Heinrich von Kleist'ın Michael Kohlhass adlı eseri üzerinden bir inceleme
Bernd Heinrich Wilhelm von Kleist, 18 Ekim 1777’de (Kendi ifadesine göre doğum tarihi 10 Ekim’dir) Frankfurt an der Oder'de doğmuş, Alman şair, hikâye ve öykü yazarıdır. Kısa hayatı savruk ve belirsiz bir takım çizgi dışı yönelimlerin etkisinde adeta bir var olabilme mücadelesi ekseninde geçtiği için Kleist’ın dehası yaşadığı dönemin edebi akımlarının yerleşik kamplarından öte bir figür olarak görünmez ve duyulmaz bir tabiata sahiptir.
Yaşamı boyunca özündeki aykırılıkları her fırsatta deneyimlemek zorunda kaldığı içsel çelişkilerinin uhdesinde katmerlediğinden ötürü yaşam enerjisini aldığı doğasını dönemin düşünsel modellerini uydurmakta güçlük çekmiş, kendisine has biri olarak yaşamış ve ölmüş biridir Heinrich von Kleist.
Kleist’ın ruhsal çatışmasının kaynağı abartıda yatar. Bu anlamıyla gerçeküstü ya da bir romantik olarak sayılabilecek olsa da onun ruhundan taşan bilinmezlik ve belirsizlik tutkusu onu herhangi bir kaynağa bağımlı kılmaktan her zaman uzak tutmuştur. Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar adlı eserinde onun bu yönüne şu şekilde vurgulamaktadır:
“Onun hayat planları kav gibidir: Gerçekliğe temas ettikleri anda alev alırlar. Ne kadar uğraşırsa o kadar başarısız olur, çünkü onun özü abartı yoluyla tahrip etmektir.”
Edebiyat tarihinde Heinrich von Kleist'in edebi yaklaşımının çerçevesi, sınıflandırılması uzun zaman almış ve konunun uzmanlarının halen daha net bir kanaate varamadıkları tartışmalı bir konu olagelmiştir. Yaşamı ve çalışma tarihleriyle ilgili olarak, Alman edebiyat bilimciler onu ya katı biçimde biçimsel klasisizm çağına ya da gerçekçi olmayan romantizm çağına atfetmek arasında seçim yapmakta zorlanmaktadırlar. Bununla birlikte, her iki alternatif de Kleist'in çalışmalarının hakkını vermekte yetersiz kalmaktadır, çünkü her iki dönemin önemli temsilcilerinin çağdaşı olmasına rağmen, kapsamlı yazışmalar, kişisel karşılaşmalar, konu ve tür seçimiyle kanıtlandığı üzere Kleist aslında her iki akıma karşı mesafesini yaşamı boyunca korumayı bilmiştir.
Kleist’ın çelişkili ancak kendi içinde anlam bulmaya çabaladığı düşünsel dünyası içerisinde farklı fikir motiflerinin bir sentezini bulmak her zaman mümkündür. Örneğin ölümünden bir sene öncesinde kaleme aldığı güçlü eseri Michael Kohlhass’da özünde dürüst, haklarını kanun yoluyla aramaya özen gösteren bir vatandaşın mantığın dışına çıkmayan davranış ölçütü içerisinde kendisine, ailesine, içinde bulunduğu toplum ve devlete karşı geliştirdiği ödev duygusunu eserin hemen başında yazarın ifadelerinde açıklıkla görebiliriz:
“On altıncı yüzyılın ortalarında, Havel nehri kıyılarında Michael Kohlhaas adında bir at taciri yaşıyordu. Bir taşra öğretmenin oğlu olan Michael Kohlhaas devrinin en dürüst ve haksever, aynı zamanda da en dehşetengiz insanlarından biriydi. Bu olağandışı adam, otuz yaşına kadar, örnek bir vatandaş sayılabilirdi. Hâlâ onun adıyla anılan bir köyde, kendine ait çiftliğinde huzur içinde zanaatıyla geçiniyor, karısının ona armağan ettiği çocuklarını, Tanrı korkusuyla, çalışkanlık ve sadakat aşılayarak yetiştiriyordu; komşularının arasında yardımseverliğinden ya da hakkaniyetinden nasiplenmemiş bir kişi bile yoktu; kısacası, bir erdemi aşırıya vardırmasaydı, dünya onun hatırasını saygıyla anacaktı. Fakat adalet duygusu onu haydut ve katil yaptı.”
