Türkiye'nin Eğitim Sorunlarına Dair Karşılaştırmalı Eleştirel Bir Söyleşi

Türkiye'nin Eğitim Sorunlarına Dair Karşılaştırmalı Eleştirel Bir Söyleşi
  • 3
    0
    0
    1
  •  

    İyi bir rehber olmanın sırrı; çocuğun zihnini, tohumların ekilip hayal gücünün ışığında büyütüldüğü verimli bir tarla gibi görebilmektir der Maria Montessori. Eğitimin giderek araçsallaştırıldığı; kamusal yararın, bireyin öznelliğinin ve varoluş zemininin yok edildiği günümüz dünyasında okullar nitelikli insanlar yetiştirme misyonunu ne kadar yerine getirebiliyor? Öyle ki Bernard Shaw sistem eleştirisini hepimizin bildiği ''Eğitimime, okul yüzünden uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım'' sözüyle zihinlerimize kazıyor. Bugün eğitimin ne olduğunu ya da ne olmadığını Sayın Dr. Öğr. Üyesi M. Emir Rüzgar'ın bakış açısından görmeye çalışacağız ve bu seri birkaç yazı devam edecek. Öncelikle kendisine bu yoğun takviminde bize zaman ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz. 

    Dr. Öğr. Üyesi Muhammed Emir Rüzgar
    Aksaray Üniversitesi / Eğitim Fakültesi / Eğitim Bilimleri Bölümü
    Röportaj: Okan Nurettin Okur

     

    * Öncelikle biraz eğitim felsefesi yapalım istiyorum. Eğitim Antik Yunan'dan bugüne sürekli tartışılagelen felsefi bir konu. Sizce eğitim nedir? 

    Öncelikle röportaj teklifiniz için çok teşekkür ederim. Tüm okuyuculara sevgi ve saygılarımı iletiyorum. 
    Eğitim nedir sorusu hem eğitim bilimi uzmanları için hem de eğitimin toplumsal etki boyutunu dikkate alınca genel kamuoyu için oldukça önemli ve dikkate alınması gereken, isabetli bir soru. Ancak özellikle de eğitim bilim uzmanları için bir o kadar da zorlayıcı. Nedeni şu: Fizik, evreni ve doğayı açıklayarak hakikatin doğası hakkında daha net bir tasvir yapmayı sağlar. Kimya sayesinde madde ve özelliklerini inceleyerek yine hakikatin doğasına sürekli bir şekilde yaklaşmayı umarız. Fakat bir fizikçinin Fiziğin ne olduğuna, bir kimyacının da Kimyanın ne olduğuna dair çok ayrıntılı incelemelere girdiği pek de vakıa değildir sanıyorum. Söz konusu eğitim olunca durum pek de Fizik, Kimya vb.inde olduğu gibi değil. Eğitim de dahil sosyal bilimlerdeki her bir kavramın o kavram hakkında biraz kafa yormuş insan sayısı kadar kavramlaştırılışı vardır dersem abartmış olmam herhalde. Demem o ki bir kavramı ele alırken ona hangi boyutlardan yaklaştığınız ve içini nasıl mantıklı bir şekilde doldurduğunuz çok ama çok önemli. Tam da bu nedenle eğitim nedir sorusuna tarihsel bir boyuttan yaklaşmanın ussal olduğu düşüncesindeyim. 


    * Evet, katılıyorum. Antik Yunan'da örneğin Homeros metinleri eğitimde neredeyse ana kaynaktı. Anlatılan destanlardaki kahramanlar üzerinden ''arete'' yani erdem eğitimi veriliyor, bu erdeme sahip olan bireyin içinde yaşadığı kentin bir parçası olabileceği, bunun da ideal olan devlete giden yolda önemli bir adım olduğu düşünülüyordu. Benzer örnekler Roma'dan, Mezopotamya medeniyetlerinden de verilebilir. Her birinin günümüz eğitim anlayışıyla son derece farklılık göstermesi eğitimin tarihsel, toplumsal, kültürel yönüne işaret ediyor.  

    Eğitim, dediğiniz gibi aslında insanlık tarihi kadar eski bir kavram. Avcı-toplayıcı toplumlara baktığımızda yaşamda kalabilmek için besin bulabilme ve avlanabilme, küçük topluluklara katılan yeni bireylerin deneyimlilerin yardımı ve yönlendirmesiyle edinmesi gereken en temel becerilerden. O dönemde eğitimin daha yaşamsal ve işlevsel karakteristiği var. Yerleşik yaşama geçilip uygarlıkların oluşumuyla eğitimin yönetsel ve askeri konumlarda bulunacak kişilere gereksinim duyacakları bilgi ve beceriyi kazandırma işlevinin ortaya çıktığını görüyoruz. Aynı zamanda çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş ve sonrasında dünya yaşamını düzenlemek ve bireylere ölümden sonraki yaşamda sonsuz mükafat kazandırmak amacıyla dinler tarafından eğitim üzerinde özenle durulduğunu da söylemek mümkün. Aydınlanma devriminin mottosu olduğu üzere insanlık Kant’ın ‘Aklını kullanmaya cesaret et’ öğüdüyle tanrı-merkezli bir yaşam anlayışından insan-merkezli bir yaşam anlayışına dönüyor. Bu durumun eğitimi etkilemediğini savlamak pek de olası değil. 


    * Özellikle o dönemde Jean-Jacques Rousseau’nun ''en iyi ve en önemli kitabım'' dediği ''Émile ya da Eğitim Üzerine'' kitabı çok önemli bence. Rousseau'nun çocuklarının hiçbiriyle ilgilenmeyip çocuk eğitimi üzerine kitap yazması da başka bir tartışma konusu :-) Kitapta insanın iyi olarak doğduğunu, bu yüzden doğa üzerinden bir eğitim vurgusu vardır sürekli. Goethe'nin dediği gibi, "Voltaire nasıl bir dünyanın sonuysa, Rousseau da bir dünyanın başlangıcıdır." Fakat elbette ki tarihsel süreç bunun saf bir iyimserlikten öte bir şey olmadığını göstermiştir. Peki o dönemdeki gelişmelerin bugüne önemli etkileri olmuş mudur? 


    Bugün eğitimin bir çalışma ve uzmanlık alanı olarak ele alınmasında Aydınlanma ile birlikte Kıta Avrupa’sında gerçekleşen sosyal gelişmelerin devasa bir etkisi olmuştur elbette. Rönesans, Reform, Bilim Devrimi, Fransız Devrimi Sanayi Devrimi, bir bilim dalı olarak psikolojinin doğuşu bugünkü anladığımız anlamıyla eğitimin ve okulların ortaya çıkmasına öncülük etmiştir. Şöyle ki: Eğitim az önce değindiğim gibi insanlık tarihi kadar eski, okullar da insanın yeryüzündeki serüveninin deneyimli şahitlerinden biri olmakla birlikte geçmiş dönemlerde eğitim dar bir kitlenin ulaşabildiği bir şeydi. Yalnızca soylular, din adamı olacak kişiler ve soylu unvanı yahut yeter miktarda zenginliği olmayan insanların çocuklarından üst düzey yetenek ve başarı gösterenler eğitime ulaşabiliyordu. Ancak bilim devrimi ile insanlığın bilgi birikimi önceki dönemlere göre patlama yaşadı. Rönesans, Reform vb. ile gelişen insancıl felsefe, eğitimin her insan için bir hak olduğunu tartışmaya başladı. 


    Fransız Devrimi sonrasında eğitimin üniter yapıdaki bir devlet için ulus yaratma aracı olduğu görüldü. Sanayi Devrimi ile o tarihe kadar evde kalıp çocuklara bakması beklenen kadınlar işgücüne katılmaya başladı ki böylece kadınlar işteyken çocuklara kimin göz kulak olacağı sorunu belirdi. Benzer şekilde Sanayi Devrimi ile yeni yeni kurulan devasa fabrikalara insanların daha önce görmedikleri üretim araç-gereçleri yerleştirildi. Sanayi Devrimi ile gelen üretim tarzı iyi hoş ama okuma ve yazma bilmeyen, temel düzeyde hesaplama yapamayan yeni oluşan işgücü bu makineleri nasıl kullanacaktı? Bu nedenle fabrikalarda çalışacak işçilere temel düzeyde okuma, yazma ve aritmetik (İngilizce’de bu üç alana 3Rs diyorlar: Reading, WRiting, ARithmetic) öğretilmesi gerekiyordu. (Günümüzde hâlâ okullarda sıraların tıpkı bir fabrikanın üretim bantlarında olduğu gibi yan yana ve arka arkaya sıralanması bir tesadüf olmasa gerek). Tüm bu saydığım nedenler ve hatta fazlasının etkileşimiyle bugünkü anladığımız şekliyle örgün eğitim kurumları olan okullar Almanya’da (bu durumun ilk Almanya’da ortaya çıkmasında Luther ve Protestanlığın etkisi vardır) ve diğer Kıta Avrupası ülkelerinde kurulmaya başlandı. 


    * Modern üniversitenin kurucusu kabul edebileceğimiz Wilhelm von Humboldt'un eğitim reformu çok önemlidir bu noktada. Antik Yunan-Roma klasik metinleri üzerinden hümanist bir eğitimi savunur. ''Bildung'' yani kendini gerçekleştirme kavramı bağlamında şekillendirilen bir müfredatı vardır ve Avrupa'ya özellikle Almanya'ya son derece önemli katkılar sağlamış bir reformdur. Peki ''Okullar Ne Öğretmeli: Liberalizm, Marksizm ve Varoluşçuluktan Yanıtlar'' adlı bir bildiriniz var. Sizce okulun misyonu tam olarak nedir? 


    Eğitimin insanları istenen biçime sokmaktaki etkisini gören yönetim mekanizmaları, insancıl felsefenin de etkisiyle bu okullarda verilen eğitimi hem tüm yurttaşlar için zorunlu hale getirdi hem de finansmanını üzerine aldı. Eğitimin kalkınma ve ilerleme üzerindeki olumlu etkisi görülmeye başlandıkça zorunlu eğitim veren okullar dünyanın farklı coğrafyalarına yayıldı. Gördüğümüz üzere zorunlu eğitim verilen örgün okullar, insanlık tarihini düşününce belki ergenlik döneminde bile değildir. Ben zaten zorunlu eğitim veren okulları tam da bu nedenle insanlığın en genç ve kapsamlı deneylerinden biri olarak görüyorum. 


