Köleliğin Evrimi

Köleliğin Evrimi
  • 4
    0
    0
    0
  • Köleliğin İki Formu; Görünen ve Örtük Kölelik

    İnsanın insana kölelik etmesi günümüz modern toplumlarında şiddetle karşı çıkılan bir anlayış olagelse de insanlığın tarihsel geçmişinde köleleştirme düzeni toplumsal yaşamın başat bir öğesi olarak uzun yıllar varlığını sürdürmüştür. Kölelikle mücadele 18. ve 19.yüzyıllarda başta Büyük Britanya, Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Kanada, Fransa ile Rusya gibi ülkelerde düşünsel boyutta kendisine yer bulmaya başlamış ve hatta bu konuda örgütsel mücadelenin ilk resmi adımları 19. Yüzyılın ilk yıllarında atılmaya başlanmıştır. Ne var ki binlerce yıl sürmüş olan bir düzenin sona erdirilmesi insanların zihinsel dönüşümlerine ve yeni bir dünyaya uyumlanmaktaki başarılarına bağlı olduğu için bu konuda kesin sonuçların alınması için 20.yüzyıla kadar beklemek gerekmişti. En sonunda 20.yüzyılın hemen başında Avrupa ve  ABD’de köleliğin kaldırılmasına yönelik geniş kapsamlı ilk kanunlar çıkartılmıştır.

    O tarihten bu yana Görünen Kölelik diye adlandırdığım kölelik formu insanların zihinlerinden silinmeye başlamış olsa da kölelik olgusu kendisine yeni bir biçim bularak Örtük Kölelik diye ifade ettiğim bir form içinde toplumsal yaşamın köklerinde varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

    Bana göre insanoğlu yaradılışından bugüne köleliği iki farklı form temelinde deneyimlemiştir. Kölelik formlarının başlangıç noktası olarak işaret edebileceğimiz Görünen Kölelik formunda, bir insanın kaderini başka bir insanın inisiyatifine açıkça bırakması ya da bırakmak zorunda kalması neticesinde iradesini özgürce kullanmaktan mahrum olma durumuna tanık oluruz. Bu türlü bir kölelik formunun, insanların tarımsal faaliyeti merkezine alarak topluluklar halinde yaşamaya başladığı MÖ 9000 yılından 20.yüzyılın başlarına kadar geçerli olduğunu varsaymaktayım. 

    Tarımın keşfi ile insanların besin ihtiyaçlarının yeterince karşılanması, dünya genelinde azımsanmayacak ölçüde nüfus artışlarına yol açtığı gibi kabilelerin bölgesel olarak daha geniş alanlara yayılmalarına da olanak tanımıştır. Öyle ki insanoğlu avcı toplayıcı olduğu döneme nazaran yiyecek stoklarını daha iyi bir şekilde depolama imkânı bulmasından ötürü tarım toplumları, avcı-toplayıcı topluluklardan daha fazla yiyecek üretebilmiş ve böylelikle nüfus artışlarını destekleyebilmiştir. Nüfusun hızlı artışı çiftçilerin ürettikleri fazla ürünleri farklı ürünlerle takas edebilecekleri olanakların ortaya çıkmasını sağlamış ve böylelikle insanlar kendi ihtiyaçlarından daha fazla ürün yetiştirmeye başlamışlardır. Bu sayede belli alanlarda uzmanlaşma, tek bir faaliyet üzerinde yoğunlaşma fırsatı bulan insanoğlu kaynaklarını daha verimli bir şekilde kullanıp üretim çeşitliliğinin yanı sıra daha iyi binalar, aletler ve silahlar yapmaya başlamıştır. 

    Böylesine hızla gelişen, ticari faaliyetlerle çeşitlenen kabile yaşamı, kentleşmeye başladığı noktada topluluğun üyeleri arasındaki aktiviteleri denetlemek, düzeni sağlamak adına yönetsel faaliyetler sistemli bir yapıya bürünürken insanları ve kaynakları korumak adına askeri kuvvetler ortaya çıkmıştır. Neticede düzen ve denetim ihtiyacıyla devletleşen kabileler, bu yeni yapı içerisinde kendi bürokratik sistemlerini kurmakta gecikmediler. Bu aşamada bürokratik anlayışın gelişmesiyle yönetim erki güçlenmiş, bir anlamda bireysel hırsların toplumsal amaçlara dönüştürülmesinin de böylelikle önü açılmıştır. Yıllar boyunca büyüyen ve gelişen bu yapılar nezdinde düzen arayışı, uygarlaşan insanın idrak çerçevesinde güvenliklerini sağlama aldıkları bir çabayla özdeşleşmektedir. 

