Rönesans Dönemi Avrupa Üniversiteleri ve Etkileri 

Rönesans Dönemi Avrupa Üniversiteleri ve Etkileri 
  • 2
    0
    0
    0
  • Günümüz üniversiteleri İlk Çağ'da Platon'un Akademia'sı, Aristoteles'in Lykeion'u; Orta Çağ'da Paris, Oxford ve Geç Orta Çağ'ın sonuna kadar yaklaşık 80 üniversitenin miras bıraktığı kültür üzerine kurulmuştur. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, eğitim faaliyetlerinin de zirvede olduğu bir dönemdir. Rönesansın oluşumunda kentleşme, ticaret ve eğitimin önemi büyüktür. Eğitimin siyasi, dini, sosyal, politik, ekonomik alanlarda bazen fırtınalar bazen sükûnet yarattığı kurumlar olan üniversiteler toplumun var olabilmesi, gelişebilmesi ve çağa ayak uydurabilmesi için tarih boyunca son derece kritik bir konumda olmuştur.

    Rönesans üniversitelerini ve eğitim yapısını anlayabilmek için öncelikle Orta Çağ üniversitelerine göz atmak gerekir. Orta Çağ pek çok insanın düşündüğü gibi karanlık çağlar değil; dogmatik, skolastik düşünceyle beraber bilim, sanat ve felsefeyi de içinde barındırmıştır. Orta Çağ'ın kritik kurumlarından olan üniversiteler Rönesans'ın oluşumuna ciddi bir miras bırakmıştır. Rönesans dönemi coğrafi keşifler dönemi olduğundan 1600 yıllarında, bilinen dünya yüzeyi iki katına çıkmıştır. Bu sadece yüzeysel bir artışa değil; kültür, iklim, maden, zooloji, botanik gibi pek çok alanda da sayısız gözlem ve araştırmaya, yeniliğe, keşfe yol açmıştır. 

    Bütün bu çeşitlilik ve her anlamdaki zenginlik elbette eğitimin, üniversitenin yapısını da ciddi anlamda etkilemiştir. Tarihin en kaotik döneminde kurulmuş olan Rönesans üniversiteleri ve etkileri sosyolojik, felsefi, tarihsel pek çok yansımalarıyla incelemeye değerdir.

    İçinde her şeyden biraz barındıran Rönesans Dönemi insanlık tarihindeki en göz kamaştırıcı, kaotik, anlaşılması güç dönemlerden biridir. Genelleme yapmanın asla mümkün olmadığı bilimsel düşünceyle dogmatik düşüncenin yan yana yürüdüğü ender zamanlardandır. Elbette ki Rönesans bir kitap kapağını açarcasına başlayan bir dönem değil, ardında yüzyıllar süren Orta Çağ geleneğinden bilim, felsefe, sanat ve metot anlamında beslenen bir dönem olmuştur.

    Rönesans, diğer bütün özelliklerinin yanı sıra, Orta Çağ'ın kavramlarına ve yöntemlerine bir başkaldırıdır. Şüphesiz ki her nesil bir öncekine tepki gösterir; her dönem bir öncekine karşı yapılmış bir başkaldırı niteliğindedir ve bu böyle devam eder. Ancak bu özel durumda yapılan başkaldırı, diğerlerine göre daha sert olmuştur (Gökdoğan, (t.y.)). Rönesans döneminin yenilikçi tavrına ilişkin unutulmaması gereken bir gerçek vardır ki o da hiçbir evin yepyeni taşlarla bina edilemeyeceğidir. Kullanılan taşlar muhakkak daha önceden bir başkasının duvarını, temelini oluşturmuştur. Dolayısıyla Rönesans özünde yeniden doğuşu ifade etse de bunu mutlak bir yenilenme olarak değil, bir revizyon olarak düşünmek daha doğru olacaktır. 

    Tohumdan ağaca sıçrama yoktur diyen Alexandre Koyré'nin modern düşünceyi yapay alanlar ve kesin çizgilerle ayırmanın ders kitaplarına özgü yüzeysel bir ayrım olduğu yönündeki haklı görüşüne dikkat çekerek başlamak uygun olacaktır (Koyre, 2004: 1-2). Koyré'nin ifade ettiği gibi tarihsel süreç içinde tedricen gelişme söz konusudur ve Rönesans'ın olumlanan bütün yanları İlk ve Orta Çağ birikiminin mirasıdır. Bu mirasın en önemli yaratıcısı ve taşıyıcısı olan üniversite kurumları hayati önem arz etmektedir. Her şey olanaklıdır şeklinde ifade edilen Rönesans dönemine geçmeden üniversite kavramını incelemek yerinde olacaktır.

     

    Üniversite
     
    Tarihsel süreç içerisinde biçimsel, anlamsal, fonksiyonel birçok değişiklik geçirse de üniversite kurumu hep üst düzey eğitimin verildiği yerler olmuştur. Zamanın ihtiyaçlarına göre bu kurumlar sürekli değişmekte, içinde bulunduğumuz dönemde bile bölümler güncellenmekte, eğitim metotları sorgulanmakta hatta online eğitime tamamıyla geçiş tartışılmaktadır. Üniversitenin bu denli önemli olmasının altında yatan sebep geleceği inşa edecek bireylerin burada hazırlanmasıdır. Tarım ve sanayi toplumlarının geride bırakıldığı günümüz bilişim toplumlarında bilginin dolayısıyla üniversitenin önemi büyüktür. Günümüzde üniversitelerden elde edilmesi umulan bilimsel, teknolojik yenilikler Orta Çağ ve Rönesans üniversitelerinden beklenen savaş teknolojileri, denizcilik gibi mühendislik; veba gibi salgınlarla mücadele için tıbbi çalışmalar gibi alanlarla benzerlik göstermektedir.
     

