beyin yıkama programına yöneldiler ve milletleri kandırdılar. Bugün Sosyal Medya dediğimiz ortamda da çok tarih konuşuluyor. Siyasilerin ve siyasetçilerin tarihi vurgularının altında kalan masum halk bir anda acımasız bir cahile dönüşüyor. Kafası yıkanmış insanların sayısı maalesef artıyor. Ben Instagram’da bir Atatürk videosu gördüm. Yorumlara indiğimde içimden ‘inmez olaydım’ dedim. Bütün yorumlar birbirinin aynısıydı. Kes-yapıştır metodu ile yayılmıştı. Yorumlarda insanların halini ve yanlışlarını gördüğüm için bu çalışmayı yapmaya karar verdim.

     

    İyi Okumalar…

     

     

    YALAN 1- 



    "Atatürk, İslam Hilafetini Kaldırdığı İçin Müslüman Olamaz!"


        Öncelikte ‘halifelik’ kelimesinin ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Sözlükte ‘Halife olma durumu, Halifenin görevi, hilafet’ demektir. (Lise Türkçe Sözlük, Karatay Yayınları, 2020) Bu makamı ‘halife’ işletir. Sözlükte halife ise ‘Hz. Muhammed’in vekili’ anlamına gelir. Şimdi dini açıdan yorumlamak gerekirse Kur’an’da rastlanmaktadır. Sadece iki yerde rastlıyoruz ve bu da Hz. Âdem ve Hz. Davut’tan bahseder. Onun dışında ‘yardımcı’ sıfatına rastlamıyoruz. Padişaha ‘dokunulmazlık’ kazandırmak amacıyla hayattaydı. Dinsel bir anlamı olmayan bir kurumu kaldırmanın dinsizlikle ilgisi olmadığı açıktır. İçinde biri olduğumdan şu konuda yorum yapma hakkını kendime veriyorum ki; müfredatın yazdığı ve anlattığı tarih yalandan ibaret, çıkarlara yöneliktir. ‘Yavuz (Sultan Selim) ilk halifedir!’ dediler ama içeriğini ve ruhani sıfatını aktarmadılar. Şimdi Osmanlı’da halifeliğin rolünü ele alalım. Yavuz Sultan Selim kendini halife ilan etmiştir.  O dönemde sınır valileri de kendilerini halife ilan etmişlerdi. Halifelik, İlber Ortaylı’nın anlatımıyla ‘ruhanî bir kurum’ olması ilk olarak Küçük Kaynarca Antlaşması’na dayanır. İlk kez resmî olarak burada halifelik geçer (1774). ( İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV. Cilt, I. Bölüm, s. 422.) Ardından 1779’da Aynalıkavak Tenkihnamesi’nde yer aldı. (Sinan Meydan, Hafıza Yakın Tarihin Kitabı, 2019, s. 203). Osmanlı padişahları dine şirk koşarak kendilerine ‘zillullahi fi’l-arz’ yani ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ sıfatını kullanmışlardır.

     

       Son Halife Sınırları Aşıyor!

     

                                                 Son Halife Abdülmecit Efendi

                                                               Son Halife Abdülmecit Efendi

     

     

       Abdülmecit’in para sıkıntısı vardı. 1924’te kendisine ayrılan paranın yetersiz olduğunu savunmuştur. Bunun için halifeliğin satılması konusu gündeme gelmiştir ve hakkında belge çıkarılmıştır. Böyle sıkıntıların yanı sıra Abdülmecit, dış devletlere yanaşır vaziyette ve kendini Mustafa Kemal Paşa kadar rütbeli zannediyordu. 3 Mart 1924’te 53 milletvekilinin imzasıyla hem hanedan dışarıya göç ettirildi hem de halifelik kaldırıldı.( Age. , s. 205.) Sınırları aşan bir halife için bunun yapılması kaçınılmazdı.

     

       Halifeliğin Kaldırılması

     

     

       Halil İnalcık şöyle özetliyor: ‘Tarihsel olarak Hilafetin Saltanattan ayrılması ve Saltanatın lağvedilmesinin, 1922-1927 döneminde Hilafetin kaldırılması ve diğer sekülerleştirici reformları içeren büyük inkılaplara neden olan bir dizi olaylar ve hareketleri tetiklediği görülecektir.’ ( Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, 2021, s. 61.)