    Kalabalıkları yönetsel güçlerin hırslarıyla biçimlendiren bir sistem içerisinde güç odaklarına güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için bel bağlayan insan, kendisine sunulan bu yapıyı meşru bir gereklilik olarak ele alır. Ne var ki bu haliyle varlığını bir düzen illüzyonu içerisinde meşrulaştıran bu sistem içerisinde insan, kendisini hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi tutsak ve yoksun bulacaktır. İlk toplumlarda bu yoksunluk kölelerin boyunduruğuna bağlanmışken günümüz toplumlarında modern insanın yazgısını temsil eder. Bugünün insanının sessiz ve çoğunlukla bilinçsiz bir kabulle özümsediği bu durumu örtük kölelik olarak ifade etmeyi tercih ediyorum.

    Köleliğin Vicdan Boyutunda Değerlendirilmesi

    Bugünün insanları olarak sahip olduğumuz eşsiz bilgi hazinemiz ve geçmiş dönemlerdeki şartlara nazaran cömertçe ufkumuzu genişleten kusursuz teknolojik olanaklar bağlamında şekillendirdiğimiz düşünsel anlayışımız bizlere köleliğin vicdanen kabul edilemez bir şey olduğunu düşündürmektedir. Bu tercihte belirleyici olanın vicdan olduğunu düşündüğümüz noktada vicdan kavramını olabildiğince detaylıca incelemek yerinde olacaktır. 

    Vicdan en basit tanımıyla insanın karanlıkta yolunu aydınlatan ona rehberlik eden iç sesidir. Bu kısa tanımdan çıkarımla hemen herkesin üzerinde uzlaşacağı bir düşünce olarak vicdanın ahlaki bir yol gösterici olduğundan bahsedebiliriz. Öte yandan vicdan olgusunu bu düşünce çerçevesi içerisinde tanımladığımızda vicdanı oluşturan egemen değer olan ahlak kavramının nereden geldiğini de sorgulamamız gerekir. 

    Bu hususta 17.yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak görülen John Locke’un “Tabula Rasa” deyimiyle ifade ettiği görüşlerini dikkatle incelememiz gerekir. Buna göre Locke, Latincede boş levha anlamına gelen ‘tabula rasa’ deyimiyle ifade ettiği üzere insan zihni doğuştan hiçbir fikri içinde barındırmaz. Ona göre insan beyni doğduğunda boş bir levha gibidir. Dolayısıyla hiç kimse ahlaki ve vicdani değerlere doğuştan sahip olamaz. Dolayısıyla insanın dünyayı algılamasındaki nedensellik kişinin zamanla edinilen deneyimsel alışkanlıklarıyla ilintilidir. John Locke ve David Hume gibi düşünürlerin vicdan ve ahlakın doğuştan gelen olgular olmaktan öte deneyimlerle sonradan olgunlaşan fenomenler olarak tanımladıkları görüşleri vicdanı ilahi bir lütuf olarak gören ve bu kavramları yaradılış üzerinden temellendiren görüşlerin tam tersi bir duruşa vurgu yapar. Bu noktada varoluşsal bir çerçevede vicdanın doğuştan gelen fıtrat temelli bir olgu olmaktan öte deneyimlerle zaman içerisinde biçimlenen bir öze sahip olduğu düşüncesinin bugün için bir çok düşünürün üzerinde uzlaştığı bir konu olduğunu özellikle ifade etmek isterim.