    Üniversite etimolojik olarak 13. yüzyılda Paris, Oxford ve Cambridge’de öğrenci ve öğretim üyelerinin haklarını korumak üzere kurulan loncalara verilen ad iken günümüzde bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan fakülte, enstitü, yüksekokul vb. kuruluş ve birimlerden oluşan öğretim kurumudur (Etimoloji Türkçe, (t. y.)). Düşünce tarihinin en önemli yargılarından biri de ‘’Bilgi Güçtür’’ ifadesidir. Bilim tarihi uzmanları bilimi çevresi üzerinde kontrol kazanan insanın davranış kalıbı olarak tanımlar.  İnsanın    doğaya yönelmesinin    başlangıçta    yaşamını    sürdürme    zorunluluğundan kaynaklandığını ancak zaman içerisinde çevresini tanımaktan ve uzak yakın ne varsa bilgisini elde etmekten keyif aldığı görülür. Bu keyif alma zaman içinde bilme ve öğrenme tutkusuna dönüşmüş, yeryüzünden gökyüzüne uzanan geniş bir varlık alanını tanıma imkânı bulmuştur. Bu da bilim denilen özel alanın doğuşuna karşılık gelir (Topdemir, Unat: 2013,3).

    Bilginin hayatta kalmak için vazgeçilmez olduğu günümüz dünyasından pek de farklı olmayan Rönesans bu bilgiyi daha çok sanatsal, duygusal, bilimsel alanlarda kullanmaktaydı. Burckhardt'ın ifadesiyle Rönesans insanın keşfedilmesidir ve bu tabiat sevgisi ile birleşmiştir.

    Hiçbir şey bilginin gelişimi kadar devrimsel olmamıştır; her türlü toplumsal gelişimin kökeninde bilgi bulunmaktadır. Rönesans döneminin bilim adamı yeni bir bakış değil yeni bir oluşum ortaya koymuştur. Ayrıca unutulmamalıdır ki hiçbir dönem ne bütün ülkeler için ne de belli bir ülkenin tümü için geçerli olmuştur. Dolayısıyla üniversitelerden ve Rönesans'tan her toplum farklı derecede etkilenmiştir. 

    Rönesans

    Yeni buluşlar, kültürel bahar, bilinmeyen toprakların keşfi, özgür düşünce, gelenekten kopuş gibi çağrışımlar uyandıran Rönesans Fransızca yeniden doğuş anlamına gelmektedir. Dönemsel olarak farklı Rönesanslardan bahsedilse de ilk akla gelen 15 ve 16. yüzyıllarda İtalya'da başlayıp bütün Avrupa'ya yayılan düşünsel, sanatsal, bilimsel süreçtir. Bu süreçteki en önemli kıvılcım antik el yazmalarının incelenmesi ve bunun yarattığı esin gücü olmuştur. Böylece hümanist ruh yeniden keşfedilmiş, teosantrik yapıların yerine insanın kendisine yöneldiği bir süreç başlamıştır. Bir yüzü Antik Yunan'a dönüş, diğer yüzü kilisenin ve kurumsal yapıların çöküşü şeklinde ortaya çıkan Rönesans Döneminde dünya tarihinde hiç olmadığı kadar büyücülük, astroloji kitapları basılmıştır. Bu toplumsal gerçeklik, dönemin kaotik yapısına dair ipuçları vermektedir. Alexandre Koyré bu konuda şunları söylemektedir:
     
    Rönesans çağı tarihte eleştiri ruhunu en az taşıyan dönemlerden olmuştur. En yoğun, en boş inanç çağı, büyücülüğe, gözbağcılığa duyulan inancın şaşırtıcı bir biçimde yayıldığı, Orta Çağ'dan sonsuzcasına daha yaygın olduğu bir çağdır; bu çağda müneccimliğin astronomiden çok daha büyük bir rol oynadığını, müneccimlerin kentlerde kralların yanında resmi konumları olduğunu iyi bilirsiniz. Bu dönemin    yazınsal    ürününe    bakarsak   en    başarılı    yapıtlar    klasiklerin    Venedik basımevlerinden çıkmış güzel çevirileri değil, cin-peri bilimi, büyücülük kitaplarıdır (Koyré, 2000,43-44).
     
    Rönesans gibi bir akıl döneminde bunca akıldışı faaliyetin gerçekleşme sebebine dair insanların kiliseden uzaklaşınca ortaya çıkan boşluğu bu tür uğraşlarla doldurmaya çalışması veyahut artan ekonomik refahın yeni meslekler, eğlence türleri ortaya çıkardığı söylenebilir. Yakılarak idam edilen Bruno'nun felsefesine bakılırsa pek çok panteist, stoik unsur içerdiği fark edilir. Aynı şekilde Copernicus'un güneşe ilişkin yarı bilimsel yarı mitolojik açıklamaları da bu dönemin ruhunu çok iyi yansıtmaktadır.
     
    Rönesans için saf bir (seküler) akıl çağı denilemeyeceği gibi, felsefi düşünce de onda fazlasıyla eleştiriye tâbi tutulmuştur. Peki, Rönesans’ı bu kadar önemli yapan şey nedir? Augustinusçu Hıristiyanlık kaynaklı insan doğasının yaratılış gereği bozuk olduğu fikrini eleştiriye tabi tutarak, insanın kendi kaderini Tanrı’nın inayeti olmadan kendi başına oluşturabileceği şeklindeki Antikite idealini yeniden dolaşıma sokan Rönesans; modern düşünce karakterinin yavaş yavaş hissedilmeye başlandığı ve geleneğin dışına çıkılarak başka türlü dünya tasavvurlarının da olanaklı olduğunun fark edildiği dönemdir (Polat: 2015,35).
     
    Teosantrik görüşlerin karşısında hümanist bir evren anlayışının kabul edildiği bu dönemde ilk keşfedilen filozof Platon olmuştur. Bunun en önemli nedeni Platon'un erdem görüşü ve Rönesans eğitiminin taleplerine uygunluğudur. Gerçekten de Platon'un gerek felsefesi gerek eğitim anlayışı saraylı, soylu idealine son derece uygun düşünsel bir altyapı içermektedir.
     
