Filistin, Yavuz Sultan Selim döneminde 1516 yılında gerçekleşen Mısır Seferi ile birlikte Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Bu sayede Osmanlı bölgeye huzur ve hoşgörü getirmiş, Mekke ve Medine’nin de fethedilmesiyle beraber resmi olarak İslam dünyasının lideri olmuştur.
Kudüs’ü ebedi yurtları olarak gören Yahudiler ise burayı geri alabilmek uğruna yüzyıllar boyu var güçleriyle mücadele etmişlerdir. Çünkü onların inanışlarına göre; biri Babiller biri de Romalılar tarafından olmak üzere iki kere sürgün edildikleri bu topraklar, kıyamete kadar onların olmak zorundadır. Keza Hz İbrahim’den sonra Hz Musa onları buraya getirmiş ve Tevrat ile On Emir burada indirilmiştir. Davut ve Süleyman peygamberler burada yaşamıştır. En önemli kutsal mekanları olan Süleyman Mabedi (Beyt-i Makdis) burada inşa edilmiş ve iki kere yıkıma uğramıştır.
Kudüs Müslümanlar için de çok özel ve önemli bir yere sahiptir. Keza ilk kıble olarak kabul edilen Mescid-i Aksa, Süleyman Mabedi'nin yıkıntıları üzerine Hz Ömer tarafından yaptırılmış, sonraki yıllarda Emeviler eliyle tamir edilmiştir. Kubbetüs Sahra ise Hz Muhammed'in miraca yükseldiği taşın üzerine yine Emeviler tarafından 687-691 yılları arasında inşa ettirilmiştir. Günümüze kadar ulaşmayı başaran bu iki kutsal yapı, İslam dünyasının gözbebekleri olarak kabul edilmektedir.
Yahudiler özellikle 19. Yüzyılda İngiltere ve Fransa’da kurdukları cemiyetlerle beraber soydaşlarını sistemli bir şekilde Filistin’e göç ettirerek kendilerine bizzat Tanrı tarafından “vaat edilen toprakları” ele geçirmeye çalışmışlardır. Lobi faaliyetleri ile her geçen gün güçlenmiş, yegane hedef olarak Kudüs’ü her ne şartla olursa olsun alabilmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Nitekim 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan (93 harbi) itibaren uluslararası düzeyde girişimlerde bulunup büyük devletleri arkasına alma ve Filistin’i resmi olarak Yahudi ülkesi yapma politikasını benimsemişlerdir. Osmanlı Devleti bu duruma karşı pek çok önlem almaya çalışırken genel itibariyle Yahudi göçlerini durdurmak suretiyle realist bir siyaset gütme yolunu tercih etmiştir. Çünkü halihazırda o dönem şartları gereği savaşacak gücü bulunmamaktadır. Özellikle Sultan II.Abdülhamid bu minvalde engelleyici hamleler yaparak gelmekte olan hazin sonu geciktirmek için bir hayli uğraşmış, Yahudilerin Filistin’e göç etmesini ve yerel halkın arazi satmasını yasaklamıştır. Bunun yanı sıra Osmanlı’nın borçlarını kapatabileceğini söyleyip karşılığında Filistin’i satın almak isteyen Theodr Herzl’in teklifini de hiç düşünmeden reddetmiştir.
II.Abdülhamid
Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale harici diğer cephelerde alınan büyük yenilgiler ve yaşanan büyük hezimetler sonucunda ne yazık ki birçok bölgenin yanı sıra Filistin de kaybedilmiştir. 400 yıl Müslüman Türkler’in himayesi altında huzur ve sükunet içinde yaşayan yerli halkın kabus dolu serüveni de işte tam olarak bu kırılma ile başlamıştır. Yahudilerin bir an bile yılmadan yürüttüğü yıkıcı politikalar, devrin en güçlü devleti olan İngiltere’yi arkalarına almalarıyla birlikte adeta zirveyi görmüştür.