    John Locke

    Vicdan ile ilgili bu kısa açıklamadan sonra köleliğin günümüz toplumlarında vicdani bir reddediliş neticesinde şiddetle karşı çıkılan bir anlayış olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bugün için modern dünya insanı kölelik anlayışını ilkel bir dünyaya ait bir olgu olarak tanımlarken genel kabul gören ahlak örüntüsüne uygun olmayan hususiyetler içerdiği için  bu kavramın meşruiyetini bütünüyle yok saymaktadır. Öte yandan MÖ 9000 yılından başlayan bir anlayışın 18.yüzyıldan başlayarak ortadan kaldırılması adına çalışmaların yapılması ve neticede 20.yüzyıla gelindiğinde köleliğin tamamen yasaklandığı uluslararası bir çerçevenin ortaya konması, yaklaşık 250 yıllık bir zaman aralığında bu düşüncenin terk edildiğini bize göstermektedir. Terk edildiğinden bahsederken köleliğin yasaklanmasını takiben bir çok ülkede ırkçılığa dönüşen ayrımcı tutumları göz ardı etmememiz gerekir.

    Belki de bu noktada araştırılması gereken tarihsel süreçte 10.000 yıldan fazla sürmüş ve geniş bir zaman aralığında dünya üzerinde yaygın bir biçimde kabul görmüş bir olgu olarak kölelik anlayışının yaklaşık 250 senelik bir zaman aralığı içerisinde dünya genelinde nasıl son bulduğudur. Bu çerçevede köleliğin vicdanları rahatsız ettiği ahlaki boyutunun insanların düşünsel evrenindeki dönüşümlere mi dayandığı ya da güç odaklarının çıkarları doğrultusunda topluma dayatılan bir olgu olarak insanların vicdanlarına bilinçli bir çabayla mı yerleştirildiği konusundaki ayrımı incelemek bizlere doğru bir çıkış noktası verebilir.

    Kölelik Karşıtlığının Tarihsel Gelişimine Kısa Bir Bakış

    Köleliğe yönelik olumsuz görüşlerin oluşmaya başladığı düşünsel değişime bir mihenk taşı koymamız gerekirse İngiltere’de 1215 yılında imzalanmış bir belge olarak Magna Carta’yı bireysel özgürlükler anlamında değişen dünya düzeninin başlangıç noktası olarak değerlendirmek yerinde olabilir. Bu belgeyle kralın otoritesinin sınırlandığı İngiliz aristokrasisi ile ona bağlı unsurların, kralın mutlak otoritesini kısıtlamak suretiyle egemen gücün yetkilerini derebeyleri ve din adamları ile paylaşmasını onayan bu belgenin 39. Maddesinde ifade edildiği şekliyle yurttaşların hak ve özgürlüklerinin de garanti altına alındığı görülmektedir.  

    “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke yasalarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, yasa dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” 

    Kölelerin özgür bireylerle eşit haklara sahip olmaları gibi bir düşünce bildirgede ifade edilmemiş olsa da bu belgenin köleliğin ortadan kaldırılmasına giden yolda nispeten önemli bir başlangıç noktası olduğunu düşünebiliriz.

    Sonrasında Kuzey Amerika ve Avrupa’da 18.yüzyılda kabul edilen Virginia İnsan Hakları Bildirgesi, Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi gibi belgeler insanların hak ve özgürlükler anlamında eşit olduğunu vurgulamaları bağlamında oldukça değerlidir. Neticede bu bildirgeler her ne kadar köleliğin kaldırılmasına yönelik açık düzenlemeler ihtiva etmeseler de toplumsal vicdanının açık bir tezahürü olarak ele alınacak olursa bu belgelerin köleliğin kaldırılmasına yönelik toplumsal uyanışın açık bir temsili niteliğinde olduğu düşünülebilir.

    Ne var ki bu bildirgelerde iyi niyetle ortaya konulan, eşitliği vurgulayan görüşlere karşın köleliğin kaldırılmasına yönelik açık bir düzenleme o tarihlerde henüz ortaya konulmamıştı. Bu yönlü açık bir eylem olarak ortaya konulan ilk resmi düzenlemeler 19.yüzyılın hemen başında 1814 Tarihli Paris Barış Antlaşması ve 1815 yılında imzalanan Viyana Kongresi metinlerinde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Viyana Kongresinde dönemin sekiz büyük sömürgeci gücü hazırladıkları ortak bir bildiriyle Trans-Atlantik köle ticaretinin kaldırılması ve hem Avrupa devletlerinin sömürgelerinde hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan kölelerin özgürlüklerine kavuşmaları konularında anlaşmışlardır.[1]

    Bu gelişmeler doğrultusunda Kölelikle mücadele amacıyla atılan adımlar 1926 tarihli Milletler Cemiyeti Kölelik Sözleşmesi ve 1932 tarihli Zorla Çalışmaya İlişkin ILO Sözleşmesi ile hız kazanmıştır. Konunun en kapsamlı şekilde ele alındığı ve 1949 yılında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile kölelik ve köle ticareti kesin olarak yasaklanmış, 1950 yılında kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 1976 yılında yürürlüğe giren Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme ile kölelik ve köle ticareti yasağının yanına zorla çalıştırılma yasağı da eklenmiştir.