Immanuel Kant’ın felsefi görüşleri çerçevesinde kendisine yer bulan bu karakter örgüsü hikâyenin devamında kanunun, toplum sözleşmesine aykırılık gösterdiği bir takım koşullarla karşılaşacaktır. Bireyin toplumdan dışlandığı koşulların oluştuğuna tanık olduğumuz bir durumda, hikayenin kahramanı at taciri Michael Kohlhaas toplum sözleşmesi şartlarının bağlayıcılığının ortadan kalkışına yönelik bir akıl yürütme ortaya koyacaktır.
Immanuel Kant
Bu noktada Kleist’ın ana karakteri Michael Kohlhass’ın Jean Jacques Rousseau’nun felsefesine yakınlaştığını gözlemleyebiliriz. Bu fikri çerçevenin bir anlamda Kant’ın hükümdara başkaldırıyı uygun bulmayan yaklaşımına aykırılık gösterdiği ortadadır. Bu noktada Kant’a göre siyasi topluluğun her üyesinin diğerlerine karşı zor kullanma hakkı bulunmazken, bundan muaf olan sadece devlet başkanıdır; zira kendisine karşı herhangi bir zorlama hakkı olmayan, fakat kendisi zor kullanma yetkisine sahip olan yegâne merci odur. Bu noktada Kant, hükümdar ile tebası arasında vuku bulacak zorlamaya dayalı bu durumu savunurken, tebaa ile hükümdar arasındaki sınırları, belirgin bir şekilde öne çıkartır. Ona göre siyasî örgütlenmenin özelliği gereği zorlayıcı salahiyete sahip tek merci başkandır. Çünkü Kant’a göre devlet başkanı siyasi topluluğun üyesi değil, aksine onun yaratıcısı veya koruyucusudur.
Bir bakıma Kant’ın görüşlerindeki bu önemli nüans Michael Kohlhaas’ın hikaye içerisinde Rousseau’un toplum sözleşmesine yöneldiği temel noktayı bize vermektedir. Rousseau’nun anlayışına göre devlet, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür. Bu noktada Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi ile ilgili görüşlerini hatırlamakta fayda vardır:
“Üyelerden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulunmalı ki orada her insan hem herkesle birleştiği hâlde yine de kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte, toplum sözleşmesinin çözüm aradığı ana sorun budur.”
Bir anlamda Rousseau toplum sözleşmesini bir boyun eğme vasıtasından öte bir ortaklık anlaşması olarak görür. Vatandaşlar toplumsal bir sözleşme yardımıyla devlet vasıtasıyla kendilerini koruma, doğal haklarına sahip çıkma vb. gibi konuları devletin yaptırım gücüne bağlamışlardır. Bir anlamda Rousseau’nun savunduğu yönetim, bilge kişilerin yönetimidir. Ona göre yönetsel bilgelik ancak bütünün çıkarlarına yönelik bir anlayışın ortaya konulmasıyla mümkün olabilir: “Bilge kişilerin halkı yönetmesi en iyi düzeni gerektirir. Bu da bilge kişilerin kendi çıkarları için değil, halkın yararını gözettiği sürece mümkün olacaktır.”
Jean-Jacques Rousseau
Kleist’ın Micheal Kohlhaas karakterine özgü olarak ortaya koyduğu bu dönüşüm Rousseau’nun görüşleri etrafında mevzilenmiştir. Bu anlamda Rousseau, kişinin özgürlük ve yaşam hakkının bir ihlalle karşı karşıya bulunduğu bir durumda egemen gücün meşruluğunu yitirdiğini ve sözleşmenin iptal olduğunu belirtmekte ve vatandaş ile egemen gücün arasındaki toplum sözleşmesinin koşullarının geçerliliğini yitirdiği hallerde bireylerin toplum öncesi doğa durumuna dönebileceklerini ilan etmektedir.
Ne var ki gelişen olaylar başlangıçta Kantçı, devamında Rousseaucu bir perspektiften yoluna devam eden Michael Kohlhass’ı neticede bir çözümsüzlüğe mahkûm edecektir. Bu çözümsüzlüğün devamında Michael Kohlhass karakterinin özünde sentezlediği felsefi görüşlerin geçerliliğini yitirdiği noktada kanunsuzluğun ve isyanın topluma, diğer insanlara zarar vermeye başladığı bir gerçekliğin okuru götürdüğü çelişkili durum neticede sorunlara bir türlü çözüm bulunamadığı bir noktada dini temel alan Lutherci bir arabuluculuğun vekaletinde çözüm aranmasına yol açar.