    Zorunlu eğitim veren örgün eğitim kurumlarının kuruluşunun ardından günümüze kadar okullar hep bir toplumun yaşamda kalma ve gelişme aracı olarak görülmüştür. Her toplumun ulaşmak istediği sosyal, kültürel, ekonomik vb. amaçları vardır. Toplumlar bu amaçlara erişmek içi her şeyden yetişmiş insan gücüne gereksinim duyar. İşte okullar da tam olarak bu noktada devreye girer. Toplumun finanse ettiği okullar, toplumun ön gördüğü türde bireyler yetiştirme misyonunu yerine getirir. Az önce değindiğim gibi genç bir deney olarak gördüğüm eğitim ve verildiği okullar, tam da toplumun ve yönetim kademesindekilerin ön gördüğü şekilde insan yetiştirme misyonu nedeniyle büyük eleştirilere maruz kalmıştır, kalmaya da devam ediyor. 


    Eğitime yönelik bu eleştirel bakış açısına göre eğitim esasen bir aşılama (endoktrinasyon), beyin yıkama sürecidir. Tek derdi akşama yeşil fasulye değil de patates kızartması yedikten sonra şekerler ile ziyafet çekmek olan, ardından da bilgisayar oyunlarına dalmak isteyen çocukları okullar aracılığıyla bizim istediğimiz şekilde düşünme ve karar vermeye yönlendiriyoruz. Ankara Üniversitesinden çok sevdiğim bir hocamın bir arkadaşının yaşadığı, hocanın da sürekli anlattığı bir anısı vardı. Hocanın arkadaşı okula başlamadan önce bir gün kızına “Kızım gök yüzü ne renk” diye sormuş. Kız çocuğu da yanıtında “Gündüzü mü soruyorsun, geceyi mi” demiş. Hocanın arkadaşı aynı soruyu çocuk ilkokula başladıktan bir süre sonra tekrar sormuş. Kız çocuğu yanıtı bu kadar belirgin bir soruyu bana neden soruyorsun der gibi bir edayla “Tabii ki mavi” demiş. Birçok düşünüre göre okullar aracılığıyla verilen eğitim, aynı şekilde düşünen, hareket eden ve düzene uyan bireyler yetiştirmenin baskıcı aracıdır. 


    Ben bu eleştirel bakış açısına katılmıyorum. Tüm eksiklik, hata ve yanlışlarına karşın genel halk kitlelerine sunulan bilimsel, laik ve demokratik eğitimi savunuyor, diğer insanlarca da savunulmasını arzu ediyorum. Aziz Sancar Bey, Nobel Bilim Ödülü aldıktan sonra başarısını Cumhuriyet’in kurduğu okullardan aldığı eğitime bağlamıştı. Yani bu okullar olmasaydı Aziz Bey köyünde kalacak, Nobel ödülü bir yana Fiziğin ne işe yaradığını bile bilemeyecekti. Köyde kalmak ve köy işleri yapmakta hiçbir abes yok. Ancak onu bile yaparken belirli bir düzeyde kültüre ve bilgiye gerek var. Eğitim tam da bu nedenle gerekli. Aziz Bey kadar başarılı olmasam da ben de benzer bir süreçten geçtim. Memleketim Elazığ’da ilkokul ve ortaokulu bitirdikten sonra bir meslek lisesinden mezun oldum. İki yıl sınava çalıştıktan sonra ODTÜ’de lisans eğitim alma fırsatı buldum, ardından Cumhuriyet’in ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesinde yüksek lisans eğitimi gördüm ve devletin verdiği bir bursla ABD’de doktora yapabildim. Saydığım okulların hepsinde bittabi yanlış da vardı, hata da. Ancak eğer ben bu okullara devam etmemiş olsaydım büyük olasılıkla sanayide bir dükkanı olan babamın yerini almış, torna ve tesviye işi yapıyor olurdum. Hatta belki de şu anda bulunduğum halden daha mutlu ve finansal olarak da daha rahat bir konumda olurdum. Lakin o halde, siz bu röportajı benimle yapıyor olmazdınız.

    Bugüne kadar yaşamımda okumakta en çok zorlandığım ama bittikten sonra da en fazla keyif aldığım, gerçek edebiyat nedir sorusuna işte budur diye yanıt verebileceğim kitap, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabıdır. Ben ODTÜ’de öğrenci olana kadar düzenli okuma alışkanlığı olan birisi değildim. ODTÜ’de hazırlık öğrencisi iken 15.30’da dersten çıktıktan sonra yurttaki odama geçer, kendimi okumaya zorlardım. O dönemde başladığım okuma alışkanlığı sayesinde okuya okuya Kayıp Zamanın İzinde’yi kendi çapımda analiz edebilir hale geldim. Bana bu ufku katan aldığım yükseköğretim ve bu yükseköğretimi veren okuldu. Yeterli olduğunu düşünmediğimden ve hiçbir zaman da düşünmeyeceğimden sürekli bir şeyler okuyarak, öğrenerek ve yazarak oluşturduğum ve geliştireceğim entelektüel düzeye bu okulların bana açtığı ufuk sayesinde ulaşabildim. Okulların misyonu tam da bu olmalı. 


    Eğitim nedir sorusuna başta değindiğim gibi pek çok pencereden yaklaşılabilir. Bunlar arasında bana en mantıklı gelen Rousseau başta olmak üzere birçok düşünürün savunduğu unfoldment (açığa çıkma-çıkarma?) kuramı. Her bireyin içinde gizli bir evren var. Her bireyin kendine özgü bir potansiyeli var. Eğitimin temel amacı, bu gizil potansiyelin filizlenmesini ve kocaman bir ağaca dönüşmesini sağlayacak bir ortamı bireye sağlayabilmek olmalı. Ancak bu durumda çorak topraklar oksijeni bol ormanlara dönüşebilir. Okullar, düzenli okuma alışkanlığı bile olmayan bireylerin Kayıp Zamanın İzinde’nin değerini bilebilecek düzeye ulaşmasına uygun bir ortam olmalı; bireylere bilgi ve beceri ile birlikte bir dünya görüşü ve vizyon katmalı. 


    İtiraf etmem gerekir ki az önce değindiğim bakış açısı oldukça idealist. Zaten eğitim de esasen bir idealdir bence. Adaletin ne olduğuna yönelik bir açıklamada adaletin ulaşılabilecek bir varlık değil, bir ideal olduğu vurgulanır. Adalete ulaşılamaz ama ona olabildiğince yaklaşılmaya çalışılır. Eğitim de bir idealdir. Daha iyi bir dünyada, daha iyi insanlarla barışla ve huzurla yaşayabilmek için eğitime gereksinimimiz var. Tam eğitimli bir topluma hiçbir yerde ve hiçbir zaman ulaşamayacağız belki ama ona varmaya çalışma idealist olduğu kadar yüce ve gerekli. 

     

    * Türkiye'de her ne kadar bugün okullarda çağdaş eğitim yaklaşımları uygulanmaya çalışılsa da her alanda olduğu gibi eğitimde de yeniliğe, değişime karşı bir direnç var. Batıdan ithal edilen bu eğitim ekolleri Türkiye ile ne kadar uyumlu? Yani kültür oluşur mu oluşturulur mu? Batı-Doğu kültür çatışmasından bahsediyorum. Çinli bir arkadaşınızın sırf grup etkinlikleri, bireysel proje ve benzeri öğretim yöntemleri nedeniyle ders bırakması örneğinde olduğu gibi yenilikler Türk Eğitim Sisteminde ne gibi karşılıklar buluyor ya da bulabiliyor mu?  


    Türkiye’de gerçekten de olumlu işler yapmaya çalışan ve çağdaş eğitim anlayışlarını sınıflarına taşıyarak sanatın, felsefenin ve bilimin mümessili eğitimcilerimiz var. Ancak sorun şu ki bunların sayısı kısıtlı. Tam tersine kendi öğrendiği gibi öğretmekte ısrarlı, çocukları kadim bir dairenin dışına taşmayacak şekilde yetiştirmeyi gaye edinmiş eğitimcilerimizin sayısı yenilikçi anlayışı uygulayan eğitimcilerimizden kat be kat fazla. Az önce eğitimin idealist boyutundan söz etmiştim. Bu işin önemli bir handikabı var: eğitim zaman alan bir şey. Eğitim aracılığı ile ulaşmak istediğiniz noktaya ancak kuşaklar sonra ulaşabiliyorsunuz. İnsanlar var olan bir yapının içine doğuyor ve onunla yoğruluyor. O daireyi kırmaya, dışına çıkmaya çalışanlar büyük bir dirençle karşılaşıyor. Zorlayanlar bir süre sonra nasılsa bir şey değişmeyecek diye zorlamayı bırakıyor. Zorlamayı bırakmayanlara şapka çıkarıyorum!


    Bence mesele ithal edilen eğitim ekolleri değil. Hatta Batı-Doğu çatışması da değil. Bence mesele çok daha derinlerde. Lisans öğrenimim esnasında ders aldığım bir hocamın anlattığı bir hikaye vardı. Anımsadığım kadarıyla: Osmanlı döneminde biri, ayda birilerinin yaşayıp yaşamadığını merak etmiş. Sultanahmet meydanında insanları toplamışlar. İşaret verildikten sonra davul zurna çalacak, herkes avazı çıktığı kadar bağıracak, bu sayede sesleri aya kadar gidecekmiş. Sese yanıt gelirse ayda yaşayan birilerinin olduğu tespit edilecekmiş. İşaret verilmiş, davul zurna çalarken koskoca meydanda kimseden ses yok. Herkes nasıl olsa yanımdakiler bağırır, ben aradan sıyrılırım, bağırmama gerek yok diye düşünmüş. 