                                                                     ‘Hocaların hocası’ Halil İnalcık

     

     

         Türk Kurtuluş Savaşı’nın temel amaç ve gayesi tam bağımsızlıktan başka bir şey değildir. Hem iç hem de dış düşmana karşı cesur bir ayaklanmadır. Bunu en ince detayına inene kadar inceleyelim.

       ‘Egemenlik’; ‘egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik’ anlamına gelmektedir. ‘Milli Egemenlik’ ise ‘bir milletin kendi kaderine hâkim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması’ anlamını taşımaktadır. Bu çerçeve içinde dönemi değerlendirmek gerekir. Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul Hükümeti ve Sarayı, hilafet makamını ve kendi saltanatlarını Türk milletinden üstün görmüşlerdi. (Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara, s. 85.)

       Bunu destekleyenler arasında Amiral Calthorpe’da vardır. Amiral Calthorpe, 6 Haziran 1919'da Tevfik Paşa ile anlaşarak Osmanlı'nın varlığını İngiltere'ye bağlamak istediğini belirtir. İtiraf eder ki 'Padişah yalnız kendi kişisel güvenliğini düşünüyor.' ( B.N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, C1., s. XII/6.)

       Padişah Vahdettin, işgalcilerin emri altında bir hükümdarlık hayatı sürmüş ve o zaman dilimde İngilizlere ‘hizmet etti’ denilecek kadar kötü faaliyetleri olmuştur. Vahdettin’i kullanan İngilizler, halifeliği kullanarak bir emperyal plan yapmışlardı; başarıyorlardı. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri yardımcısı Tuğamiral Richard Webb gerçeği kanıtlıyor. Tuğamiral Richard Webb, 19 Ocak 1919’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşar yardımcılarından Sir Ronald Graham’a gönderdiği özel mektupta ataklıkla şöyle diyordu:

       "Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valilerini atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz; polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları, işlemiş oldukları suçlara aldırmadan özgür bırakıyoruz…Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz…Politikamız, süngünün keskin ucuna dayanır…Halife elimizin altında bulundukça İslam Dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz…Bildiğiniz gibi, Padişah, bizi buraya yerleştirmeyi diliyor…" (Salâhi R. Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, 2010, s.12.)

       Sinan Meydan’ın anlatımı ile: 'Emperyalizm kendine bağnaz halife ve Müslüman ister!’ Meydan’ın sunduğu aynen Osmanlı’nın başına gelmiştir. Emperyalistler halifeliği kullandıklarını itiraf ediyorlar. Böyle bir siyasi makam bu ülkenin başına çöktüğü müddet ulusal bir kurtuluş mücadelesi düşünülemez.

     

       Şerif Hüseyin

     

                                                                                           Şerif Hüseyin

     

     

        Mekke Şerifi Hüseyin sürgün zamanı boyunca İstanbul’da evlendi. Bir arzusu vardı; kendisinin halifesi olmak. Osmanlı’nın hilafetini değil, kendi egemenliğinin olduğu bir hilafet makamı hedefledi. Arapçı bir politika izledi. Çünkü Osmanlı’ya karşı bir Arap ayaklanması istiyordu. İngiltere gibi dış güçlerle bağlantılar kurdu ve tekliflerle parıldamaya çalıştı. Şubat 1914’te Mısır Yüksek Komiseri Lord Kitchner’e talebini oğlu Abdullah’ı göndererek arzusunu ve niyetini belli etmiştir. I. Cihan Harbi başladığında İngiltere fikrinden vazgeçmiştir. (Fahir Armaoğlu, Türk Siyasi Tarihi, 2022, s. 171.) Niyetini tekrar güncelleştiren Hüseyin, 1915-1916 yıllarında tekrardan İngilizlerin yanına geçti. Hüseyin’e McMahon tarafından gelen cevaplar halifelik hakkında şunları söyler:

       ‘Hilafetin gerçek Arap ırkından biri tarafından başlatılmasını İngiltere destekleyecektir.’