    Rönesans Geç Klasik Çağ’ın umutsuzluğu ve onu izleyen inanç çağının boyun eğmişliğiyle karşılaştırıldığında çalkantılı fakat umut dolu bir dönemdir. Gelecek kaygısı azalmış, yaşanılan ana olan ilgi artmıştır. Bu ilgi, dünyevi sanatlarda resimde, şiirde ve müzikte yaşanan hızlı gelişme ile kendisini göstermiştir. Bütün anlatım biçimlerinde bedensel hazza dair yeni ve içten bir kabul vardır. Bu dönemin büyük öncüsü Dr. François Rabelais'in ''Thelema Manastırı'' adlı eseri için seçtiği ideal toplumun formülü: Neyi istiyorsan onu yap. Teoride insanlar özgürce yaşayıp cesurca düşünüyorlardı, gerçekte ise çok az kişi bunu hayata geçirebiliyordu. Zira bu yeni yaşam tarzı pahalıydı ve bedelinin peşin olarak ödenmesi gerekiyordu. Böylece işe yaradığı sürece para kazanmak için her yol mübah kabul edildi. Büyücülük bile Faust hikayesinde gördüğümüz gibi zenginlik ve kuvvet aracı olarak yeniden ilgi odağı olmuş, gerçekten de doğal büyüyü bilimden ayırt etmek güçleşmişti (Bernal,2008:336).
     
    ''Rönesans Katolik ülkelerde olduğu gibi Protestan ülkelerde de geçmişten kesin bir kopuşu ifade eder. Bu geçmişin büyük bir bölümü kaçınılmaz olarak muhafaza edildiyse de yeni bir yön belirlendi ve Orta Çağ'a özgü ekonomi, mimari, sanat ve düşünce biçimleri bir daha ortaya çıkmamak üzere kayboldu. Bunların yerini ekonomide kapitalist, sanatta ve edebiyatta klasik, doğa yaklaşımı bakımından bilimsel olan yeni bir kültür aldı'' (Bernal,2008:335). Coğrafi keşiflerin, artan ticari faaliyetlerin getirdiği ekonomik refah insanları ''neyi istiyorsan onu yap'' mottosuna uygun yaşamaya sevk etti, bunun sonucunda artan sanatsal ve bilimsel faaliyetler unutulmaz eserler bıraktı.

    ''Orta Çağ’ın karakteristik özelliklerinden birisi yeniliklere karşı duyulan korkudur. Rönesans yeniliklere karşı daha hoşgörülü olmuş, bazen hemen kabul etmiş bazen de daha fazlasını bulabilmek için yolundan dışarı çıkmıştır. Her yenilik sorunlar yaratmış ancak yenilikler insanların karşısına giderek artan bir sıklıkla çıkmaya başlayınca, bunlara alışılmış ve yeniliklere karşı daha az güvensizlik duyulur olmuştu. Çoğu durumda, yenilikler görece yüzeyseldi. Örneğin, Rönesans sanatçıları insan vücudunun güzelliğini keşfetmişlerdir ancak bu güzellik zaten hiçbir zaman bütünüyle unutulmuş değildi. Bu sanatçılar, antik sanatın güzelliklerini, şiirde yeni vurguları, müzikte yeni ritimleri keşfettiler. Antik kitapları buldular ve bunları yayınlamak için büyük istek duydular. Olan biten her şey son derece heyecan vericiydi''(Gökdoğan, (t. y.)). Gotik tarzın terk edilip yerine barok, rokokonun gelmesi, ölçü, sadelik ve tabilik üzerine kurulmuş yeni düzen Rönesans'ın en büyük simgesiydi. Artık yeryüzü güzel ve ilgi çekici hale gelmiş, araştırılmaya değer bulunmuştu. Gerçek, güzel olandı ve dolayısıyla yaşadığımız dünya o kadar ilgi çekiciydi ki başka dünyaları düşünmenin hiçbir anlamı yoktu.


     
    Katolik ve Protestanları nefretin ayırdığı bir ortamda, yaşlı bir başrahip ile Protestan bir matematikçinin bir arada kardeş gibi yaşamaları akıl almaz bir cesaret örneğidir. Bilim sadece uluslararası değil aynı zamanda birleştiricidir. Bilim insanları yüce bir görev etrafında, gerçeğin keşfi için birleştirir. Şunu da eklemeliyiz ki, 16.yüzyılda Katolik ve Protestan teologları bu kez bir nefretin etrafında, teorileri kutsal el yazmalarıyla tezat düşen Kopernik’e duyulan ortak nefret adına bir araya gelmişti (Gökdoğan, (t. y.)). Bu barış ve huzur ortamı tıpkı 8-10. yüzyıllarda Endülüs Emevileri döneminde Córdoba (Kurtuba)'daki sosyal hayatı anlatan bir tabloyu anımsatmaktadır. Bir ateist, bir müslüman ve bir yahudi Kurtuba sokaklarında el ele vermiş; bilim, felsefe konuşarak yürümektedir.
     