İlk etapta 1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan Sykes Picot Antlaşmasıyla Filistin’in uluslararası bir statüyle kontrol altında tutulmasına karar verilmiştir. Fakat 1917 yılında Rusya’da Bolşevik İhtilali gerçekleştiği için Ruslar I.Dünya Savaşı’ndan çekilmiş ve Çar’ın yaptığı bütün gizli antlaşmaları açıklayarak herhangi bir sorumluluk kabul etmediklerini belirtmişlerdir. Ardından aynı yıl İngiltere dışişleri bakanı Arthur Balfour tarafından bir deklarasyon yayınlanmıştır. Buna göre Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devletinin kurulması kararlaştırılıp Fransa, İtalya ve Amerika’nın da desteği alınmıştır. Yahudiler öylesine etkili bir baskı yapmışlardır ki bizzat kendi ellerini kirletmeye bile gerek duymadan dünyanın en güçlü devletleri vasıtasıyla başka bir milletin topraklarına rahat rahat çöreklenebilmişlerdir. Topla tüfekle yapamayacakları şeyi diplomasi ve para sayesinde kolayca gerçekleştirmişlerdir. Akabinde zaten fakirleşmiş olan yoksul Filistin halkının arazilerini el altından satın almışlar ve Avrupa’ya dağılan Yahudileri yavaş yavaş Filistin’e yerleştirerek İsrail’in temellerini sağlam bir şekilde atmışlardır.
Arthur Balfour
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1948 yılına gelindiğinde ise İsrail Devleti resmi olarak kurulmuştur. Bu dönemde Nazi Almanya’sının Yahudilere karşı yürüttüğü soykırım faaliyetleri nedeniyle Filistin’e yapılan Yahudi göçü tam anlamıyla zirveyi görmüştür. Bölgedeki Arap-İsrail çatışmaları esasen bu şekilde başlamış, süreç içerisinde özellikle 1967 yılında gerçekleşen "Altı Gün Savaşı" ile en ateşli halini almıştır.
Altı Gün Savaşı; İsrail ile Filistin, Mısır, Ürdün, Irak ve Suriye arasında gerçekleşen oldukça mühim bir savaştır. Hatta Filistin meselesinin can damarı da denilebilir. Çünkü bu savaş kesin bir Yahudi üstünlüğü ile sonuçlanmış ve var olan İsrail topraklarının dört katına çıkmasına sebep olmuştur. İsrail; Golan Tepeleri’ni, Sina Yarımadası’nı, Batı Şeria’yı, Gazze Şeridi’ni ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiştir. Fakat dönem itibariyle Birleşmiş Milletler Türkiye’nin isteğiyle toplanarak İsrail’in yeni sınırlarını tanımayacağını açıklamıştır. Hatta işgal edilen bölgelerden derhal çıkmasını istemiştir. Buna karşın İsrail; Sina Yarımadası, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’dan çekilmiş ancak diğer toprakları ilhak ettiğini duyurmuştur. Ayrıca savaş sırasında esir ettiği yüzlerce Mısır askerini ve yüzlerce Mısırlı sivili katlederek dünya kamuoyunda büyük tepki çekmiştir.
İsrail, BM kararlarını hiçbir şekilde ciddiye almadığı için bölgedeki çatışmalar irili ufaklı şekilde sürmüştür. 1973 yılına gelindiğinde 10 Arap Devleti (Mısır, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Irak, Libya, Fas, Cezayir, Sudan, Arabistan) tarafından İsrail’e tekrar savaş açılmış (Yom Kippur Savaşı) fakat Amerika’nın desteğini alan İsrail’in bileğini bükmek yine mümkün olmamıştır. Savaş sonrası Arap ülkeleri Amerika’ya petrol ambargosu uygulama kararı alarak meseleyi diplomatik yollarla çözme uğraşına girmiştir.
İsrail hem kendi gücüne hem de arkasındaki ABD ve İngiliz gücüne güvendiği için şımarık eylemlerini son sürat sürdürmüş, bütün dünyanın gözü önünde sivilleri ve masum insanları hiç acımadan katletmeye devam etmiştir. 1980 yılına gelindiğinde ise yine hiçbir küresel kurumu dikkate almayıp Kudüs’ü bir bütün olarak kendi başkenti ilan etmiştir. Bunun resmiyette bir karşılığı olmasa bile İsrail bu tarz bir başına buyrukluğu hiç utanmadan yapabilme hakkını kendisinde bulabilmiştir.
Zaman içerisinde Filistin halkı gün geçtikçe kendi öz topraklarında mülteci gibi sıkıştırılarak istenmeyen misafir konumuna düşürülmüş, her türlü ekonomik yaptırıma ve barınma-sağlık hizmetlerinin engellenmesine maruz bırakılmıştır. Bu sebeplerden ötürü 1987 yılında ülke genelinde “Birinci İntifada” adı verilen geniş çaplı protesto hareketleri başlamıştır. Yaklaşık 6 yıl devam eden bu süreçte binlerce Filistinli sivil hayatını kaybetmiştir.