    Görüldüğü üzere, insan türünün tüm üyelerinin eşit hak ve özgürlüklere sahip olması gerektiği düşüncesi 13.yüzyıldan bu yana zaman zaman çıkar odaklarına hizmet eden bir bağlamda gündeme gelmiş olsa da yine de süreç içerisinde kent yaşamının, aydınlanmanın, dini reformların belirginleşmeye başladığı bir düzlemde vicdani bir kabulle köleliğin görünen yüzü kitlelerin kabul edebilecekleri bir olgu olmaktan çıkmıştır. Ve sonunda 18. yüzyıldan başlayarak gelişen olaylar 20.yüzyılda köleliğin tamamen ortadan kaldırıldığı bir çerçeveye evirilmiştir. Bu noktada köleliğin kaldırılmasında vicdani bir tutumun etki ettiği düşünce süreçlerinin kitleleri etkisi altına aldığını söylemek kadar bu süreçte farklı gerekçelerin etkili olduğunu da düşünebilir miyiz? Bence bu aşamada sorulması gereken asıl soru budur.

    Köleliğin Kaldırılmasına Etki Eden Faktörler Nelerdir?

    Öncelikle bu konuda farklı teorilerin olduğunun altını çizmek gerekir. Tahmin edilebileceği üzere köleliğin kaldırılmasında ekonomik gerekçelerin başat bir faktör olarak ortaya çıktığı bugün için bir çok uzmanın üzerinde durduğu bir konudur. Öyle ki on sekizinci yüzyılın sonlarında köleliğin kaldırılmasına yönelik en dramatik değişimler Britanya'da ve İngilizce konuşulan Kuzey Amerika'nın bazı bölümlerinde ortaya çıkmıştır. 

    1790'ların dünyasında Britanya İmparatorluğu dönemin süper gücü olarak aynı zamanda dünyanın en büyük köle ticareti endüstrisine sahipti. Bu alanda sömürgelerinden sağladığı kaynaklardan biri olarak ele alabileceğimiz insan gücü, İngiliz ekonomisinde o dönemlere kadar her zaman değerli kaynaklardan biri olagelmişti. Bir yandan İngilizler dünya üzerinde köle ticareti üzerinden servetlerini arttırırken, diğer yandan da bu alandaki ticari faaliyetlere yön vermekteydiler. Britanya'nın en büyük şirketlerinden biri olan Lloyd's of London, Afrika ile Amerika arasındaki neredeyse her köle ticareti yolculuğunu sigortalıyordu. Ne var ki 1807'de Britanya, köle ticaretini suç sayan ilk büyük ülke oldu ve1835'te Britanya İmparatorluğu'nun her yerinde kölelik kaldırıldı. İngilizce konuşulan kuzey ABD eyaletleri ve Kanada'nın bazı bölgeleri vakit kaybetmeden bu kararları takip etti. Elbette ki bu yönlü hızlı bir değişim pek çokları için anlaşılmaz olagelse de dönemin ekonomik gerçekliği gözetildiğinde alınan bu kararların altında yatan gerekçeler açıklıkla görülebilir.