Lakin takip ettiği tüm bu yollar bir yerde Michael Kohlhass adlı at tüccarını bürokrasinin iğneli kollarına mahkûm edecek, egemen güçlerin ayak oyunlarının tanıklığında adaletsizliğe çözüm arama yolculuğu onu bir bataklığa sürükleyecektir. Bana göre, bu bataklık öyle bir yerdir ki bireyin yaşamının ve o yaşamı düzenlemekle mükellef toplum kurallarının anlamsızlığını kucakladığı aslında gerçeğin özüdür. Bir anlamda ölümünden bir sene önce kaleme aldığı bu eserde Heinrich von Kleist son sözlerini etkileyici bir çerçevede okuyucuna aktarmayı başarmıştır.
Nihayetinde Kleist, ölüme tutkulu biriydi. Bunu ondan geride kalan bir çok yazışmada, mektupta görebiliyoruz. Çoğunda dostlarına ölüme yürümekle ilgili keskin görüşlerinden bahsetmiştir. Bir seferinde arkadaşı Rühle von Lilienstern’e yazdığı bir mektupta arkadaşını tatlı ve tutkulu sözlerle kandırmaya çalışmıştır: “Bir kere daha birlikte bir şey yapmamız düşüncesi bir türlü aklımdan çıkmıyor; gel iyi bir şeyler yapalım ve ölelim! Şimdiye kadar öldüğümüz ve öleceğimiz milyonlarca ölümden sadece biri. Sadece bir odadan çıkıp başka bir odaya girmiş olacağız.”
Heinrich von Kleist'ın, Alman bir kadın müzisyen olan Henriette Vogel ile birlikte 1811 yılında Berlin'de Kleiner Wannsee gölü kıyısında intihar ederek yaşamına son vermesi tüm yaşamı boyunca sürdürdüğü bir trajedinin edebiyat tarihinde iz bırakacak biçimde sonlandığı (en azından bu hayatta) yaşam eserinin son satırlarını oluşturur. Bu ihtişamlı ölüm töreninin davetlileri olan bu iki sevgili, yaşamın anlamsızlığını ruhlarının derinliklerinde tüm haşmetiyle hisseden iki yoldaş olarak tarihe geçmişlerdir. Sonuçta Kleist’tan geriye ardında bıraktığı bir sayfalık intihar mektubu ve mektubun satır arasında dünyaya haykırdığı son sözleri kalmıştır: “Bana bu gezegende hiçbir zaman bir yardım eli uzanmadı.”
Stefan Zweig, Kendileriyle savaşanlar adlı eserinde Kleist’ın ölüme yönelik karşı konulmaz tutkusunu şu sözlerle ifade eder:
“Hayat onu hazır hale getirmişti; fazlasıyla hazırlamıştı onu; çiğnemiş, yoğurmuş, hüsrana uğratmış ve aşağılamıştı; ama şimdi o muazzam bir güçle ayağa kalkıyor ve kendi ölümünden son kahramanca tragedyasını biçimlendiriyordu. İçindeki sanatçı, o edebi abartıcı, gizliden gizliye parıldayan kararın uzun zamandır için için yanan ateşini güçlü nefesiyle harlandırmıştı, o şimdi sevinç ve mutluluk alevleri halinde Kleist’ın göğsünden fışkırıyordu, intiharı kesinleştiği andan itibaren kendisinin de dediği gibi -ölüm için tamamen olgunlaşmıştı-, hayatın ona hükmedemeyeceğini, bilakis onun hayata hükmedebileceğini anladığı günden beri. Hayata hiçbir zaman Goethe gibi net bir evet diyememiş Kleist, şimdi ölüme özgür ve mutlu bir evet demektedir.”
Kaynakça:
Heinrich von Kleist, (2007), Michael Kohlhaas, Can Yayınları, İstanbul
Stefan Zweig, (2021), Kendileriyle Savaşanlar, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul
Jean-Jacques Rousseau (2019), Toplum Sözleşmesi, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul
Yorum Bırakın