İsrail ve Filistin, Birinci İntifada’nın ardından Oslo Anlaşması üzerinde mutabakat sağlayabilmek adına bir görüşme yaparak barışı tesis etmeyi kabul etmişlerdir. Lakin süreç planlandığı gibi gitmeyince verilen sözler tutulmamıştır. 2000 yılında ABD başkanı Bill Clinton, İsrail başbakanı Ehud Barak ve Filistin başkanı Yaser Arafat tarafından gerçekleştirilen Camp David zirvesinden de kayda değer bir sonuç çıkmayınca “İkinci İntifada” nın başlaması kaçınılmaz olmuştur. Yaser Arafat’ın yönettiği bu İkinci İntifada döneminde, Filistinli sivillerin attığı taşların karşılığı olarak İsrail tarafından helikopterlerden sık sık ateş açılmıştır. 2005 yılına kadar süren bu protestolarda toplam 4 bin 412 Filistinli ve 1069 İsrailli hayatını kaybetmiştir.
Yaser Arafat
Pek tabii ki ne bu çatışmaların ne de bu ölümlerin sonu gelmiştir. İsrail, Müslüman halkı tamamen Filistin’den temizleyip salt Yahudilerden oluşan bir devlet oluşturma amacı güttüğü için her geçen yıl zulmünün üstüne zulüm eklemiştir. Özellikle 2011, 2014, 2021 ve 2023 yıllarında Gazze Şeridi’ne yönelik eşi benzeri görülmemiş hava saldırıları gerçekleştirmiş, kendisinden kat kat küçük olan bir ülkeyi yok edebilmek uğruna her türlü savaş suçunu işlemeyi göze almıştır. Canı istediğinde küçücük çocukları terör etiketiyle yaftalayarak katletmiştir, canı istediğinde fosfor bombası kullanıp masum insanları paramparça etmiştir, canı istediğinde hastaneleri vuracak kadar iğrençleşmiştir, hatta canı istediğinde hasta bebekleri ölüme terk ederek cenazelerinin bile alınmasına engel olmuştur. Çünkü siyonistlerin inanışına göre bu dünya sadece onların varlığına hizmet edilmesi için yaratılmıştır ve onlardan başka hiç kimsenin herhangi bir önemi yoktur.
Bir Yahudi ancak doğuştan Yahudi olabilir. Sonradan bu dine geçebilmek gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildir. Onlar seçilmiş ve özel insanlardır. Herkes onlara hizmet etmeli, herkes onların yegane amacı uğruna gerekirse canını dahi feda etmelidir. Tarih boyunca iki kere yıkılan ve şu an sadece “Ağlama Duvarı” adı verilen bir bölümü günümüze ulaşan Süleyman Mabedi üçüncü kez inşa edildiğinde onlar tüm dünyaya hükmedecektir. Bunun için de mabedin inşa edilmesine engel teşkil eden Mescid-i Aksa ile Kubbetüs Sahra’nın yıkılması şarttır. Aslında Filistin meselesinin köken itibariyle tam olarak bu yüzden ortaya çıktığı söylenilebilir. Çünkü Yahudilerin kutsal topraklarındaki kutsal mekanlarını yeniden diriltebilmek adına çiğnemeyecekleri kural, yok edemeyecekleri insan ve işleyemeyecekleri suç yoktur. Nitekim bu kafa yapısına sahip olan kişilerin nasıl bu kadar zalim olabildiğini sorgulamak da pek mantıklı olmayacaktır. En kötüsü ise hem paraları hem de uluslararası camiada ciddi manada bir diplomatik güçleri olduğu için onlara kimsenin sesini çıkaramaması ve sivil, kadın, çocuk ayırt etmeksizin yaptıkları katliamların tüm dünyanın gözü önünde bir film gibi izlenmesidir.
Bu yüzden Filistinliler hiç olmadığı kadar yalnız...
Kaynak:
Hasan Karaköse, “Filistin ve Kudüs Meselesine Genel Bir Bakış”, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kırşehir, 2018.
E. Fuat Keyman, “Sykes-Picot Anlaşması”, Tübitak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Ankara, 2022.
Yorum Bırakın