    Kargo grubunun eski dönemlerinde yayınladığı bir şarkısı vardır. Adı Boğaziçi. Sözlerinde şöyle bir kısım var:

    Hayat Doğu'da sessizlik
    Suskunluk anlamında
    Batı'da ise
    Değerli bir taş sanki

    Mevcut daireyi kırıp dışına çıkmayı ancak ama ancak dairenin dışında düşünebilen insanlar ve bunların kütlece birikmesi sağlayacak. Bu tür insanların sayısının artmasının tek yolu, bin kesinlikle, düşünce ve ifade özgürlüğü. Lakin Türkiye’nin tarihinde son 40-45 yılı göz önüne aldığımızda kağıt üzerinde inanılmaz boyutta bir özgürlük var olmakla birlikte yaşam pratiğine bakınca insanlar yeni tanıştıkları kişilerin sorularına yanıt vermekte bile çekiniyor. Ya başıma bir iş gelirse? Türkiye tarihinde hiçbir zaman tam düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip değildi belki. Ama bu konularda süreklilik önemli. Sorunlara çözüm getirerek daha iyi hale getirmek varken hop geriye yaparsak bu daire daha çok gün ışığı görür. 

    Batı’dan ithal eğitim ekolü ve kültür meselesine özellikle değinmek isterim. Öncelikle biz bu ekolleri neden Batı’dan alıyoruz? Neden Kuzey, Güney veya Doğu değil? Çok basit bir açıklaması var: Bunları Batı yapmıştı da ondan. Gençler arasında bir geyik konusu haline gelen şu mesele var ya, Batı’nın bilimi ve teknolojisini al, ahlakını alma diye. Batı kültürünün son yüzyıllarda tedricen bir nevi üst uygarlık-yaşam standardı (yeme, içme, giyinme, iletişim ve daha birçoğu) haline gelmesinin nedenleri üzerine hep düşünmüşümdür. Batı’nın sömürgecilik etkinliklerini örnek alalım. Sömürgecilik Allah’ın belası bir şey. Keşke insanlık tarihinde böyle bir ayıp olmasaydı. Ancak bir sömürgeleştiren Batı’yı, bir de sömürgeleşen yerleri düşünelim. Sömürmek için gelen Batılı bilmem kaçıncı dereceden kaç bilinmeyenli denklemi çözüp dünya dışında yaşamın olup olamayacağı ile ilgili kafa yorarken sömürülenin tek derdi yan kabilenin hayvanını kaçırarak kanını içmek. Batılı sanat ile iştigal ederken düşünerek sorgularken deneyerek icat ederken, keşfederken siz ne yapıyordunuz? Batılının eğitim ekolü sizin kültürünüze uymuyorsa neden tek bir ekol üretememişsiniz, üretemiyorsunuz? Sömürenin sömürüsü ayıp günah da o sömürebilecek düzeyde ilerleme kaydederken siz ne yapıyordunuz, siz nasıl sömürülmenize olanak verebildiniz? 

    İnsan topluluklarının bir derdi olmadan, merak etmeden, düşünmeden, sorgulamadan, emek vermeden ekol mekol oluşturmaları hayal. 

     

    * Bütün bu yenileşme çabalarına rağmen geleneksel eğitim anlayışı bazı kesimler tarafından hala tatbik edilmeye devam ediyor. İmam Hatip Liselerinin yaygınlaşması, müfredatın belli saiklerle oluşturulması gibi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz, bu bir geçiş süreci midir yoksa Türkiye, Cumhuriyet kazanımlarını tüketmeye devam mı ediyor? Zira Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan eğitim reformlarının kısa sürede dahi en ücra köylere kadar gayet olumlu sonuçlar vermesine rağmen günümüzde eğitimin giderek daha da niteliksizleştiği, sadece belli bir kesimin kaliteli eğitim alabildiği bir sosyal yapı ile karşı karşıyayız. 

    Eğitimde mevcut durumu olumlu değerlendirmem ne yazık ki pek olası değil. İmam Hatip Liselerinin var olmasında ve bir seçenek olarak arzu eden insanların burada eğitim almasında ben bir abes göremiyorum. Ancak sanki bir gün bütün okulların İmam Hatip olması isteniyormuş gibi bu okulların siyaset dilinin pelesengi olması anlaşılır gibi değil. Mesele dinin öğretilmesi değil, mesele dinin siyaset aracı haline getirilip insanların alternatif düşünce ve yaklaşımları doğrudan reddedercesine tarafgirleşmesi. 


    Türkiye şu an kesinlikle değindiğiniz gibi Cumhuriyet kazanımlarını tüketiyor. O kadar yokluk ve eksikliğe karşın Cumhuriyet sonrası dönemde bu çaplı bir eğitim ve kültür hareketi nasıl başlatılıp yürütülebilmiş hayretle takdir ediyorum. O dönemki altyapı (kültürel altyapıyı kastediyorum) düşününce o dönemde yazılmış yapıtları ve yetişmiş insanların ürünlerini rast geldikçe ağzım açık bir şekilde inceliyorum. Şu anki altyapının o dönemki altyapının üzerine kurulup onun sayesinde ilerlemesi gerekirken ne yazık ki şu anki o dönemdekinin yanından bile geçemez. 

    Ben Cumhuriyet dönemi eğitim hareketinin tam anlamıyla başarılı olduğunu düşünmüyorum. Bu durum tabii ki Cumhuriyet ve onun kadrolarının suçu değil, belki de eldeki olanaklarla ancak bu kadar olabiliyormuş. ABD’deyken tanıştığım bir eğitim programları profesörü vardı. Onun ABD’nin güneyinde yaşamış ve çalışmış bir tanıdığının mealen şöyle bir iddiası vardı: ABD’nin güneyinde yükseköğretimin başarısız olduğunun en büyük göstergesi, ırksal ayrımdır (segregation). Başarılı bir yükseköğretim sistemi ırksal ayrımın yanlış olduğunu insanlara gösterip hiç gerçekleşmemesine veya bitmesine neden olabilmeliydi. Yükseköğretimin başarılı olduğu yerlerde ırksal ayrım kesinlikle reddedilmişti. Söz ettiğim kişinin bir diğer iddiası daha vardı: Florürün içme sularına eklenmesi bir dönemin en tartışmalı konularından biriydi. Bilimsel olarak florürün insan sağlığına olumsuz bir etkisinin olmadığının gösterildiği gibi florürün diş çürümesini önlediği ve böylece sağlığa yararlı olduğu da gösterilmişti. Ancak genel halk kitleleri suya florürün eklenmesini istemiyordu. Bu kişi ABD genelinde insanların il il içme suyuna florür eklenmesine karşı olup olmadıklarını tespit edeceği bir araştırma yapmak istediğinden söz ederdi. Böylece içme suyuna florür eklenmesine karşı olunan yerlerde eğitim sisteminin başarısız olduğu sonucuna varabileceğini belirtirdi. 

    Cumhuriyet sonrası dönemde, değindiğim gibi, genel halk kitlelerinin eğitiminde istenen düzeye ulaşamadık. Bu durumun altında yatan en etkili neden bana göre nüfus patlaması. 1950’li yıllardan itibaren Cumhuriyet kazanımları duraklamaya ve geri gitmeye başlamıştı bile. Bir de üstüne hızlı bir şekilde nüfusun artmasının (diğer etkenlerle birlikte) kısıtlı olanaklarla herkese arzu edilen eğitimin verilerek Cumhuriyet Aydınlanmasının yaygınlaşmasını engellediği kanaatindeyim. 

    Sorunuzda değindiğiniz gibi mevcut halde ancak çok küçük bir kesim nitelikli eğitim alabiliyor. O küçük kesim de ailesinin variyeti olup nitelikli eğitim veren birkaç özel kuruma gidebilenler. Cumhuriyet kazanımlarını tüketme hızımız baş döndürücü. Ben o kadar yaşlı biri değilim. Lisanstan 12-13 yıl önce mezun oldum. Bir kendi aldığım lisans eğitimine bakıyorum, bir de bugün gençlerin aldığı lisans eğitimine. Biz bu gençlere gerçekten haksızlık ediyoruz. 13 yıl içinde bir yükseköğretim sisteminin niteliği nasıl bu kadar değişir (olumsuz yönde) aklım almıyor. 

     

    * Dönemin Başbakanı tarafından “İdeolojik değil pedagojik” olarak tanımlanan 4+4+4 düzenlemesi ve Ankara, ODTÜ, Hacettepe gibi seçkin üniversitelerden eğitim alanında uzman kişilerin bu konuda ciddi uyarılarına rağmen hiçbir eğitim ihtisası olmayan kişilerce Türk Eğitim Sisteminde yapılan düzenlemeler için ne düşünüyorsunuz? 

    4+4+4 sistemi yürürlüğe girdiğinde ben Ankara Üniversitesinde yüksek lisans öğrencisi olarak eğitimime devam ediyor ve aynı kurumda araştırma görevlisi olarak çalışıyordum. O dönem Ankara Üniversitesinde olan bir hocamız sosyal medya hesabında sözcük oyunu yapmış, bu sisteme dert-dert-dert adını vermişti. 
    Dediğiniz gibi bu düzenlemeye Ankara, Hacettepe ve ODTÜ’den birçok eğitim uzmanı avazları çıktığı kadar tepki göstermiş, düzenlemenin neden yanlış olduğunu bu üniversiteler raporlar yayınlayarak kamuoyuna duyurmaya çalışmışlardı. Bu uyarılara hiçbir şekilde kulak asılmadı. 


    Az önce eğitimin uzun zaman alan, etkileri ancak kuşaklar sonra görülebilen bir yapısı olduğundan söz etmiştim. Bu durum tabii ki eğitim düzenli bir şekilde, bilimsel ilkelere uygun bir şekilde yürütülürse böyle. Tam da bu noktada eğitimin çıkmazlarının birinden söz etmek isterim. Temel bilimlerin bir bulgusu ve bu bulguya dayanan bir argümanı olduğu zaman diğer insanların, hele hele siyasilerin ne düşünüp neyi savunduklarının hiçbir kıymetiharbiyesi yok. Siz ne derseniz deyin dünya dönmeye devam ediyor. Siyasiler GBT’sine bakmak istediği kadar istesinler, adres ve gelirini belirleyerek vergilendirmeye çalıştıkları kadar çalışsınlar, bir atom altı parçacığın aynı anda hem hızını hem de konumunu tespit edemezsiniz. Tersine, eğitim bilimciler ne yaparsan yapsın, hangi kuramı üretip, hangi uygulamanın doğruluğunu savunursa savunsun, sonuçta eğitim ile ilgili kararları hep siyasi erk veriyor.  Bir de ideolojik aidiyet yahut makam kapma arzusu ile hareket eden ve siyasi erkin eğitim ile ilgili arzularına omuz atan eğitim uzmanları oldu mu, değil Ankara, ODTÜ, Hacettepe; Stanford, MIT ve Harvard uyarsa yine kimse dinlemez. 