    Ayrıca bu dönemin en mühim gelişmelerinden olan matbaa bilginin çok daha hızlı ve doğru olarak aktarılmasını sağlamıştır. ''Baskı teknolojisi tek seferde, birbirinin aynı olan fakat her yere dağıtılabilecek yüzlerce kopyanın yayınlanmasına ilk kez olanak tanıdı. Artık, belli bir kitabın belli bir sayfasına atıfta bulunmak (daha önce hiç olmadığı kadar) mümkün olmuştur. Oxford’daki bir filozofun yaptığı bir atıfı, Salamanca, Brüj ya da Viyana’daki meslektaşları derhal kontrol edebiliyorlardı. İlk tipografların söylediği şekliyle o “ilahi sanat”, 15.yüzyılın ortalarında Almanya'da ortaya çıktı. Böylelikle bir kez daha görüyoruz ki Rönesans’ın başlangıcı tamamıyla İtalyanlara ait değildir. En fazla potansiyel taşıyan girişimler, İtalya’dan çok uzaklarda Portekiz’de, Hollanda’da ve Almanya’da yapılmıştır. (Gökdoğan, (t. y.)) 
    Tipografinin bulunması, aynı dönemlerde, gravür sanatının da bulunması ile zenginleşmiştir. Ağaç oymacılığı ve bakır levhalar grafik alanında, matbaanın yazı alanına yaptığı katkının tam olarak aynısını sunmuştur. Sanat ürünleri yaygınlaşmaya ve standartlaşmaya başlamıştır. Bu iki buluş yani, baskı ve gravür, bilginin gelişiminde çok büyük önem taşımıştır. Baskı, temel alınabilecek matematiksel ve astronomik tabloların; gravür ise bitkiler, hayvanlar, anatomik ya da cerrahi detaylar, kimyasal aparatlar ve benzeri detayın kitaplara illüstrasyon olarak girmesine olanak sağlamıştır. İyi bir çizim, pek çok sayfa uzunluğundaki bir metinden daha aydınlatıcı olabilir. İllüstrasyonların varlığı, yazarın daha önce olduğundan ya da olmayı isteyebileceğinden daha hassas davranmasını zorunlu kılmıştır. (Gökdoğan, (t. y.)) Yeni teknoloji her biri madencilik, metalürji, kimya, tüfeklerin ve çanların dövülmesi, silahların ve barutun yapılması, kilisede ya da para basımında kullanılan metaller gibi alaşımların dökülmesi üzerine zengin bilgiler içeren kitaplarını yayınlayan Sienalı Vannoccio Biringuccio (1540), Georgious Agricola (1556), Lazarus Ercker (1574) gibi yazarlarla karakterize olmuştur. Bu da gösteriyor ki baskı ve gravür sayesinde, Rönesans buluşlar açısından olduğu kadar bilgi stoklama ve ansiklopedi oluşturma açısından da gösterişli bir çağ olmuştur. Her bir bilgi kırıntısı, artık, saklanıp sonsuza dek korunabiliyordu. Kelimeler ve görüntüler ölümsüzleştirilmişti (Gökdoğan, (t. y.)).
     
    Frengi o zamanlar korkunç bir hastalıktı (şu ankinden daha korkunç), fakat frengi hastalığı diğer hastalıklara göre daha onur kırıcı bir hastalık olarak görülmüyordu ve bu nedenle bugün olduğundan daha az gizleniyordu. Frengiden çok daha korkunç olan başka bir hastalık da büyücü korkusuydu ki bu da aynı zamanlarda öldürücü hale gelmişti. Bu öldürücü özellik Papa 5. Innocent döneminde ortaya çıkmış ve Malleus Maleficarum tarafından kışkırtılmıştı (1486). Malleus Maleficarum, engizisyonculara rehberlik etsin diye yazılmış olan bir tezin adıdır. Bu tez içerisinde büyücülerin nasıl tespit edileceği ve nasıl mahkûm edilip cezalandırılacakları anlatılıyordu. Büyücülere karşı duyulan korku onların idam edilmelerine neden oldu ve yapılan infazlar da var olan korkunun daha da büyümesine yol açtı. 16.yüzyıl insanlığın ve sanatın altın bir çağı olmuştur ancak aynı zamanda bir hoşgörüsüzlük ve zalimlik çağı da olmuştur. Bazen o kadar insanlık dışı özellikler göstermiştir ki bunların eşine günümüz hariç hiçbir çağda rastlanılmamıştır (Gökdoğan, (t. y.)).
    ''Rönesans insanın kendi üzerine eğildiği kendini keşfettiği ve hümanist görüşün önem kazandığı bir dönemdir. Orta Çağ'a egemen olan Hristiyan anlayışı bu dünyanın değerini insanın öbür dünyaya hazırlanışı ile ölçmüştür. Oysa hümanistler insanın bu dünyadaki yaşamı ile ilgilenmiştir. Bütün bunlar insanın kendi üzerine eğilmesine, başka deyişle insanın kendini keşfetmesine ortam hazırlamıştır.''(Hairlight, 2017:76).
     
    Rönesans Üniversitelerine Kaynaklık Eden Orta Çağ Üniversiteleri
     
    12. yüzyıldan itibaren Bologna Üniversitesi’yle beraber üniversiteler kurumsallaşmıştır. Rönesans'a kadar teolojinin bu kurumlara hâkim olduğu, ayrıca ulusal dillerin yerine Latincenin egemen olduğu görülür. 15-16. yy. İtalya'sında gerçekleşen Rönesans dönemine temel oluşturan Orta Çağ Rönesans hareketleri son derece önem arz etmektedir.

    ''Orta Çağ’daki her Rönesans hareketinde, Roma'ya geri dönüş düşünülemez. Onlara göre Roma'yı yeryüzüne geri getirmek kısaca onu yeniden kurmak, başkalarına aktarmak ile mümkündür. Önemli olan Orta Çağ'ın başlarında Roma'nın elinde bulunan iktidarı, bilimi bir zamanlar nasıl Babil'den Atina'ya oradan Roma'ya taşıdılarsa o şekilde yeni yerlere taşımaktır. Yeniden doğmak demek yeniden başlamak ve geri dönmemek demektir. Bu yeni başlangıçların ilki 8. yüzyılın sonunda Karolenjler zamanında olmuştur'' (Le Goff,2015:50). ''Roma dünyasında birkaç görece ''üniversite'' (o dönemde tamamıyla bir Latin Orta Çağ kavramı olan universitas'tan değil de auditorium'dan bahsedilirdi) mevcuttur. 330'da Konstantin tarafından kurulan İskenderiye, Beyrut ve Atina auditoriumları gibi.