    Öyleki kölelik düzeni Britanya'da o dönemlerde güç kazanmaya başlayan orta sınıfın çıkarlarına ekonomik gerçeklik anlamında fayda sağlamıyordu. Yeni gelişen orta sınıf sanayici grupları ve işletme sahipleri işlerini köleler olmadan yapıyor, köle endüstrisi içerisindeki yegâne payları ara sıra köle ticareti yapmaktan öteye geçmiyordu. Ne var ki geçmişin yüksek karlar kazandıran köle ticareti endüstrisi parlak günlerini geride bırakmıştı. Bu endüstride kârlar düşüyor orta sınıf tüccar ve girişimciler giderek bu endüstriden uzak durmayı tercih ediyorlardı. Sonuçta nitelikli işçi çalıştırmaları gereken farklı iş kollarına yatırım yapan bu kişiler çalışanlarına maaş ödeyen işletmelere kaynak aktarmaya başladılar. Öte yandan köleliğin hâkim olduğu bir düzende pazardaki oyuncuların adil şartlarda rekabet etmesi bir türlü garanti edilemiyor, iş yerlerinde köleleri çalıştırmaya devam eden bazı işletmeler, rekabet koşullarının adaletsiz bir çerçeve içerisine hapsolmasına neden oluyordu. Ayrıca bazı iş adamları, Afrika ile ticari koşulları köle ticareti ve hammadde temininden öteye taşıyıp Afrika ülkelerine nihai ürünler satmak ve karşılığında fabrikalarında kullanmak üzere palmiye yağı ve diğer Afrika menşeli kaynaklar satın alarak Afrika'daki ticaretten para kazanmayı umuyorlardı. Bu durum bir bakıma Afrika coğrafyasının hammadde tedariki kadar bir tüketici pazarı olarak görülmeye başlandığını ve köle ticaretini sona erdirmenin Afrika'daki ticareti daha istikrarlı ve karlı hale getirebileceğini de bizlere göstermektedir.

    Bu noktada ticaret yapan bu kişilerin köleliği kaldırmak, köle ticaretini önlemek yönündeki çabalarını salt ticari gerekçelere dayandırmak çok doğru olmayabilir. Dönemin Britanyalı burjuvalarının genel olarak özgürlük idealine inandıklarını düşünsek bile (insanları köleleştirilmek yerine yaptıkları iş için ücret ödedikleri düşüncesiyle) köleliğin kaldırılması yönüyle verdikleri desteğin vicdani boyutundan öte ekonomik şartlara bağlı olduğu düşüncesi bizlere daha gerçekçi bir bağlam sunmaktadır. Kaldı ki burjuvazinin soylularla mücadelesinde dönemin burjuvalarının, gelirlerinin çoğunu köle plantasyonlarından kazanan, toprak sahibi soylulardan oluşan daha yaşlı bir üst sınıfla keskin bir iktidar mücadelesi içerisinde olduğunu bilmek gerekir. Öyle ki burjuvazinin iktidar için siyasi olarak rekabet ettiği soylularla ilişkisinde kölelik sisteminin sona erdirilmesi önemli bir yer tutmaktaydı. Çünkü bu sayede yeni iş insanları eskiye dair köhnemiş bir kesimin en önemli gelir kaynaklarından birinden onları mahrum ederek bir anlamda siyasi rakiplerinin altını oyma fırsatına da sahip olabileceklerdi.

    Diğer taraftan köleliğin kaldırılmasında temel etmenin ekonomik gerekçeler olmadığını savunan kişiler de vardır. Bunlardan en önemlisi John Stuart Mill’dir. Mill köleliğin kaldırılmasında maddi çıkarların dağılımından ve değişen şartların etkisinden öte toplumsal düzlemde ahlaki inançların değişimi ve eşitlikçi bir yapıya evirilen inanç sistemlerinin insanlar arasında yaygınlaşmasının belirgin bir faktör olduğunu öne sürmüştür.

    John Stuart Mill

    Mill’in düşünsel evrenini dönemin ilerici görüşleri çerçevesinde ele aldığımızda toplumsal ahlakın kendisini tazeleyen özünü 18.yüzyıl aydınlanma düşüncesi içerisinde anlamlandırmamız mümkün olacaktır. Öyle ki 18.yüzyıl Avrupa’sının entelektüel vizyonu daha iyi bir dünyanın nasıl olabileceği üzerine şekillenirken dönemin ilerici aydınları bu ideali mümkün kılabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Aydınlanma düşüncesin üç temel motifi, eşitlik, kardeşlik ve düşünce özgürlüğü bağlamında gelişip serpilirken Thomas Paine ve John Stuart Mill gibi düşünürler özgürlük kavramının sınırlarını genişletmek için çalışmalarını ara vermeden devam ediyorlardı.