    Şunu da mutlaka belirtmem gerekir: Sistemin falan etkisi de bir yere kadar. 4+4+4 kötü bir sistem kötü bir sistem olmasına da sırf sistem dört yıllık üç kademe ön görüyor diye de eğitimdeki çoğu sorunu açıklayamayız kanımca. 5+3+3, 4+5+3 ve daha niceleri. İnsanımızdaki kuru sıkı sistem anlayışına hep şaşırmışımdır. Futbol örneği ile açıklayayım. 

    Son yıllarda eskisi kadar olmamakla birlikte ülkemizin birçok evladında olduğu gibi bende de hep bir futbol tutkusu vardı. Yıllardır maçları ve futbol ile ilgili haberleri takip ede ede birkaç genel gözleme ulaşabildiğimi söyleyebilirim. Lig başlamadan, futbol takımlarımız yeni sezon hazırlıklarına başladığı gibi hemen şu takım bu bombayı patlatıyor, şu takımın yeni teknik direktörü işi sıkı tutuyor tarzı futbol takımlarımızı şişiren ve pohpohlayan haberler yapılıyor. Pohpohlanan takımlarımız, lig başlamadan önce Şampiyonlar Ligi ön eleme veya Avrupa Kupası gibi organizasyonlarda Avrupa’nın orta halli bir liginin orta halli bir takımı tarafından bile tabir caizse tokatlanıyor. Ligler başladıktan ortalama 10-12 hafta sonra bütün bu tür organizasyonlardan elenmiş oluyoruz. Bu arada ligdeki takımlardan en az 10’u bir defa teknik direktör değiştirmiş oluyor. Bu teknik direktörler maç kazanamadıkları, 4-4-2 veya kadroya uygun olarak 3-6-1 vb.ini oynatmadıkları için kovuluyorlar. Diğer takımlara göre nispeten daha iyi bir takımımız lig sonunda şampiyon oluyor. Ama pohpohlama haberlerinden birkaç ay sonra karşılaştığı ilk orta halli bir ligin orta halli takımı tarafından gerçekliğe döndürülüyor. 

    Bu kısır döngü içinde hiçbir sorgulamıyoruz. Nasıl olur da futbolun bu kadar sevildiği bir ülkede futbol şu an olduğu düzeyde? Bir Premier Lig maçı seyredin, bir de bizim liglerden bir maç, farkı göreceksiniz. Sokaklarında çocukların kolasına, sakızına maç yapmaktan başka bir şey yapmadığı, yapamadığı bir ülkenin liglerinde nasıl olursa sürekli bir şekilde yeni futbolcu yetenekler lige renk katmaz? Ortalama nüfusumuz 80 milyondan fazlayken nasıl olur da ancak her 10-15 yılda bir yeni yetenek çıkarabiliyoruz? Nasıl oluyor da 3 milyon civarında Türk’ün yaşadığı Almanya bu popülasyondan Hamit Altıntopları, Mesut Özilleri sistematik bir şekilde futbol dünyasına kazandırabiliyor? Almanlar hep 4-4-2 oynadıkları için mi yeni yetenekleri çıkarıyorlar? Sistem önemli ama etkisi bir yere kadar. Esas etki, yaptığın işin hakkını vermekte, kolaycılığa kaçmamakta, işi ehline vermekte, baskıcı olmayan bir disiplin sistemi oluşturmakta, neme gerekçilik etmemekte. 

    * Lisans öğrencilerine ''Film Analizi'' adında bir ders veriyorsunuz. Bu ders hakkında ve film yoluyla eğitim hakkında neler söylersiniz? Sinemanın insanlığın derin varoluşsal sorunlarına ayna tutması, farklı hayatlarla aramızda köprü kurup önyargılarımızı kırması, empati kazandırması ve daha pek çok katkısı olduğu muhakkak. Hiç şüphesiz eğitimde de kullanılması son derece isabetli. Ayrıca düşünce ve anlam ufkumuza da katkı sunacak birkaç film tavsiyesi rica ediyoruz. 

    Filmler benim için bir uzmanlık alanı olmanın ötesinde yaşam serüvenimdeki en sadık dostlarımdan biri. Çocukluk dönemimde bir özel televizyon kanalında Parliament Sinema Kulübü vardı. Yanlış anımsamıyorsam pazar geceleri bu kulüp kapsamında sinema filmleri gösterilirdi. O dönemde izlediğim beni inanılmaz heyecanlarından filmlerden bazılarının sahneleri hâlâ hatırımdadır. 

    Nietzsche’nin sanata yönelik formülasyonu vardır. Yaşam o kadar fazla acı ve dert ile doludur ki onunla başa çıkmanın tek yolu sanattır. Bir nevi sanatsız bir yaşam, bitkisel yaşamdır anlamı çıkarıyorum ben Nietzsche’nin sanat anlayışından. Sinemanın benim için anlamı tam da bu. Yaşamın ne olduğunu tam olarak çözemesem de, neden bu dünya dediğimiz yerde olduğumuzu bir türlü bilemesem de, yaşamın anlamının sırrını gün yüzüne çıkaramasam da yaşama dair parça parça anlamlar elde etmekte elimdeki en güçlü araçlardan biri filmler. Ancak biz insanlar genel olarak filmleri hep bir eğlence aracı olarak görüyoruz. Bakıyor, görüyor ama derinlere inemiyor, takdir edemiyoruz. Herkesin film analizi profesörü olmasına gerek yok. Ancak az önce değindiğim eğitimli toplum idealine ulaşmada işimize yarayacak hem araç hem de materyallerden biri elbette filmler bana göre. 

    Söz ettiğiniz Film Analiz dersini, az önce açıkladığım bakış açısını belki öğrencilerime yansıtabilir, onların da yüzerken suyun altından inciler veya güzel görünümlü taşları fark edip çıkarmalarını sağlayabilirim diye düşünerek açtım. Bu ders üniversite seçmeli dersi (ÜSD) idi. Yani dersi seçmeli olarak üniversitenin öğrencisi olan farklı fakülteden öğrenciler alabiliyordu. Çok büyük umutlarım vardı bu derse dair. Fakat şöyle bir olumsuzluk yaşadım dersi ilk açtığım dönemde. Dersi alan 50 öğrenciye verdiğim final ödevi, kendi seçtikleri bir filme yönelik yalnızca 1 (bir) sayfalık analiz yazısı yazmaları idi. Analiz yazılarını okumaya başladıkça yazıların düzeyi ile öğrenci düzeyi arasında bir uçurum olduğunu fark edip biraz kuşkulandım. Teknolojinin verdiği nimetlerle öğrenci ödevlerinde aşırma (intihal) olup olmadığını belirlemeye karar verdim. Sonuçlar benim için tam bir hayal kırıklığı, yükseköğretim sistemimiz için ise facia idi. Toplam 50 öğrenciden ödev teslim eden 46 kişinin 30’undan fazlasında ödevler bir internet sitesinden ya büyük oranda ya da tamamen kopyalanarak yapıştırılmıştı! Bir de ilk açtığımda bu ders diğer ÜSD dersleri gibi uzaktan yürütülüyordu. Uzaktan yolla film analizi tartışmak çok davetkar gelmiyor bana. Bu dersi artık açmıyorum, belki ileride tekrar açarım.

    Filmlerin insanların yaşamı üzerindeki olumlu etkisine inanmaya ise devam ediyorum. Bu nedenle çalıştığım fakültede göreve başladığım ilk dönemde öğrenci arkadaşlarla açtığımız, hâlâ daha da danışmanlığını yürüttüğüm Film Akademi diye bir öğrenci topluluğumuz var. Film Analiz dersinde yaptığımızın uygulamalı olanını bu kulüpte yapıyoruz. Hem bu kulübe filmlere gerçekten de ilgi duyan gönüllüler geldiği için yaptıklarımız kişi sayısı açısından az olsa da yarattığı etki açısından oldukça değerli oluyor. Kulübe düzenli gelen arkadaşlardan hep olumlu dönütler alıyorum. 

    Filmlerin eğitimde kullanımına gelince filmler hem bir öğretim materyali hem de öğretim aracı olabilir. Ama şöyle bir sorun var: bir filmin ortalama bir buçuk saat, bir dersin ise 40 dakika olduğunu düşünürsek sınıfta hem filmi izlemek hem de bir şeyler öğretmek zor, hatta olanaksız. Zaten araştırmalarda gösteriyor ki öğrenciler öğretmenleri bir dersin tamamında film izletiyorsa ilgi ve motivasyonlarını kaybediyorlar ve öğretmen daha iyi bir ders planlayamadığı için film izleterek zaman geçirdiğini hissediyorlar. Bu nedenle sinema okuryazarlığı diyebileceğim bir kavramın öğrencilere kazandırılarak öğrenilecek konuyla ilgili hazineleri öğrencilerinin kendilerinin çıkarması daha mantıklı geliyor. 

    Anlık olarak aklıma gelen, sevdiğim, insanların düşünce ve anlam dünyasına katkı sağlayabileceğine inandığım bazı filmleri ise değerli okurlarımıza şu şekilde önerebilirim: 

    Bisiklet Hırsızları, De Sica, 1948,
    Apu Üçlemesi, Ray, 1955-56-59,
    Bench Cinema, Rahmanian, 2016,
    They Shoot Horses, Don’t They, 1969,
    Turtles Can Fly, Ghobadi, 2004, 
    Cleo from 5 to 7, Varda, 1962,
    Onoda: 10,000 Nights in the Jungle, Harari, 2021, 
    Son of Saul, Nemes, 2015,
    Rabbit-Proof Fence, Noyce, 2002,
    The Passenger, Antonioni, 1975,
    Baraka, Fricke, 1992,
    On the Waterfront, Kazan, 1954
    Tangerines, Urushadze, 2013. 
    Listeyi daha çok uzatırım ama şimdilik bu kadar yeter diyelim. 