    Felsefe daha çok taşra üniversitelerinde öğretilmiştir. Bu o dönemde felsefenin maruz kaldığı kısmi dışlanmışlığı da göstermektedir'' (Libera,2005:26). ''Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve öğretim katedral okullarında yapılıyor ve papazlar tarafından yürütülüyordu. Skolastik düşünce bu okullarda üretilmiş, on ikinci yüzyılda üniversiteler ortaya çıkıncaya kadar bu okullar Batıdaki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuşlardır. 1000 yılında Bologna'da hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler kendilerine bir çeşit öğrenci loncası kurdular ve buna da universitas dediler. Bir yüzyıl sonra buna tıp ve felsefe bölümleri de eklendi. Bu üniversiteyi Oxford, Cambridge ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite ilahiyat, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşuyordu. Ayrıca öğretim üyeleri de din adamlarından oluşuyordu. Hemen hemen tüm programlarda dersler iki ana gruba ayrılmıştı. Trivium (üçlü) ve Quadrium (dörtlü). Bu üçlü; gramer, retorik ve diyalektik iken dörtlü; aritmetik, geometri, müzik ve astronomiydi. Daha sonra bu bölümlere felsefe ve mantığın yüksek kısımları da eklendi'' (Hairlight, 2017:52).
     
    ''Daha eski dönemlerde, Yunan ve Roma döneminde yüksek öğrenim olmasına rağmen, üniversite olarak tanımlanabilecek bir kurum bulunmamaktaydı. XII. yüzyıla kadar eğitim, katedrallerde ve manastırlarda yapılmaktaydı. Üniversiteler, kendiliğinden oluşmuş ve zamanın ihtiyaçları içinde şekillenmiş kurumlardı. Geç Orta Çağ, Avrupa’da değişim yüzyılıdır. Bunun en iyi yansımalarını da eğitimde, özellikle de yüksek öğrenim yani üniversitelerde ve sosyal yaşam alanlarında görmekteyiz.'' İlk olarak tek bir vücutta hem yöneticiler hem de öğrencilerden oluşan bir toplum anlamında 1221’de Paris’te kullanılmıştır. Yeniyi bulmak, yeni insanlar olmak düşüncesiyle ortaya çıkmış olan XII. yüzyıldaki entelektüeller sınıfı, yeniden doğuş duygusuyla mı ortaya çıkmışlardır yoksa bu duygu olmadan da bu sınıf ortaya çıkabilir miydi ve de Rönesans olur muydu? Bu sorunun cevabını da eğitimde aramak gerekmektedir diye düşünüyorum.

    Orta Çağ üniversiteleri temel unsur olarak insan faktörünü ele almışlardır. Böylesi bir düşünceyle hareket eden üniversiteler, çok uzun bir süre yerleşik binaları, mekânları, kütüphaneleri olmayan, eğitmen, öğrenci ve şehir arasındaki ilişkilerin düzenlendiği ve eğitmenlerle öğrencilerin haklarının korunması prensibi üzerine kurulmuş loncalar halinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Aslında üniversiteler, kendiliğinden oluşmuş ve zamanın ihtiyaçları ve olumlu şartları içinde şekillenmiş kurumlardır. Üniversitelerin bu yüzyılda ortaya çıkış şekli, uygun koşulların bir araya gelerek uygun ortamı yaratması sayesinde olmuştur. Bu koşulları Richard Hunt’ın verdiği bilgiler doğrultusunda şöyle sıralayabiliriz: Dış saldırıların ortadan kalkması, daha düzenli yönetimin sağlanması, ekonomik kalkınma ve gelişme, şehirleşme ve ayrıca da Yunan ve Arap dünyasından gelen bilgi ve Avrupa'da uyanan öğrenme ve bilme isteği olarak sıralamak da mümkündür''(Ülgen, 2010: 348-370).
     
    Rönesans Üniversiteleri ve Özellikleri
     
    ''Rönesans'ın ve Rönesans hümanizminin sembolü Prometheus değil midir? Tanrılardan ateşi çalıp insanlara veren ve Byron'a göre katı bir dünyanın tiranlığına karşı insanın başkaldırısını ve gerçeği arayışını ifade eden bir Titan. Prometheus eyleme ve tehlikeye doğru bilinçli bir yönelim, özgür aklın gücüne duyulan derin inançtır'' (Russ, 2014:120). Gerçekten de Rönesans Dönemi insanlığın ateşi keşfi kadar devrimsel bir dönemdir. Bu dönemin en temel kurumları bilimin, sanatın, düşüncenin üretildiği üniversite kurumlarıdır.

    ''Rönesans'ın hayat idealine uygun düşen hümanist eğitim ideali, çok yönlü, yaratıcı bir düşüncedir. Amacı ise çok yönlü gelişmiş insandır. Fakat aynı zamanda böyle bir eğitim ideali zorunlu olarak aristokratik bir karakter kazanmaktadır. Çünkü bu eğitim ideali okullarda çocuklara kazandırılacak bir şey olmaktan çıkmakta ancak edebiyatçılar ve sanatkârlar için birer ideal olmaktadır. Bu yeni ferdiyetçilik görüşü eğitim yoluyla değil, yalnızca kültürel hayat içinde gelişimine ulaşılabilecek bir şey olmaktadır ''(Aytaç, 2018:101). Bu eğitim son derece aristokratikti ve burjuva ailelerine hitap etmekteydi. Böylece bu okullar bilim, sanat ve felsefenin ihtiyaç duyduğu elitizmi yaratmaktaydı.

    ''Genç kızların ev dışında eğitim görmesi ancak 17. yy.'da gerçek anlamda toplumsal bir niteliğe kavuşsa da Rönesans, eğitimli kadınların erkekler kadar boy gösterdiği bir dönem olmuştur. Rönesans döneminin hümanist eğitim anlayışı seçkin bir kadınlar topluluğunun kültürel hayata katılmalarına olanak vermiştir. Avrupa derinlikli bir değişim içindedir. Eğitimin ve Rönesans kültürünün bir ürünü olan seçkin ve önemli bir zihinsel yapı oluşmaya başlamıştır'' (Russ, 2014:118). Sadece erkeklerin değil, topyekûn bir eğitim seferberliğinin başladığı bu dönem hiç şüphesiz bugünkü Avrupa kültürünün oluşumunda son derece etkili olmuştur.