    Özellikle 1865-1868 yılları arasında Parlamento’ya seçilen Mill, özgürlük üzerinden biçimlendirdiği düşüncelerine uygulama alanı bulmasıyla ABD’deki köleliğe ve İngiltere’deki yolsuzluklara karşı çıkmıştır. Mill, başkasını köleleştirenlerin kendilerinin de hiçbir zaman kölelikten kurtulmayacaklarını ifade ederken aynı zamanda insanlık tarihi içerisinde zihinlerde kök salmaya yüz tutmuş özgürlükçü kampın önemli temsilcilerinden biri olagelmiştir.  

    Özellikle 1789 Fransız Devrimi’nin ardından özgürlük, kardeşlik, eşitlik prensiplerini hayata geçirmeyi amaçlayan Fransız İnsan Haklan Bildirgesi’nin yayımlanmasıyla ahlaki bir çerçevede köleliğin reddi kendisine yasal bir platformda da yaşam alanı bulmuştur. Fransız devriminden alınan ilhamla Mill gibi aydınlanmacı düşünürlerin katkıları birleşince dönemin düşünce yapısındaki özgürlükçü düşünceler ahlak anlayışının yeniden tanımlanmasına ve böylelikle insanoğlunun vicdanından gelen iç sesleri içerisinde kölelik karşıtı seslerin daha fazla duyulur olmasına olanak tanımıştır.

    Kölelik karşıtı hareketin en ünlü imgesi, zincirlere vurulmuş siyah bir adamın "Ben bir erkek ve kardeş değil miyim?" diye sormasıdır. Bu ünlü görüntüde bile köleleştirilmiş adam, Avrupalı ​​izleyiciye güçsüz ve diz çökmüş halde bakarken tasvir edilmiştir.

     

    Kaldı ki bu kardeşliğin de sınırları vardı. Genel olarak yeni ahlak anlayışı, özgürlük, eşitlik gibi kavramları insanların vicdanlarına yerleştirmeye çabalasa da zihinlerin binlerce yıllık esareti köleleştirilmiş siyahları o dönemlerde eşit görmekten fazlasıyla uzaktı. Sözgelimi dönemin edebiyat dünyasında bilimkurgu alanında ilerici eserleriyle dikkat çeken yazarlardan biri olan Jules Verne’in 1863 yılında yayımlanmış eseri Balonla Beş Hafta ‘da görüleceği üzere 19 yüzyıl seçkin edebiyat çevrelerinde bile siyah ırka yönelik ayrıştırıcı bir anlayışın varlığından pekâlâ bahsedebiliriz. Öyle ki Verne’in Balonla Beş Hafta adlı eserinde ifade edildiği üzere eserin baş kahramanı bilgin ve kâşif olan Dr. Samuel Ferguson, hizmetçisi Joe ve profesyonel avcı Richard Kennedy’nin balonla gerçekleştirdikleri Doğu Afrika seyahatleri sırasında siyah ırktan insanları betimleyen ifadeleri bu insanların dönemin Avrupalı entelektüelleri tarafından nasıl görüldüklerini göstermesi bakımından oldukça ilgi çekicidir[2]:

    -Aman Allah’ım! 

    -Ne gördün? 

    -Orada, bir zenci sürüsü balonun etrafını sardı! İçlerinden bazılar ağaçlara hatta en yüksek dallara tırmanıyorlardı. 

    -İşte bu bir saldırıydı! dedi Joe 

    -Yerlilerin seni kuşattığını sandık. 

    -Neyse ki sadece maymunlardı! dedi Doktor. 

    -Uzaktan bakınca fark pek anlaşılmıyor sevgili Samuel. 

    -Yakından da anlaşılmıyor! dedi Joe

    Jules Verne

    18 ve 19. yüzyıllarda kendisine ifade alanı bulan aydınlanmacı fikirlerin tahakkümü altındaki gelenekçi görüşler yenilenen dini, siyasi ve ekonomik koşullar çerçevesinde kendilerine bir çıkış yolu aramaktaydı. Söz gelimi o döneme kadar Eski Ahit metinlerinin okunması yoluyla köleliğin meşrulaştırıldığı bir anlayış hakimken dini metinlerin yeniden okunması konusunda kendisine özgür bir alan bulan Evanjelik Hıristiyanlar müjdenin "tüm insanlara karşı iyi niyet" çağrısında bulunduğunu belirterek, köleliğin Hıristiyanlığın ruhuna aykırı olduğunu savunmuşlardır.