    * ''Entre Les Murs'' (Duvarlar Arasında) adında Bégaudeau'nun romanından sinemaya uyarlanan bir film üzerinden vaka çalışmanız var. Filmde son derece idealist bir öğretmen ve çok farklı etnik kökenlerden gelen öğrencilerin oluşturduğu bir sınıf var. Zamanla ideallerinden kopan öğretmen ve okul hayatı boyunca hiçbir şey öğrenmeyen öğrenciler anlatılıyor. Ne yazık ki ülkemizde de büyük bir tutku ve heyecanla göreve başlayan öğretmenlerin kısa süre sonra boşvermişlik ve rutine kapıldığı bir mesai süreci görülüyor. Bu çalışmanızdan elde ettiğiniz bulguları bizimle paylaşır mısınız? 

    Entre Les Murs filmi, benim doktora tezimde çalıştığım, ömrühayatımın önemli bir kısmını vakfettiğim bir film. Okulları konu alan filmler arasında özel önemi olan bir film ayrıca. Önemi şuradan geliyor: Özellikle Hollywood yapımı olan okul konulu herhangi bir filmi izlediğinizde dikkat ediniz: Okulda tasvir edilen sınıfta farklı etnik kökenlerden ve düşük sosyoekonomik düzeydeki ailelerden gelen, davranış problemleri olan sorunlu öğrenciler göreceksiniz. Aynı zamanda aslında eğitim konusunda uzmanlık eğitimi almamış, yani öğretmen olmayan birinin bir nedenle o sınıfın öğretmeni olarak göreve başladığına da şahit olacaksınız. O öğretmen önce öğrencilere ulaşmaya, onlara klasik yollarla bir şeyler öğretmeye çalışacak. Ancak bunun işe yaramadığını görünce sınıfta uygulaması gereken öğretim programını kenara bırakacak ve kendi geliştirdiği yollarla öğrencilerin kalbini kazanacak, onlara öğrenme aşkı kazandıracak ve filmde gösterilen sorunlar film sonunda çözülerek mutlu sona ulaşılacak. Entre Les Murs de bu kolaycılık yok. Filmdeki öğretmen ne kadar uğraşırsan uğraşsın Hollywood tarzı bir mutlu sona ulaşamıyor. Bu açıdan Entre Les Murs oldukça gerçekçi bir film. 


    Ben bu filmi dediğim gibi doktora tezimde çalışmıştım. Çalışmam kapsamında öğretmen adaylarının aldıkları bir derste bu filmi onlara izletip neler öğrendiklerini incelemeyi amaçlamıştım. Tüm bulgulardan burada söz etmem kafanızı şişirecektir ama genel olarak filmi izleyen öğretmen adaylarının filmin surata bir tokat gibi çarpan gerçekçiliği nedeniyle öğretmenlik mesleği üzerine derin incelemelere girdiklerini çalışmam sonucunda söyleyebilirim. 

    * Gerek öğrenciler gerek öğretmenler açısından Türk Eğitim Sistemindeki en büyük problemlerin başında sinerjinin olmayışını görüyorum. Bu enerji ve heyecan yoksunluğu bir süre sonra kara delik gibi yeni eğitimcileri de içine çekip yok ediyor. Genç öğretmenlere sahip oldukları heyecanı yitirmemeleri için neler tavsiye edersiniz?

    Enerji, heyecan ve sinerji yokluğu ifadelerini kullanarak turnayı gözünden vurdunuz. Bir eğitim sistemi birkaç ögenin karşılıklı etkileşimi sonucunda başarıya ulaşır. Okulların fiziksel durum ve olanakları, okullarda uygulanması gereken öğretim programları ve daha niceleri. Ancak zihnimde bir zerre bile kuşku yok: Bir eğitim sisteminin başarısını sağlayan en önemli etken öğretmen niteliği. Elinizde dünyanın fiziksel olarak en iyi okulları da olsa, öğretim programlarınız dünyanın en bilimsel programları da olsa eğitim sisteminin başarısı, sınıf kapısı kapandıktan sonra öğrencilerle baş başa kalan öğretmen kadronuzda. Zaten bana göre bir kısmına yukarıda değindiğimiz mevcut eğitim sistemindeki sıkıntıların nedenlerinden biri de öğretmen niteliği ne yazık ki. 


    Öğretmen kadrosunun niteliğini arttırabilmenin de birkaç yolu var. Evvela ileride öğretmen olacak insanları yetiştiren eğitim fakültelerine uygun, nitelikli öğrencileri seçme meselesi gelir. Kendim de bir eğitim fakültesinde çalıştığım için bazen gözlemliyorum, öyle öğrenciler var ki bırakın eğitim fakültesinde lisans öğrencisi olmayı, üniversite yerleşkesinin sınırlarının yakınında bile olmaması lazım. İkincisi öğretmen adaylarına sunulan eğitimin niteliği. Hep tekdüze, formalite icabı verilen, vizyon katmayan bir eğitimle çok da nitelikli öğretmen yetiştiremiyorsunuz. Üçüncüsü öğretmenlik sertifikası alan insanların öğretmenlik mesleğine seçimi. Dördüncüsü ise öğretmen mesleğine devam ederken söz ettiğiniz enerji ve heyecanı kaybetmemelerini sağlayacak önlemlerdir. 

    Az önce sıraladığım hususlar doğrultusunda genç öğretmenlere naçizane önerilerim şunlar: 

    Umarım bu mesleği aileniz istediği veya yeniden sınava hazırlanmak istemediğiniz için değil, gerçekten de öğretmen olmak istediğiniz için seçmişsinizdir. Kalbinizin olmadığı bir yerde fiziksel olarak, maaş için bulunmak en başta kendinize zulüm, 

    Umarım bu mesleğe yönelik eğitiminizi alırken sürekli yeni şeyler öğrenmeye ve eğitiminizin hakkını vermeye çalışmışsınızdır. Lisans eğitimi derse gir-çık olmamalı. Bütüncül gelişiminizi sağlayacak bir eğitim size eminim vizyon katmıştır. 

    Umarım çalıştığınız okuldaki enerji ve heyecanını kaybetmiş öğretmenlerden etkilenmiyorsunuzdur. Tersine siz onları enerji ve heyecanlarına döndürecek etkinlikler yapıyorsunuzdur. ‘Dönen dönsün benden dönmem yolumdan’ diye boşuna dememişler. 

    Umarım toplumsal statü, dar vizyonlu okul yönetimi gibi durumlarla başa çıkabilmek için psikolojik stratejiler geliştiriyorsunuzdur. Asıl olan bu boş kubbede hoş bir sada bırakabilmek. Öğrencilerinizin gelişimi için elinizden geleni yaptıktan sonra gece yatarken başınızı yastığa koyduğunuzda fiziksel olarak yorgun olsanız bile vicdanınız rahatsa sizden mutlusu yok demektir. 

    Umarım sürekli okuyarak, izleyerek, tartışarak, sorgulayarak kendinizi sürekli geliştirmeye devam ediyorsunuzdur. Benimle aynı görüşlerde olup ama hiçbir görüşünün altını dolduramayan papağanvari bir düşüncedaştansa benim inandıklarımın tam tersini savunan ve bunun altını doldurabilen bilgili ve görgülü düşünsel karşıtı her hava koşulunda yeğlerim. 

    Umarım Cumhuriyet’in muasır medeniyetler düzeyine ulaşma idealinde ana taşıyıcı kolonların sizler olduğunu hiçbir zaman unutmuyorsunuzdur. Bu ideal zihninizde hep kalır ve Cumhuriyet’in banisi-ilelebet rehberi Atatürk’ün yaptıklarını neden yaptığını düşünsel olarak kavrarsanız enerji ve heyecanınızın bitme olasılığı yok. 

    * Yurt dışında doktora eğitimi almış biri olarak Türkiye ve yurt dışını mukayese ettiğinizde en temel farklar nelerdir?

    Benim gözlemlediğim en temel fark insanların yaşam biçimlerinde. Türkiye, bireyden çok grubun ve toplumun ön plana çıktığı bir yer. Yurt dışının tamamı için konuşamam ama benim uzun süre bulunduğum ABD’de yaşam çok daha bireysel. Yurt dışında kurduğunuz her ilişkinin belirli çizgileri ve sınırları var. Bu çizgi ve sınırlar ise insanların bireysel alanlarından oluşuyor. Kaç yıllık arkadaşınız olursa olsun ABD’de bir insanın bireysel alanına müdahale ettiğiniz bir hareket söz konusu olamaz. ABD’de insanlara ne kadar para kazandıklarını, ne zaman evlenmeyi düşündüklerini, çocuk ne zaman yapmayı düşündüklerini vb.ini sormak hep ayıp sayılır benim gözlemime göre. Ancak Türkiye’de bir arkadaşınıza bu ve benzeri soruları sorduğunuzda yanıt vermezse bu kez siz onu ayıplarsınız soru sorduk yanıt bile vermiyor diye. Bireysel yaşam alanı Türkiye’de çok geçerliliği olan bir şey değil yani. Belki de tam da bu ayrımdan ötürü Türkiye’deki ilişkiler hep biraz daha içten ve yakın. ABD’de bulunduğum dönemde oradaki yaşam kültürüne bir türlü uyum sağlayamayan, insanlar arası ilişkileri hep soğuk ve yavan bulan insanlar görmüş olmamın nedeni belki de bireysel yaşam alanı kavramının bizlere uzak olmasıdır. 


    Diğer bir gözlemim yaşamın akışı açısından düzen. ABD’de otobüs 08.16’da hareket edecek diye belirtilmişse 08.16’da hareket eder. Bir toplantı 13.00’da başlayacak şekilde programlanmışsa 13.00’da başlar. ABD’de bulunduğum dönemde belki abarttığımı düşüneceksiniz ama hiçbir toplantının olduğu saatten geç başladığını görmedim. Bir insanla görüşmek istiyorsanız en az bir haftadan önceden görüşerek ayarlamanız gerekir. Gökdelenlerin çok olduğu yerlerde bile hep düzenli bir kentleşme ve yapılaşma vardır. 