    Bu Atatürk düşmanlarının bir iddiasını da çürütmüş olduk. Kendilerine Anti-Kemalist sıfatını hoş görenler ‘İngiltere, halifeliği kaldırmak isterdi!’ diyenlere bu kanıtı sunmak gerekir. Atatürk bütün bu dengeyi sağlamış ve hakikati görmüştür. Osmanlı hükümeti ve Vahdettin’de tahtından korktuğu için halifelik kozunu kullanmış ve onlara sığınmıştır. Tam bağımsızlık için hilafetin kaldırılması gerekiyordu. 3 Mart 1924’te ilga edildi. Burada dönemin İzmir milletvekili ve Adalet Bakanı Seyit Bey şu iki gerçekliği Meclis’te açıklamıştır:

    1. Hilafetin dini değil dünyevi bir mesele olduğunu,

    2. Hilafetin İtikadi bir mesele olmayıp millete ait haklar olduğudur.

     

       Atatürk'ün Ağzından Halifelik

     

       Atatürk 27 Eylül 1923’te verdiği demeçte şunları dile getirir:

      ‘Tarihimizin en mesut devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini istimal etti. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz tilmizlerine dünya milletlerine İslamiyet’i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükûmeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki bu şerait dahilinde beni halife tayin etseler derhal istifamı verirdim... Fakat tarihe gelelim, hakayıkı (gerçeği) tetkik edelim, Araplar Bağdat'ta bir hilâfet tesis ettiler, fakat Cordou'da bir hilâfet daha vücuda getirdiler. Ne Acemler ne Afganlılar ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini asla tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde ulvî vazife-i ruhaniyesini ifa eden yegâne halife fikri hakikaten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki Papanın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir.’ ( Sinan Meydan bu demecin 27 Eylül 1923 tarihinde verildiğini savunmuştur; lakin başka kaynaklarda Cumhuriyetin kurulduğu gün yani 29 Ekim 1923’te Fransız Gazeteci Maurice Perno'ya Verdiği Mülâkat esnasında söylediğini ileri sürüyorlar.)

     

       Mağdur Yaratanlara Sorarım!

     

        Milletin egemenliği için bu gereksiz makamı kaldırmak ne günden beri dinsizlik oldu? Başkasının egemenliği altında mı yaşayacaktık? Kendilerine Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanıtan padişahlar çok mu dindar?




     

    YALAN 2-

     


    "Atatürk,1932'de ezanı yasakladı!"


       
    Atatürk’ü dinsiz göstermekte yarışan inkarcılar pek yeni olmayan bir yalanla karşımıza çıktılar; ‘1932’de ezan yasaklatıldı!’ dediler. Buna söylenecek pek bir detay yok. 1932’en itibaren Türkçe okutulmaya başlanan ezan Atatürk’ün ‘dinde öze dönüş’ projesinin bir parçasıdır. ( Sinan Meydan, Yalanlara, Çarpıtmalara, İftiralara Panzehir, 2020, s.297.)

     

       Türkçe ezan da dine uygundur. Tayyip Erdoğan 2012’de şöyle ilave eti: ‘1940'lı yıllar boyunca milletin değerlerine, milletin kutsallarına karşı bir savaş yürütüldü. Kur'an'ı Kerim'i öğrenmek de öğretmek de okumak da yasaklandı. Ezan aslına aykırı bir şekilde çevrildi.’

     

        Erdoğan’ın zannettiği gibi aslına aykırı bir iş değildir. Atatürk burada asıl mevzunun din olmadığını dilsel gelişim ve öze dönüş olduğunu Reşit Galip Bey’e aktarmıştır. Dini bir değer olarak aykırı olamaz. İmam-ı Azam Ebu Hanefi, Kur’an-ı Kerim’in başka dile çevrilebileceğini savunduğu gibi ezanın da başka dilde okunabileceğini ilave etmiştir. Hanefi mezhebi Türkçe ezana müsaade etmesinin sebebi de ezanın sadece namaz saatini duyurmakla yükümlü olan bir çağrı olmasından kaynaklanıyor. ( Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış, 2012, s.387.) Kasani bile ezanın Türkçe ya da başka dillerde okunmasında bir sakınca bulmamaktadır. (Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet Meselesi, 2012, s.103.) Bu konuda daha fazla derinliğe gerek yoktur. Konu bulandırılmamalıdır.

     

     

     

    YALAN 3-

     

    "Latife Hanım, Atatürk'ün Yanlışlarından Bıkıp, O'nu Boşadı!"