    1494 ve 1515 arasında başlıca Yunan yapıtlarının 17 cildi basılmıştı. Bu arada en büyüğü Floransa'daki Platon Akademisi (1439) olmak üzere sayısız hümanist topluluk kurulmuştu. Bu toplulukların üyeleri detaylarla aşırı şekilde ilgileniyor ve orijinal yapıtlar yaratmak yerine klasikler üzerine yorum getiren kitaplar yazıyorlardı. Hümanist araştırmacıların kutsal mabedi dışında bırakılan Leonardo da Vinci, Platon Akademisi'nin üyelerini sert bir dille eleştiriyordu. Kendi çalışmalarının meyveleriyle değil diğerlerinin yapıtları sayesinde tantana yapıp şık elbiseleri ve mücevherleriyle şişinerek ortalıkta dolaşıyorlardı. Leonardo'nun deyişiyle hümanistler çoğunlukla ''başkalarının yapıtlarının borazancısı ve ezbercisi'' olmalarına rağmen Rönesans dünyasını az tanınan Yunan ve Roman yazarlarının etkisine açarak veya Orta Çağ üzerinde etkili olmuş olan yapıtları asıl halleri ile yeniden inceleyerek, sanatlar için paha biçilemez bir hizmette bulundular'' (Lee,2009:12).
     
    ''Bilim topluluğu düşüncesi çok eskilere dayanır. Lyceum'daki ilk Akademi'de ve İskenderiye Müzesi'nde ifadesini bulmuştur. Gerek İslam medreseleri gerek Hristiyan üniversiteleri ilk evrelerinde aynı türden kurumlardı. Ne var ki 17. yy.'a gelindiğinde bunların yeterli olmadığı görüldü. Moravyan Kilisesinin son piskoposu John Amos Comenius (1592-1670) kalburüstü bir kişilikti. Bilime, hayatının büyük bölümünü adadığı evrensel eğitimin bir parçası olarak bakan Comenius, yeni deneysel felsefenin uygulanıp öğretilebileceği bir okul olan Pansofik Kolejinin tasarısını yaptı. Otuz Yıl Savaşları nedeniyle Bohemya’dan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra gezginci bir hayat sürdü ve başarılı eğitim yöntemleri sayesinde ileri görüşlü hükümetler tarafından çok aranan bir kişi haline geldi. Yeni ulus devletlerin yöneticileri devlet işlerini yürütebilmek için çok sayıda eğitimli insana ihtiyaç olduğunu kavramaya başlamışlardı. Comenius 1641’de Parlamentonun daveti üzerine İngiltere’ye geldi. Koleji’ni burada kurabilmeyi umuyordu. Döneme özgü birtakım güçlükler nedeniyle bunu başaramadıysa da Kraliyet Akademisinin kurulmasında etkili oldu.

    Doğrusu ilk bilim toplulukları Roma'daki Accademia de Lincei (1600-1630) ile Floransa’daki Cimento Akademisi (1651-1667) idi. Bu ikisi başka ülkelerdeki topluluklara örnek oluşturdularsa da İtalya’da bilimin gelişmesini engelleyen etkenleri ortadan kaldıramayacak kadar geç bir dönemde sahneye çıkmışlardı. Nitekim bu etkenler yüzünden kısa sürede yok olup gittiler. Londra Kraliyet Akademisi (1662) ile Fransız Kraliyet Akademisi (1666) daha şanslıydılar. Bunlar, aslında yeni bilime ilgi duyan dostların gayri resmi olarak bir araya gelmeleriyle oluşmuştu. Atom teorisini yeniden ortaya atan Gassendi’nin de aralarında bulunduğu Fransız bilim insanları daha 1620’de varlıklı bir hukukçu olan Pieresc’in Provence’deki evinde toplanıyorlardı. Ancak, Fransız biliminin asıl merkezi, kendisi de seçkin bir bilim insanı olan azınlık keşişi Mersenne’in ölümüne (1648) kadar bu böyle devam etti. Mersenne, yorulmak nedir bilmez bir yazışmacıydı. Galileo’dan Hobbes’a varıncaya kadar Avrupa’daki tüm bilim insanları için âdeta bir tür merkez postane işlevi gördü. Daha sonra, yine bir avukat olan Mentmor’un evinde toplanmaya başlandı. Kraliyet Akademisinin temeli bu evde atıldı. Bilimi destekleyen gönüllülerden biri de canlı ve mücadeleci yapısıyla oldukça farklı bir kişilik olan Dr. Renaudot’tu (ö. 1679). Kurduğu klinikte yoksullardan tedavi ücreti almadığı için Paris’teki meslektaşlarının huzurunu kaçıran Dr. Renaudot, kurumuna bilimsel toplantılar yapılabilmesi için bir konferans salonu, bir yayınevi ve bir de harcadığı tüm giderleri karşılayan bir iş ve işçi bulma ofisi ekledi. Koruyucusu Kardinal Mazarin’in 1661’de ölmesinin ardından Dr. Renaudot’un düşmanları bu kurumu kapatmayı ve yüzyılı aşkın bir süre boyunca Fransa’daki halkçı bilim uygulamasına son vermeyi başardılar. İngiltere’deki yeni deneyci bilim insanlarının bir araya gelmelerine olanak sağlayan gelişme 1645 yılında iç savaşın sona ermesiydi. 1690’a gelindiğinde bilim artık yüksek bir konuma ulaşmış, özellikle toplumun üst tabakaları arasında çok büyük saygınlık kazanmıştı (Bernal,2008:435).
     