    Türkiye’de ise gözlemlerin tam tersi yönde. Akademisyen olduğum için akademik dünyadan örnekler verebilirim. Farklı üniversitelerde ve farklı akademik ortamlarda yıllardır hep bulundum. Türkiye’de bir toplantı varsa katılımcılar 14.00’da davet edildiyse protokol 14.30 civarı gelir. Salonda gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra toplantı 14.45 civarı ancak başlar ve hiçbir zaman ön görülen zamanda bitmez. Samimi söylüyorum, Türkiye’de hiçbir toplantının zamanında başladığını görmedim. Öyle oturmuş bir yapı ve kazanılmış alışkanlıklar var ki siz tersini, yani doğru olanı yapmaya çalışınca insanlar bunu yadırgıyor. Bulunduğum kurumda verdiğim derslerde öğrencilerin arkamdan en fazla müşteki olduğu husus eminim ki bu zaman anlayışıdır. Ben bir dersim sabah 08.00’e konulduysa dersime 08.00’de başlarım. İlla ki geç kaldığım veya geç başladığım dersler olmuştur, olacaktır da. Lakin öğrencilerim bir türlü anlamlandıramıyorlar, ders saat 08.00’deyse niye derse 08.30 veya 09.00’da başlamıyoruz? Sabah 8’de dersi olan herkes bunu yaptığı, dersini 08.30’a, 09.00’a aldığı için benim niye yapmadığımı çözemiyor öğrenciler. Belki de benim bir sadist olduğumu ve sabah 8’de onları oraya dikmekten (!) haz falan aldığımı düşünüyorlardır. Yahut akşam derslerinde bazen öğrenci gelip ben erken çıkacağım diyor. Sanki onları o saatte oraya ben zorla getirmişim gibi benim gitmem lazım gideceğim beni yok yazmayın diyor. Tam da Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde işlediği gibi zaman algısı olmayan bir toplumuz diye düşünüyorum. Ancak çağdaşlaşmanın anahtarı bana göre zaman algısı ve zamanı iyi yönetebilmek. 


    Türkiye ile yurt dışındaki farklar ile ilgili, söz ettiğim düzen açısından mutlaka değinmek istediğim bir diğer husus da kentleşme. Türkiye’de bu kentleşme dediğimiz şey Cumhuriyet’ten sonra, özellikle de 1950’li yıllardan sonra başlamış bir şey. Kentleşmede Avrupa ve Amerika’ya göre geç başladığımızdan öğrenebileceğimiz birçok şey ve yeni başladığımız için düzenli yapsaydık başarabileceğimiz inanılmaz başarılar vardı. Ancak günümüzde Türk kentlerini gördükçe içim daralıyor. Her yer çok katlı bina. Her yer beton. Her yer plastik. Birazdan sıralayacağım durumları hangimiz ömrümüzde en az bir defa yaşamadık?: 


    Üst kattakinin çocuklarının sesinden huzur bulamama, 
    Sizin çocuğunuzun sesinin alt kattakileri rahatsız etmesi, 
    Apartmanın konumuna göre sağa bakınca yandaki apartmanı görmek, sola bakınca da apartman görmek, 
    Arızalı bir komşu yüzünden rahat edememe, 
    Apartmanın önündeki geçen yoldan gelen araba sesi.

    Biri açmıştır gece 11’de son ses müzik, araba uzaklaşana kadar onun müziğine maruz kalmak zorundasınız, bir şey bile diyemezsiniz zira adam kendi aracında müzik dinliyor, size ne? Veya gecenin bir yarısı bir kamyon geçer evin önünden, onu da dinlemek zorundasınız. Evin önüne çıkarsınız karşıya geçmek için sıranızı beklemeniz lazım, önce bütün araçlar geçecek, siz ölmeyeceğinize emin olduktan sonra yoldan geçebilirsiniz. 


    Bir de her yerde gördüğümüz apartmanların mimari ve estetik değeri var ki sormayın gitsin. Ülkemizdeki bu apartmanlaşma olayından nefret ediyorum. Acilen bu apartman kültüründen vazgeçip estetik değeri olan müstakil yapılaşmaya dönmemiz gerek diye de düşünüyorum. Böylesi bir kentleşme anlayışı, bağrını fay hatları sarmış yurdumuzda yaşayan insanımız için çok isabetli olacaktır. 


    Apartmanları geçtim, dizilimleri de ayrı bir facia. Bütün mahalleler üst üste. Yollar çarpık. Yaşam alanı diye bir şey yok. Şöyle bir yürüyüşe çıkayım, kafam dağılsın diyebileceğiniz bir yer bile yok. Her yere araba park edilmiş, yaya kaldırımları da dahil. Belediye evin yanına üç plastik aletten oluşan bir parkçık koyduysa görevini yerine getirmiştir. İnsanların sosyalleşebileceği, gitmek isteyenin gideceği tarzda yerler ise hep okey salonu veya düpedüz kahvehane. Dediğim gibi yaşam pratikleri ve düzen ABD ile Türkiye arasında gördüğüm en temel farklılıklar. 


    * ABD'de doktora eğitiminiz sırasında yaşadığınız sorunlar nelerdi, özellikle yemekler konusunda hassas olduğunuzu biliyorum. Pek çok Türkün de aynı dertten muzdarip olduğu muhakkak. Bunun gibi coğrafyayla, kültürle ilgili yaşadığınız sorunlar oldu mu?

    Yemekler konusundaki hassasiyetimi çözmüş olmanız bu konuyu ne kadar fazla dışarı yansıttığımın göstergesi herhalde 😊 ABD’de geçirdiğim sürede karşılaştığım en büyük sorun yemeklerdi. Amerikalıların kendilerine has bir mutfak anlayışı yok. Oradaki yemekler genel olarak üç gruba ayrılabilir. Hamburger, pizza ve sandviç. Bunların hepsinde de mantık, bir miktar hamurun arasına ve üstüne çeşitli malzemelerin serpilmesinden oluşuyor. Hele bir de öğrenci olduğunuz için ev yemeği olayından uzak olduğunuzdan durum daha da zorlaşıyor. Neyse ki orada Meksika mutfağı var. Meksika mutfağı bizim mutfağı andırıyor. Bu nedenle yemek sorununu kontrol edilebilir düzeye indirmemde Meksika mutfağının büyük yardımı olmuştu. 


    Bunun dışında kültürel olarak yaşadığım sorun ilk başlarda dil meselesi idi. Ben her ne kadar ODTÜ’de İngilizce öğrenmiş olsam da ana dili İngilizce olan insanlarla günlük bazda iletişim kurabilmek tamamen ayrı bir meziyet ve alışmışlık gerektiriyor. Özellikle ABD’ye gittiğim ilk altı ay veya biraz daha uzatırsam bir yıl, oldukça zorlayıcı bir zaman aralığıydı benim için. ABD’ye gittiğim ilk dönemlerde bir gün Subway’e gittim, açım, yemek yemem lazım. İçeri girdiğimde yemekleri bir Afro-Amerikan hanımefendinin hazırladığını gördüm, Afro-Amerikanlar, malum, biraz daha farklı bir tonlamayla İngilizceyi konuşuyorlar. İlk gittiğiniz dönemlerde bir sandviç sipariş etmek bile zor bir iş. Görevli hanımefendiye bir sandviç istediğimi söyledim. O da ‘six inch’ mi yoksa ‘footlong’ mu istediğimi sordu. Bu ifadelerin ne anlama geldiğini çıkaramadığından ‘six inch’ dedim (Keşke ‘footlong’ deseymişim çünkü ‘six inch’ yarım olduğundan doymadım). Ardından hanımefendi ‘what type of bread’ diye bir soru sorarak ne tür ekmek istediğimi belirlemek istedi. Ben de ne diyeceğimi bilemediğinden en iyisi seçenekleri sorayım da oradan belirlerim diye düşünürek siz de ne var dedim. Eliyle ekmek listesini işaret etti. Ben de şıklardan Italian Bread’i (İtalyan ekmeği) seçtim. Bunun üzerine ne tür et istediğimi sordu. Ben yine hangi seçenekler var dedim. Steak’di, chicken’dı, bacon’du ve bunların varyasyonlarıydı teker teker seçenekleri gösterdi. Steak’i seçtim. Yahu yiyeceğimiz bir sandviç, ver şunu, Allah’ım Ya Rabbim diye düşünmeye başlamışken kadın ‘what type of cheese’ dedi bu seferde. Peynirlerde de ekmek ve ette yaptığım gibi seçenekleri sorma mecburiyetindeydim. Kadın neyse ki sabırlı bir insanmış da teker teker göstererek peynirleri saydı. Hangisini seçtim, anımsamıyorum şu an. Ben her şeyden vazgeçip kadına ver şunu da yiyeyim demeye hazır haldeyken ‘would you like it toasted’ (sandviçi ısıtmamı ister misin) diye sordu. Ben de durumuma gülmeye başlayarak ‘I wanna say yes, but I’m afraid you are gonna ask me more questions’ (Evet demek istiyorum ama bana daha fazla soru soracaksın diye korkuyorum) dedim. Kadın da halimi anlayıp gülümseyerek sandviçimi ısıtıcı cihaza gönderdi. Ben buna da anlam veremedim çünkü o, ‘would you like it toasted’ (sandviçi ısıtmamı ister misin) diye sorduğunda ben onun ‘would you like any sauce on it’ (sanvdiçine sos ister misin) diye sorduğunu zannetmişim (Afro-amerikalıların kendilerine has telaffuz şeklini belirtmiştim size). Sandviç ısıtıcı cihaza gidince soruyu tamamen başka bir organımla anladığımı hiç çaktırmadım. Sandviç ısıtıcı cihazdan çıktıktan sonra sıra erimiş peynir üzerine eklenecek sebze, yeşillik ve turşu tarzında şeylere gelmişti. Kadın ıstırabımı gördüğünden bunları bana hiç sormadan kafasına göre ekleyerek teslim etti sandviçimi. Bu olay biraz zoruma gitti, koskoca adamım bir sandviç bile söyleyemiyorum diye kendime kızarken bu deneyimin ikinci raundu olması gerektiğine karar verdim. Ertesi gün yine bir Subway şubesine gittim. Kendimden oldukça emin bir şekilde footlong sandviç istedim, İtalyan ekmeği üzerine bu kez tavuk eti olacaktı, peynir provolone olup sandviç tabii ki toasted olacaktı, peynir erimeden sandviçin ne tadı olacak. Ayrıca domates, turşu ve teriyaki sosunun da sandviçime eklenmesi gerektiğini söyledim. Bilenler bilir, ABD’de orta ve lüks restoranlar dışında yemek aldığınız yerlerde öncelikle siparişin ‘for here’ mi yoksa ‘to-go’ mu olduğu sorulur. ‘For here’ derseniz oturur restoranda yersiniz ‘to-go’ derseniz siparişinizi paketlerler. Nerede yemek isterseniz oraya götürürsünüz. Ben de ikinci rauntta oldukça iyi bir iş çıkarmamdan gelen özgüvenle gaza gelerek siparişimi ‘to-go’ istediğimi belirttim. Her şey yolundaydı ki görevli Subway’deki bütün siparişlerin ‘to-go’ olduğunu, arzu edersem oturup da yiyebileceğimi söyledi. ‘To-go’ cephesinde yenilsem de en azından bu ikinci rauntta sandviç sipariş edebilmiştim. Zaman geçtikçe doğal olarak Subway’de sipariş verme ustası oluyorsunuz. 