    Ne var ki Evanjelik kölelik karşıtlarının çoğunun aynı zamanda köleliğin kaldırılmasından kâr elde edecek iş adamları olduğunu düşündüğümüzde bu şartların oluşumunda ahlaki gerekçelerin varlığı konusunda şüpheye düşebiliriz. Öte yandan kölelik karşıtlığını ivmelendiren bir güç olan egemen sınıfların yanında Britanya ve diğer yerlerdeki işçi sınıfından insanların, kendilerine mali açıdan herhangi bir fayda sağlamamasına rağmen, 1790'lardan itibaren köle ticaretinin kaldırılmasını desteklemeye başlamaları oldukça önemlidir. Vicdan boyutunda köle ticaretinin kötü olduğu ve köle ticaretinin kaldırılmasını desteklemenin ahlaki ve etik bir davranış olduğu inancıyla motive olmuş bu insanlar köleler tarafından üretilen şeker ve romu boykot etmek suretiyle aslında kendileri için oldukça zorlayıcı bir başkaldırıya destek verdiler.

    Bu şekilde Britanya'daki işçi sınıfına mensup bir çok aile Atlantik köle ticaretinin yasaklanmasını desteklemek amacıyla 1792'de şeker kullanmayı bırakmaya karar verdi. İşçi sınıfının bu üyeleri o dönem bir müddet sürdürdükleri boykot kararlarını daha sonra 1820'lerde imparatorluk genelinde köleliğin kaldırılmasına yönelik düzenlenen kampanya sırasında da tekrarlanmışlardır. Açıkçası aileleri en sevdikleri iki ürünü boykot etmeye yöneltmek için ahlaki nedenlerden başka bir neden bulmak zordur. Bazıları için köleliğe son vermek adına yola çıktıkları böylesi bir boykot eyleminde karşılaşacakları tüm zorluklara karşın içlerindeki sese samimiyetle kulak verebilmek onlara vicdani yönden içsel bir tatmin sağlarken diğerleri için boykota katılmak başkalarının onları ahlaklı bir insan olarak görmesini sağlayacağı ve bu yönüyle kendi çıkarlarına hizmet eden bir istek olabilirdi.

    Son söz;

    Sonuç itibariyle kölelik gibi içerisinde farklı değerlendirme alanlarının ve buna bağlı çok boyutlu düşünce pencerelerinin bulunduğu bir konuda nispeten dar bir çerçeveden konuyu irdeleyerek bir değerlendirme yapmaya çalıştığımı kabul ediyorum. Bu durum bir eksiklik gibi gözüküyor olabilir. Ancak yine de bu yazının köleliğin gelişimini kabaca bölümlendirmesi ve görünen kölelikten örtük köleliğe geçerken ortaya konulan iradenin hangi temellere dayandığı yolunda okuyucuya fikir vermesi yönüyle içeriğinde ilgi çekici fikir kırıntıları barındırdığını kabul etmek gerekir. 

    Değerlendirmelerimin başında köleliğin iki farklı formda gerçekleştiğinden bahsetmiştim. Bu iki farklı formda gerçekleşen köleliğin tarihsel boyutta gelişiminin doğrusal olarak ilkel bir başlangıç noktasında görünen kölelik olarak ortaya çıktığını ve sonrasında modern dünyada örtük kölelik olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Aristoteles gibi bazı düşünürler toplumlarda bazı insanların yönetmesini ve buna karşılık bazılarının da yönetiliyor olmasını doğal bir durum olarak ele alırlar. [3]

    Onlara göre doğa insanları entelektüel kapasite ve fiziksel güç bakımından farklı özlerle yaratmıştır. Bu durumda Aristoteles ve takipçileri bazı insanların yaradılıştan köle olarak doğduklarını ve bu şekilde yaşamaları gerektiğini savunurlar.

    Aristoteles’e göre devlet kuruluş amacı itibarıyla faydacı bir zemin üzerinden kurulduğu için kölelik haklı ve doğal bir durumdur. Çünkü bu sayede topluma verdikleri fayda temelinde doğuştan düşük seviyedeki bireyler, kölelik sayesinde yaratıcı bireylerin zamanlarını daha verimli kullanmalarına etki ederek insanlığın gelişimine dolaylı yoldan da olsa fayda sağlayabilirler. 