       Latife Hanım, Salih Bozok’a mektup gönderir: 'Git, paşa ile görüş. Ben kocamdan eminim. Çünkü kadirşinastır. Yüksek ruhludur. İnsandır. Aramızdaki gerginliğe bir son vermesini güzel bir geçmişin vereceği kuvvetle rica et. (…) Nedeni çocukluk! Oysa çocuklar bu ağır cezadan muaftır.' Gönderdiği mektupta çocukça davranış sergilediğini resmen kabul etmiştir. İlber Ortaylı’nın deyimi ile: 'Maalesef Latife Hanım öyle görülüyor ki Türkiye şartlarında bir kurucu cumhurbaşkanının ve bir mareşalin eşi olmayı bilemedi.' Görüldüğü gibi buradaki suçluluğu Latife Hanım kabul etmiştir. Atatürk’ün burada suçlu olduğunu söylemek mümkün değildir. Rıza Nur başta olmak üzere bu olay çok çarpıtılmıştır. Atatürk'ün aslında cinsel yöneliminin erkeklere olduğu ve Halit Ziya'nın oğlu Vedat ile ilişki yaşadığı ise külliyen yalandır. 'Latife Hanım, Atatürk’ü boşadı' denmiştir. Durumun tam tersi hakikat olandır. Atatürk, Latife’yi boşamıştır.

     

     

     

    YALAN 4-

     

    " Harf Devrimi Bir Gecede Cahil Bıraktı!"


     
     Osmanlı’da okuma yazma oranı Sina Akşin’in ve Zafer Toprak’ın aktardığına göre %10 gibi sayılarda yüzmüştür. Mustafa Köse, 1927’de yaptığı taramalara göre okuma yazma seviyesi çoğu ilde %1 ile %5 arasındadır. Osmanlı’da medreselerde Arapça ders işlendiğinden, Türkçe pek gelişmemiştir. Kitap okunmamış daha doğrusu basılmamıştır. Osmanlı’da 1727-1830 yılları arasında basılan eser sayısı 80 idi. Bu örneği okuma-yazma oranının ne denli düşük olduğunu vurgulamak için yazdım. Şimdi 1400-1730 yani 330 yıllık dönemde Fünûn-ı Âliye çalışmaları dahilinde sadece 143 din içerikli eser vardı. Cumhuriyet döneminde ise 352.000 takım dinî eser halka dağıtılmıştır. Bu inanılmaz bir artıştır. Bu mu bizi cahil bırakan?!



    YALAN 5-

     

     

    "Atatürk'ün, Çanakkale'de Yeri Yoktur!"

     

     

        Herkesçe bilinir Atatürk’ün Çanakkale’de büyük rol oynadığını ama bu 'büyük' rolü anlamayan 'küçük' iş yapamayacak insanlar vardır. Genellikle şu cümleleri kullanırlar:

       1- 'Atatürk sadece bir yarbaydı!'

       2- 'Çanakkale’nin kahramanları Cevat ve Enver Paşalar idi!'

       3- “Atatürk’ün Çanakkale’deki rolü oldukça zayıftır!'

       Bazı hususlara değinecek olursak evet, Cevat Paşa Çanakkale’nin kahramanıydı ama Deniz muharebesinde. Mustafa Kemal Paşa ise kısa süreli bölge kontrolleri görevi dışında inisiyatif kullanarak düşmanın Anadolu içlerine girişini engellemiş ve İstanbul’un işgalinin önüne geçmeye çalışmıştı. Çanakkale Savaşı’ndaki Mustafa Kemal Paşa’yı görmemiz için ilk olarak Çanakkale Savaşı’nı bilmek gerekir.

                                                                            18 Mart Kahramanı Cevat Paşa

     

     

        Çanakkale Savaşı 28 Temmuz 1914’te başlayıp Ekim 1918’in bitmesiyle son bulan bir Türk savaşıdır. Karşımızda bulunan İngiliz- Fransızların hücumu ile başlayan savaş kıtasal etki göstererek Türk donanma planı oluşturulmuştu. Donanmalara karşın bölgede asayişsizlik mevcuttu. Bütün bunlara rağmen çetin savaş sürülmüştü. Cevat Paşa’nın kahraman olduğu gün yani 18 Mart’ta en büyük hücum gerçekleşmişti. Kuvvetli savaş sonrası düşman orduları geri çekildiler çünkü hasar yemişlerdi. Neticede artık deniz savaşını denemenin bir faydası yoktu. Bunun için de karadan savaş verecekler ve bu sefer karşılarına Mustafa Kemal Bey çıkacaktı.