    Coğrafi olarak benim gittiğim bölge oldukça düz bir bölgeydi. Kilometreler, pardon miller, boyunca tek bir yükselti bile yoktu. Dağları ve ormanlık bölgeleri seven biri olarak bu durum benim istediğim olmasa da idare edebileceğim bir şeydi. Dağ görmedim diye ölecek halim yok. Bölgenin en büyük tarım ürünlerinden biri mısırdı. Mısır yetiştiriciliğinin etkisiyle bölge yüksek oranda nemli bir yerdi. Kışları inanılmaz derecede soğuk, yazları ise nemin de etkisiyle dayanılmaz derecede sıcak ve boğucu bir yerdi. Oldum olası kışı seven ama yazdan hiç hoşlanmayan biri olarak bu durum beni çok zorlamıştı. Bende hiperhidroz diye medikal bir durum var. Metabolizmam diğer insanlarınkine göre biraz daha hızlı çalışıyor. Bu nedenle de uzun yol giden bir arabanın motoru gibi vücudumda hararet diğer insanlara göre hep daha fazla. Yaz aylarında, hele hele sıcak ve nemli yerlerde bir çeşmeden su akarmışçasına terliyor ve boğulacakmış gibi hissediyorum. Allah Adanalılara sabır versin. Neyse ki klima icat edilmiş. 


    Antrparantez, anacığımın hep kullandığı bir sözü vardır. İnsan yaşamını kolaylaştıran uçak, buzdolabı veya başka bir cihazın-aletin değerini takdir edeceğinde hep “bulan gavurun ataşı serin ola” der. Örneğin, yazın sıcağında buzdolabının soğuttuğu sudan bir yudum alınca dudaklarından “bulan gavurun ataşı serin ola” sözleri dökülür. Annem gibi birçok Anadolu annesinin bu sözü üzerine çokça düşünmüşümdür. Anlam bilimsel analizlerim beni bu ifadede iki altta yatan, derin anlam olduğu sonucuna götürdü. Bir, bu tür teknolojileri bulan, geliştiren mutlaka bir gavurdur, bu toprağın insanı olamaz. İki, bulan gavur olduğuna göre ölmüşse kesin şimdi cehennemdedir, gavur olduğu için kurtulma ihtimali de yoktur, bari biraz ataşı serin ola. ABD’de bulunduğum bölgenin iklimi bana çok uygun değildi yaz ayları ama klimayı bulan gavurun ataşı serin ola. 


    * ABD'de eğitimde etnik kökenleri yüzünden ayrımcılığa uğrayan öğrenciler var mı, ya da siz Türk olarak böyle bir ayrımcılığa maruz kaldınız mı?

    ABD’de eğitim alan ve etnik kökeni yüzünden ayrımcılığa maruz kalan öğrenci mutlaka vardır. Fakat ben doğrudan hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadım, maruz kaldığımı da hissetmedim. Bunun nedeni muhtemelen bulunduğum üniversite idi. Üniversitem sıralamalarda üst sıralarda olan ve nitelikli eğitim verilen bir üniversiteydi. Aynı zamanda üniversite sayesinde bulunduğum bölge de farklı milletlerden insanların bir araya geldiği kozmopolit bir yerdi. Bu nedenlerle doğrudan bir ayrımcılığa maruz kalmadım. Ancak ayrımcılığa uğramaya yaklaştığım iki durum oldu. 


    Birincisinde danışmanım ile Colorado’ya gidiyorduk. Kansas’ta bir yerlerde yemek yemek için mola verdik. Beyaz Amerikalı danışmanım bir ara dışarı çıktı bir şey için. Benim de Beyaz Amerikalı olmadığımı fark etmek için mikroskoba gerek yok. Bir ara karşıdaki masaların birinde bir Beyaz Amerikalının bana durmadan baktığını fark ettim. Yemek bitip gidene kadar adamın bana küresel ısınmanın, dünya savaşlarının suçlusuymuşum gibi baktığını anımsıyorum. 

    İkincisinde doktora konum sinema filmlerinin eğitimde kullanımı olduğu için sinema tarih yazımı dersi alıyordum. Bir derste tartışma Filipinler’e geldi. Bildiğiniz gibi Filipinler geçmişte ABD sömürgesi. Ben ise kendisi kolonilerden kurulmuş bir ülke olan ABD’nin Avrupa ülkelerinin olduğu gibi sömürgelerinin olduğunu bilmiyordum. ABD’nin kolonisinin olduğu bilgisini öğrenince çok şaşırdım. Dersteki tartışma esnasında bunu dile getirdim, ABD’nin kolonilerinin olmasıyla ilgili profesöre bir iki sordum. Profesörüm konuyu geçmişteki Türk emperyalizmine getirdi ve Türklerin de sömürgelerinin olduğu söyledi. Ben de Osmanlı’nın bir imparatorluk olduğunu ve geçmişte yayılmacı politikalar izlediğini, bir nebze emperyalizmin söz konusu olduğunu ama Avrupai, o dönem yeni öğrendiğime göre Amerikan, tarzında bir sömürgeleştirme eylemi olmadığını söyledim. Profesör “bu iddianı bir de Ermenilere sormak lazım” dedi. Konuyu sözde soykırıma getirdi. Ben de Ermenilerin iddiaları olduğu gibi Türklerin de iddiaları olduğunu söyledim. Ve Türklerin hakimiyet kurduğu hiçbir yerde Türkçe’nin konuşulmadığını ve Türklerin dininin oralarda yaygın olmadığını, bu nedenlerle Türklerin yaptığının, Avrupai ve Amerikan tarzda bir sömürgeleştirme eylemi olamayacağını düşündüğümü söyledim. Ders süresini yememek için konuşmayı orada kestik. Dersten sonra profesörüm alicenaplık göstererek bana bir özür epostası gönderdi, sınıfta herkesin içinde sırf Türk olduğum için bütün okları üzerime çekmesinin yanlış olduğunu, arzu edersem önümüzdeki hafta sınıfta herkesin önünde benden özür dileyebileceğini söyledi. Ben ise bizim kültürümüzde öğretmenlere yüksek bir saygı duyulduğunu, bu nedenle böyle bir şeye gerek olmadığını belirttim. Bu olaydan ötürü profesör bana hiç kin gütmedi, olumlu ilişkimiz eğitimim boyunca sürdü. 

    * ''Yurt Dışında Yükseköğrenim Gören Türk Öğrenciler Üzerine Bir Araştırma'' adlı bir makaleniz var. Ayrıca ''Dönmek veya Dönmemek, İşte Bütün Mesele Bu'' makalesi de. Makale bulguları hakkında konuşalım istiyorum. Ayrıca YLSY gibi burs programlarıyla yurt dışına giden öğrenciler orada daha iyi imkanlarda çalışma imkanı bulsalar bile tazminat ödememek için geri dönebiliyorlar. Ya da memleketten ayrı kalmamak gibi endişeleri de olabiliyor gençlerin. Fakat özellikle Z kuşağında bu tür kaygıların olmadığını, daha iyi imkanlar bulabildikleri her yerde yaşamayı sürdürdüklerini görüyorum. Çalışmanız kuşaklar arası böylesi bir farklılığı da içeriyor mu?   

    Söz ettiğiniz iki çalışmayı gerçekleştirmeye ABD’de geçirdiğim sürenin sonlarına doğru karar vermiştim. ABD’de geçirdiğim süre boyunca süren gözlemlerim ve orada iletişime geçtiğim Türk öğrenci arkadaşlarla girdiğim diyaloglar bu çalışmaları yapma kararını almamda etkili olmuştu. Söz ettiğim gözlemlerim biraz da abartı ile şu minvaldeydi: ABD’de öğrenim gören Türk arkadaşlar Türkiye’ye dönüp iyi bir üniversite veya şirkette çalışmaktansa ABD’de asgari ücret karşılığında McDonalds’ta çalışmaya razıydı. Bu insanlar neden ABD’de eğitim görmeye karar veriyorlar ve sonrasında da dönmek istiyorlarsa neden dönüyorlar, dönmek istemiyorlarsa neden dönmüyorlar diye merak etmiştim. 