    Bu düşünce çerçevesinde geçmişten bugüne köleliğin toplumsal köklerinin gelişimini incelediğimizde Aristoteles’in kölelik düşüncesine paralel olarak köleliğin yüzyıllar boyunca medeniyetlerin gelişimine katkı sağlamış bir olgu olduğunu kabul edebiliriz. Öte yandan kölelikle ilgili karşıt fikirler zaman içerisinde halkların toplumsal adaletsizliklere ve yasalarla garanti edilmesine karşın ekonomik gerekçelerle kendiliğinden kısıtlanan özgürlüklerine isyan etmeleri neticesinde oluşan özgürlükçü, adalet isteyen ortamın verdiği ivmeyle tekrar tekrar ele alınmıştır. Bu dönemler görünen kölelikle, örtük köleliğin bir arada yaşadığı zaman dilimleridir. O dönemlerde bir yandan doğal hak ve özgürlüklere sahip olmalarına rağmen ekonomik zorluklar neticesinde bunları kullanıp kendilerine mutlu olacakları bir yaşam formu oluşturmakta zorluk çeken bireyler, diğer bir deyişle örtük köleler, bulunurken diğer yanda hak ve özgürlükleri ellerinden alınmış görünen köleler aynı toplumsal yapı içerisinde varlıklarını sürdürmekteydiler. Burada örtük kölelerin kendileri için ortaya koydukları isyan hareketi ahlaki temelde ve dolayısıyla vicdan boyutunda bu kişileri radikal bir dönüşüm içerisine sokarken, bu kişiler bir taraftan egemen sınıflara isyan ederken diğer taraftan görünen kölelerin durumlarını düzeltmek için tepki göstermekten geri durmamışlardır. Kısacası, tüm bu sebeplerin ışığında, örtük kölelerin desteği, köleliğin ekonomik getirilerinin azalması, köle isyanlarındaki artışlar ve güç mücadeleleri neticesinde aristokrasiye karşı zafer kazanmak isteyen burjuvazinin desteği ile görünen kölelik evrensel olarak tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmuştur.  

    Günümüz dünyasının gerçeği örtük köleliğin eşitlik yanılgısıyla vasat insana sunulan bir yaşam boyutunda var olduğudur. Bu boyut içerisinde örtük köle toplulukları, tek tipleşmiş, farkındalığı bilgi çağlayanı altına uyuşturulmuş, amaç arayan ve bulduğu her amacı toplumsal kabulle kısa dönemli bir mutluluğa dönüştürmek için bitmek bilmez çabalar içerisinde yoğrulan bireyler denizi olarak dünyayı doldurmaktadır. Günümüz dünyasında egemenlerinin tercihi de tam olarak budur. Onlar görünen köleliği istemezler. Ne de olsa eşitlik anlayışının izdüşümünde toplumlar kapsadıkları bireyleri basit ve birbirlerine uyumlu hale getirerek hak ve özgürlükler anlamında eşit, ortak kaygı, beklenti ve ihtiyaçlara sahip kalabalıklar oluşturmaya çalışmaktadır. Bu türlü bir çaba açık bir köleliği elbette ki desteklemeyecektir. Çünkü sömürücü bu düzenin meşruiyeti öncelikli olarak eşitlik bağlamında uyum ve ortaklık içeren bir tek tipleşmeyle sağlanabilir. 

    Not: Örtük Kölelik kavramını daha detaylı bir perspektifle irdelemek isteyenler "Vasatlığı Besleyen Kaynaklar Nelerdir?" adlı yazımı inceleyebilirler.

     

    Kaynakça:

    [1] Duymaz, Erkan: Modern Kölelik Avrupa Konseyi Hukukunda Kölelik, Kulluk ve Zorla Çalıştırma Yasakları Üzerine Bir İnceleme, Legal Hukuk Dergisi, S. 123, 2013, s.68.

    [2] Verne, J. (2022), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul

    [3] Aristoteles'e benzer görüşler ileri süren düşünürlerden biri de Romalı bir devlet adamı olan Cicero'dur.  Cicero, Yahudileri ve Suriyelileri kölelik için doğan halklar olarak nitelendirmektedir.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.