    16.yüzyıl boyunca İtalya’da çok sayıda küçük akademi ortaya çıktı; bunlar bir çeşit özel kulüp ya da gizli dernek havasını taşıyorlardı. Bu kulüplere üye olanlar birbirlerine takma isimleriyle sesleniyorlardı. Akademileri onlara, açıklamayı hem umut ettikleri hem de açıklamaktan korktukları gizemli sırları tartışabilecekleri bir ortam sağlamaktaydı. Her durumda, bu akademiler onlara cahil ve yobaz kimselerin yanlış anlamalarına karşı koruma sağlamıştı (Gökdoğan, (t. y.)). Bu öğrenciler Avrupa’da az sayıdaki üniversitelerde ortak bir eğitimden geçerek, Cicero'nun dili gibi ortak bir dil kullanarak (Latince) yaygın bir mektuplaşma trafiği kurarlar. Söz konusu üniversitelerden en büyük çekim merkeziyse her milletten yetiştirdiği öğrencileri bütün Avrupa'ya gönderen Padova Üniversitesidir ve bu öğrenciler arasında bir tür masonluk ilişkisi vardır (Russ, 2014:120).
     
    ''Bir önceki yüzyılın dini ve siyasi karışıklıklarının ardından 17. yüzyılın ikinci yarısı görece huzur ve refah dönemi oldu. Bu dönem uygarlığın bilinçle inşa edildiği bir çağ-Le Grand Siécle- yani Büyük Yüzyıl oldu. Bilim insanları ortak bir yazın dünyasının üyeleri olarak görülüp el üstünde tutuldular. Geçimleri prenslerin desteğine bağlı olan ilk iki evrenin saray ve üniversite profesörlerinin aksine 17. yüzyılın büyük ustaları bağımsız yaşamalarına olanak sağlayan gelirleri bulunan genellikle tüccar, orta büyüklükte toprak sahibi kimselerdi. Kuşkusuz onlar da saraydan yardım görmek isteyebilirdi ancak bilimsel çalışmalar için kraliyet parasına bel bağlanamazdı. Kral II. Charles Kraliyet Akademisine tek kuruş ödemediği gibi akademiyi ziyarete bile tenezzül etmedi. Büyük ustalar bilimi kendi ceplerinden finanse ettiler. Hatta bu ustalardan bazıları başka bilim insanlarını yanlarında çalıştırabiliyordu. Robert Boyle yoksul bir papazın oğlu olan Hooke'u yanına almıştı Londra ve Fransız Kraliyet Akademileri pompalama, hidrolik, silah üretimi, denizcilik gibi dönemin başlıca teknik sorunları üzerine yoğunlaştılar. Bu arada genel felsefi tartışmalardan kaçınıyor, bu tutumlarıyla övünüyorlardı'' (Bernal,2008:395). ''Özellikle Padua Üniversitesinde Tıp Fakültesi çok büyük bir saygınlık kazandı, en parlak beyinleri bünyesinde topladı. İtalyan hekimler ve tıp okumak için İtalya'ya gelen yabancı öğrenciler hatta sanatçılar, matematikçiler, astronomlar, mühendisler birbirinden yalıtılmamıştı. Aslında pek çoğu doğrudan bu meslekleri de öğrenmekteydiler. Örneğin Kopernik bir idareci ve iktisatçı olmasının yanı sıra tıp öğrenimi de görmüş ve hekimlik yapmıştı''(Bernal,2008:343).
     
    ''Bu dönemde Hollanda ve İngiltere'de birinci evredeki İspanyol ve Portekiz okullarının izinden giden ve esas ağırlığı denizciliğe veren bilimsel eğitimin başlangıcına tanık olunmaktaydı İngiltere'de yeni bilimi öğretecek ilk kurum Gresham Kolejiydi. Bu kolej 1579 yılında Londra'nın büyük tüccarlarından Kraliyetin maliye vekili ve Kraliyet Kambiyosunun da kurucusu olan Sir Thomas Gresham'ın isteği üzerine kurulmuştu. Gresham kendi şahsında ticari sermaye ile yeni bilimin birliğini temsil etmekteydi. Collegé de France'nın tersine Gresham Koleji salt hümanist bir kurum değildi. Dersler Latincenin yanında İngilizce idi. Bu kolej Kraliyet Akademisinin çatısı altındaydı (Bernal,2008:367).
     
    Ne yazık ki okulların büyük bir çoğunluğu gayri resmiydi. Yerel ve geçici şartlar dahi öğretmenlerin yetişmesini pek mümkün kılmıyordu. Örneğin, Casa Giocasa 1423 yılında Vittorino da Feltre tarafından kurulmuş, ancak gücü onu ayakta tutmaya yetmemişti. Catalan Juan Luis Vives (1492 1540) ve İngiliz Roger Ascham için de benzeri şeyler söylenebilir. Yeni pedagojik fikirlerin, belli ölçüde kalıcı bir eğitim sistemine dâhil edilmedikçe başarıya ulaşamayacağı anlaşılmış oldu.
     
    Bütün bunlar olurken, 14.yüzyılın sonlarında, Hollanda’da daha istikrarlı bir gelişme Ortak Hayatın Kardeşleri tarafından ortaya konuyordu. Bu arada, bu İtalyan olmayan Rönesans’ın ilk özelliklerinden birini de oluşturmaktadır. Önemini çok fazla abartmaya imkân yok. Devotio modern insanlığı, Hıristiyanlıkla uzlaştırma adına yapılmış bir girişimdir. Bu ancak mistik platformda gerçekleştirilebildi, bununla birlikte, Hollandalı Kardeşler görevlerini çok iyi yerine getirmiş ve bu sayede etkileri Kuzey Batı Avrupa’da hızla yayılmıştır. 15.yüzyılın ortalarına doğru Hollanda, Fransa ve Almanya’da bu tür okullardan 150 tanesi açılmış bulunuyordu. Aynı okullar, 16.yüzyıla kadar kendi türü içinde en iyi olma özelliklerini sürdürmüşlerdir. Ortak Hayatın Kardeşleri pek çok büyük adam yetiştirmiştir. Bunların içerisinde en ünlüleri, kendilerine sevgiyle bağlı olan Cusa Kardinali Nicolas (1401 1464) ve kendilerine tepki duyan Rotterdam’lı Erasmus’tur (1466 1536). Erasmus’un zamanına gelinceye kadar, bu okullar spiritüel güçlerini yitirmişlerdir; 16.Yüzyılın ikinci yarısında bunların yerine Cizvit kolejleri aldı ve sona ermelerine neden oldu. (Gökdoğan, (t. y.)) Eğitimsel dirilişe büyük katkıda bulunan diğer bir grup da reformculardır. Protestan bakış açısına göre, az da olsa eğitim sahibi olmak dinsel bir zorunluluktur. Her Hıristiyan’ın kutsal kitabı kendi başına okuyabilmesi gerekir. Bu nedenle, Martin Luther halkın eğitimi konusuna çok büyük ilgi göstermiştir. Magdeburg, 1524 yılında, kendi hazırlamış olduğu plana uygun olarak okulları organize etmiştir. Pek çok Alman kentinde, başka türden okullar inşa edilmiş ve bunların çocuklara erişimi zaman içerisinde iyileştirilmiştir. İddia edilen odur ki Protestan Alman eyaletlerinin halka açık okul sistemi, sahip olduğumuz ilkokul sistemidir. Bu sistemin fikir babası ve kurucusu Philip Melanchton’dur (1497 1560). Melanchton`un etkisi kendisine verilen Paeceptor Germaniae unvanını haklı çıkaracak kadar kalıcı olmuştur (Gökdoğan, (t. y.)).