     

       Çanakkale Savaşı’nı Tanıyalım

     

     

        İngilizler ve Fransızlar zihin yolu ile Balkan devletlerini kendilerinden olmaları için bir ikna çabası içindeydiler. Bunun için de Çanakkale’ye bir harekât düzenlemeye karar vermişlerdi. Yukarıda yazdığım gibi bunların amaçlarından birisi İstanbul’u ele geçirmekti. Bunu yaparak hem Osmanlı’nın bir sözü geçmeyecek hem de boğazların hakimiyetine sahip olacaklardı (bu dönemde başlayan boğaz sorunu 1936’da Montrö Antlaşması ile çözüldü). Wiston Churchill gibi kimi yetkililer Türklerin donanmasının ve gücünün zayıf olmasından dolayı savaşın galibiyetinin zaten kendilerinde olacaklarını ve Türklerin pes edeceklerini düşünmüştü. Bu cephane ve kuvvet açısından oluşan bir farktan dolayı yapılan bir yorumdur. Örneğin İngilizlerin bir mermisinin ağırlığı 7442 kilogram iken Osmanlı’da 800 kilogram civarındaydı.

       Bu savaş pek İtilaf Devletlerinin istediği gibi ilerlemedi. Nusret Mayın Gemisi mayın yerleştirmiş ve düşman gemilerinin büyük bir hasar almasına yol açmıştı. Bunun intikamını almak isteyenler bu sefer denizden değil karadan hücum etmek istediler. ANZAK askerlerini bu sahada kullanacaklar ve bu askerler Seddülbahir ile Arıburnu’na çıkartma yapacaklardı. İşte bu savaşının gidişatını değiştiren kişi Mustafa Kemal Bey idi. Mustafa Kemal Bey 24 Şubat 1915’te, 57. Alay ile Ecebat’a gelmişti. Burada 9. Tümenin 26 ve 27. Alayları vardı ve Mustafa Kemal Bey’in emrindeydi. Böylece Maydos bölgesi Komutanlığını yapmıştı.

    Çanakkale’de Mustafa Kemal Bey

     

     

        İlk faaliyetlerini burada gösteren Mustafa Kemal Bey 5. Ordunun kurulmasından sonra 19. Tümen Komutanlığı’na getirilmişti. “Mustafa Kemal sadece basit bir subaydı!” diyen sahtekâr, terbiyesiz ve küstahlara duyurulur! 19. Tümen Komutanı olan Mustafa Kemal Bey Arıburnu zaferinden sonra o bölgede Kuvvetler Komutanlığı yaptı. Görevinin ilk 5 günü 3 piyade, 1 topçu alayı ve 1 piyade Alayı’nı yönetti. Kuvvetler Komutanlığı’ndan 2 gün sonra yani 27 Nisan’da ise 2 tümen, 1 Mayıs’ta 4 tümen yönetti ve komuta etti. Bunun dışında istifa edene kadar 10 tümen yönetti. Mustafa Kemal Bey’e “basit bir subay” diyenlere sorum; madem Mustafa Kemal basit bir subay neden en çok askerî güç onda? Mevcudu 135 bin kişi! Azıcık insaf…

     

        Arıburnu Muharebeleri ve Atatürk’ün Anlık Kararları

     

        Mustafa Kemal’in büyük başarıları ömrü botunca say say bitmez ama tahmin ve öngörü konusunda diğer meslektaşlarından ileriydi. Bu ise askerî deha olarak yapılan tanıma uygundur. Yani anlayacağımız bu silaha sarılarak kazanılan bir birikim değildir. Liman Von Sanders’in tahminleri Çanakkale’de pek doğru gitmemişti ki hatalar yapmıştı. Bu Mustafa Kemal’de böyle değildi. Çünkü Mustafa Kemal, Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar’da büyük başarılar kazanmış ve bunu öngörü ve tahmin yeteneğine bağlı olarak yaptığı düşünülebilir… Çanakkale ile Mustafa Kemal hakkında daha çok anlatımlar ve detaylandırmalar yapılabilir.

                                                     Otto Liman Von Sanders’in tahminleri yanlıştı.

     

    Sonuç

     

       Atatürk düşmanları utanır mı? Hiç sanmam... Bu yalanları artık söyleyemeyecekler; yeter ki milletimiz okusun...

     

    Nur İçinde Yat Büyük Kurtarıcı...


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.