    Sonuç
     
    Isaac Newton ''Şayet daha ileriyi görebildiysem devlerin omuzlarında durduğum için olmuştur.'' der. Bilim bütün insanlığın ortak katkılarıyla yapılır. Hiç şüphesiz bilimin yapıldığı ve aktarıldığı en önemli kurumlar üniversitelerdir. Geleneksel üniversitelerin temel amacı hakikat arayışıdır. Akademia ve Lykeum'un temelinde felsefe bulunmaktadır. Akademia'da matematik, Lykeum'da mantık ve doğa bilimleri ön plandaydı. Fakat sonuç olarak ikisinin de amacı erdemli ve iyi insan yetiştirmekti. 

    Aristoteles ise düşünceyi üç açıdan ele almaktadır. Theoria (doğa bilimleri, düşünme, mantık, hakikat), praxis( etika, politika) ve poesis üretme, teknoloji). Bilginin ikinci ayağı olan praxis politik sorumluluğu olan bilinç sahibi bireyler yetiştirirken zaman içinde bu misyonu da ortadan kalkmıştır. Bilim ve teknoloji iş birliği yüzünden üniversiteler araçsallaşmış, sadece kâra hizmet eder hale gelmiştir. 1088 yılında Bologna'da ilk üniversitenin kurulduğu günden bu yana üniversite toplumun sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki açılardan aynası olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde en önemli kırılmayı ise Rönesans döneminde yaşamıştır. Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki bu süreçte Antik Yunan ve Roma çevirileri yapılmış, deneysel düşünceye ağırlık verilmiş, matbaanın getirdiği imkanlardan yararlanılmış, ticari gelişmeler ve coğrafi keşiflerin sağladığı ekonomik refah sayesinde bilim, sanat, düşünce gelişmiştir. Bunun en önemli yansımasını elbette ki üniversitelerde görmek mümkündür. Üniversiteler ekonomik bağımsızlığa kavuşmayla beraber çok daha rahat çalışmalar yapar hale gelmiştir. 19. yüzyılda Rönesans Üniversitelerine benzer bir eğitim metodu izleyen Almanya'daki Humbold Üniversiteleri aristokratik ve burjuva ailelerine hitap ediyor, antik eserlere ağırlık veriyordu. Görülmektedir ki üniversitelerin başarılı olması için gereken en temel özellikler özgür bir ortam ve ekonomik bağımsızlıktır. 
     
    Yazan: Okan Nurettin OKUR
     
    Kaynakça
     
    Gökdoğan, M. D.(t.y.). Fel 313 Rönesans ve Aydınlanma Döneminde Bilimsel Gelişmeler [ word file ] Erişim adresi https://acikders.ankara.edu.tr/course/view.php?id=4681
     
    Le Goff, J. (2015). Ortaçağ Batı Uygarlığı. İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
     
    Bernal, J.D. (2008). Tarihte Bilim( Çev. Ok T. ) , İstanbul: Evrensel Basım Yayıncılık.
     
    Russ, J. ( 2014). Avrupa Düşüncesinin Serüveni: Antik Çağlardan Günümüze Batı Düşüncesi( Çev. Doğan Ö.), İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
     
    Hairlight, D. ( 2017). Bilim Tarihi, İstanbul: Ezr Yayıncılık.
     
    Lee, S. J. ( 2009). Avrupa Tarihinden Kesitler. Ankara: Dost Yayıncılık Libera, A. (2005). Ortaçağ Felsefesi: İstanbul: Litera Yayıncılık.

    Taşkın, A. (2013), Rönesans, Yeniçağ ve 19. Yüzyıl Felsefesi Tarihi. Ankara: Sentez Yayıncılık.
     
    Koyre, A. (2004), ''Çağcıl Düşünce'' Bilim Tarihi Yazıları, (çev. Dinçer K.) Ankara: Tübitak Yayınları.
     
    Topdemir H. , Unat Y. (2013), Bilim Tarihi, Ankara: Pegem Akademi. Aytaç K. (2018), Avrupa Eğitim Tarihi, Ankara: Doğu Batı Yayınları.

    Alexandre Koyré; 2000, Yeniçağ Biliminin Doğuşu – Bilimsel Düşüncenin Tarihi Üzerine İncelemeler, s. 44, çev. Kurtuluş Dinçer, Gündoğan Yayınları, Ankara. s. 43-44.

    Polat, N. (2015), Kültürel Bir Karşılaşma: II. Mehmet ve Bellini https://www.etimolojiturkce.com/kelime/%C3%BCniversite

    Ülgen, P. (2010), Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. Geç Ortaçağda Avrupa'daki Üniversiteler ve Eğitim, 347- 372.
     
     
     

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.