    Alanyazında insanların neden (beyin) göç ettiğini açıklayan itme-çekme kuramı adında bir açıklama vardır. Bu kurama göre (beyin) göç eden insanları vatanlarından iten nedenler olduğu gibi onları göç ettikleri ülkelere çeken nedenler de vardır. Bu nedenler genel olarak ekonomik koşullar, sosyal ortam, siyasi atmosfer ve çalışma koşulları vb. gibi başlıklar altında toplanabilir. Benim çalışmam da beyin göçü yapan veya yapmaya niyetli insanların neden göç ettiğini az önce saydığım nedenlerin açıkladığını gösterdi. Çalışmam kapsamında görüştüğüm arkadaşlarımdan biri, görüşmemizin bir yerinde mezun olduğu üniversitesinden profesörleriyle hâlâ görüştüğünü, onların hallerine vakıf olduğunu söyledi ve 25-30 yıldır ömürlerini akademiye harcamış bu insanların ev ve araba bile almakta zorlandığını belirtti. Bu durumda ben kendimi niye zora sokayım, ekonomik olarak daha rahat edebileceğim bir yerde olmak isterim dedi. Başka bir arkadaş benzer hususlara değinerek istediğim tatili yapamayacaksam, istediğim koşullarda yaşayamayacaksam niye gideyim ki doğduğum yere dedi. Başka bir arkadaş, Türkiye’deki çalışma koşullarını neden gösterdi. Kendi becerim, yeteneklerim ve emeğimle bir yere gelemeyeceksem benden daha az yetenekli biri, siyasi veya başka türlü aidiyet gibi nedenlerle benden daha iyi bir konuma gelecekse niye döneyim dedi. Görüşme yaptığım bir diğer arkadaşın söyledikleri ise hâlâ aklımda. Sırf Facebook’ta bir şey paylaştım diye sabah polis kapımı çalacak mı diye düşüneceğim bir ülkede yaşamak istemem dedi. 


    Değindiğim bu nedenlerin hepsinin insanların yurt dışında yaşamaya karar vermesinde etkisi muhakkak vardır. Ama ekonomik koşulların veya çalışma koşullarının etkisi de bir yere kadardır diye düşünüyorum. Ekonomik sorunlar illa ki bir yerde giderilir, çözülür. Bence özellikle son dönemlerde göç eden insanlar, yaşam alanlarının darlaştığını, darlaştırıldığını hissettiklerinden ve kendilerini güvende hissetmediklerinden yurt dışında yaşamaya gidiyorlar. Yani doğdukları bu topraklarda nefes almakta zorlandıklarını hissediyorlar, yaşadıkları topraklara yabancılaşıyor, yaşam beklentilerinin burada karşılanmayacağını düşündükleri için gidiyorlar. Fiziksel anlamda bir tehditten söz etmiyorum. Bireysel özgürlüğün, bireysel yaşam alanının gün be gün daralmasından söz ediyorum. Bizden değilsen karşıdansın, her şey bizim istediğimiz şekilde olacak, yapmak istediklerin bizim müsaade ettiklerimiz arasındaysa onları yapabilirsin anlayışı bu tür insanlar için bu ülkede yaşamayı her geçen gün zorlaştırıyor diye düşünüyorum. 


    Söz ettiğim araştırmalarımda kuşaklar arası bir inceleme yoktu. Bu nedenle de Z kuşağı veya diğer kuşaklar hakkında görgül söylemlerde bulunamayacağım bu konuyla ilgili. Ancak kişisel görüşümü paylaşabilirim. Günümüzde göç, Türkiye’de değil, dünya genelinde insanlığın orta vadede yaşayacaklarını etkileyecek en önemli konu bence (Afganistan’da Taliban gücü ele geçirince oradan ayrılan Amerikan uçaklarının tekerlerine tutunup kaçmak isteyenleri, Macar gazeteci tarafından çelme takılan mültecileri, bugünlerde ABD’nin güneyinde yaşanan sınır krizini anımsayınız ki bu durum tahminimce küresel ısınma ve iklim değişikliği ile daha da yaygın bir hale gelecek). Bunda da sosyal medyanın büyük bir etkisi var. Gençler elinden düşürmedikleri telefonlarıyla sürekli ABD’den, Avrupa’dan veya diğer bölgelerden videolar vb.ni izliyorlar. O bölgelerde yaşayan yaşıtlarının yaşam standartlarını görüyor ve ben niye bu durumdayım diyorlar. Ben de gideyim, ben de daha iyi koşullarda yaşayayım diye düşünüyorlar. İnsanlar genel olarak hep daha rahat edecekleri, daha iyi koşullarda olabilecekleri yerlere gitmek ister. Günümüzde gençlerin göç etmek istedikleri yerlere bakarsanız daha net bir şekilde bu durumu görebilirsiniz. Niye kimse Hindistan’a, Kuzey Kore’ye veya ne bileyim Kongo’ya göç etmek istemiyor da ABD’ye veya Avustralya’ya veya Avrupa ülkelerine göç etmek istiyor? Bunun üzerine ciddi ciddi düşünmek gerek. 


    Göçü etkileyen başka bir neden de kanımca eğitim sistemi. Cumhuriyet’in kurulduğu ilk dönemleri düşününüz. Kurucumuz, amacımız çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmak diyordu, öğretmenleri bu işin baş sorumlusu olarak görüyordu, küçük hanımlar ve beylere siz geleceğiniz yıldızı, ışığısınız diyordu. Böyle bir ortamda da eğitim sistemi vatana bağlı, gerekirse kişisel emel ve arzularından vazgeçip ülkesi için çalışan idealist insanlar yetiştiriyordu. Günümüzdeki eğitim sisteminin bu türden idealist insan yetiştirdiğini hiç ama hiç zannetmiyorum. 


    Eğitim fakültesinde öğretmenlik uygulaması dersi kapsamında okullarda staj yapan öğrencilere dönem dönem danışmanlık yapıyorum. Bu işin parçası olarak da öğretmen adayı öğrencilerimi ders verdikleri sınıflarda dönemde bir iki defa gözlemlemeye çalışıyorum. Geride bıraktığımız akademik dönemlerin birinde Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünden öğrencilerimi uygulama yaptıkları okulda gözlemlemeye gittim. Öğrencilerim sekiz sınıf öğrencilerine o dönem sınav zamanı yaklaştığı için farklı lise türleri hakkında bilgi vereceklerdi. Benim öğrenciler ilk defa bu düzeyde öğrenci karşısına çıktıkları için zaten heyecanlı. Başladılar spor liseleri şöyle, fen liseleri böyle diye öğrencileri bilgilendirmeye. En arka sırada oturmuş gözlemliyorum. Sekizinci sınıf öğrencileri de benim öğrencilerimin henüz resmi anlamda gerçek öğretmen olmadıklarını bildikleri için sıkıştırmayı seviyorlar. Ders devam ederken bir sekizinci sınıf öğrencisi el kaldırarak söz aldıktan sonra “Biz Spor Lisesinden mezun olursak ne iş yapacağız, nasıl para kazanacağız” diye bir soru sordu. Öğretmen adayı öğrencim böyle bir soru beklemediğinden kem küm etmeye başladı. Soruyu soran öğrenci surlarda ilk deliği açtığını görünce bombardımana devam etti. Bu keşmekeş bir süre devam ettikten sonra yan sıralardan haşarı bir arkadaş, soruyu sorana “gider BİM’de çalışırız, boşver” dedi. Herkesin bir lisans programından mezun olduğu günümüz bağlamında hiçbir yeterliliği olmamasına karşın ben mühendisim, doktorum, avukatım diye ortada dolaşan insanlardansa toplumda bir işlevi yerine getirerek topluma katkı sağlayan mağaza görevlilerine, tamircilere, inşaat işçilerine, ustalara ihtiyacımız var. Ve ben BİM’de çalışanlar da dahil alın teriyle geçimini kazanan, topluma katkı sağlayan herkese bütün içtenliğimle sonsuz saygı duyuyorum. Ama bir sekizinci sınıf öğrencisinin ufku da BİM’de çalışmak olmamalı diye düşünüyorum. İdealist insan yetiştiren bir sistemde böyle bir olay gözlemleyebileceğimi düşünmüyorum. 


    * Eğitime dair okuyucularımıza birkaç kitap tavsiyesinde bulunur musunuz? 

    Artık biraz klişeleşmiş bir kitap ama Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde’si mutlaka okunmalı. Jean-Jacques Rousseau’nun Emile yahut Eğitim Üzerine’si, Rousseau’nun eğitimle ilgili tüm görüşlerine katılmasam da mutlaka okunmalı. Franz Kafka’dan Babaya Mektup, eğitimde ailenin etkisine dair çıkarsamalarda bulunmak için. Benzer şekilde Vasconcelos’tan Şeker Portakalı. Oğuz Atay’dan Bir Bilim Adamını Romanı. Bunlar aklıma gelen ilk listede yer alabilir. 


    * Gelecek hedefleriniz neler? Yazmayı düşündüğünüz kitaplar, yapmak istediğiniz projeler neler?

    Vita brevis. Yaşam kısa. Aklımda ilerleyen dönemlerde yapmak istediğim birçok şey var ama muhtemelen hepsine yetişemeyeceğim. Zamanı da çok iyi yönetebilen biri değilim. 

    Öncelikle doktora tez konum doğrultusunda eğitimcilerin film analizi yapabilmelerine katkı sağlamak amacıyla eğitimciler için bir film analizi kitabı hazırlamak istiyorum. Alanda film analizi ile ilgili birçok yapıt var ama ben eğitimcilere özel bir yapıt oluşturmak isterim. Benzer şekilde okul konulu sinema filmlerini eğitimin felsefi boyutu ve eğitim programları açılarından ele aldığım bir kitap yazmayı arzu ediyorum. Bu konuda da alanda bir iki kitap var. Maalesef çok azı hariç bu kitaplarda yapılanların film analizi ile çok ilişkisi yok. Ayrıca çalışma alanım olan eğitim programları ile ilgili farklı program kuramlarını inceleyen bir kitap yazmayı çok istiyorum. Türkiye’de eğitim programları, hep alanın önemli düşünürlerinden biri olan Tyler ile ilişkilendiriliyor. Tyler’dan başka, alternatif mi diyeyim, program kuramlarının var olduğunu ve bunların ne olduğunu becerebilirsem insanlara göstermek istiyorum. Son olarak yine aşağı yukarı uzmanlık alanım ile ilişkili, bir araştırma yaklaşımı olan nitel araştırma ile ilgili bir başucu kitabı yazmayı temenni ediyorum. Zira nitel araştırma ülkemizde tamamen yanlış anlaşılan ve çoğunlukla yanlış uygulanan bir yaklaşım. 


    Biraz gereksiz bir itiraf olacak ama bu akademik umutların dışında yıllardır içimde yaratıcı yazma ihtirası var. Aklımda birkaç roman düşüncesi var ama bir türlü cesaret edip yazıp yazamayacağımı görmek için kendimi sınayamıyorum. Korkularım var. Ya yazamazsam? Ya yazdıklarım hiç kimseye ulaşmazsa? Ya yazdıklarım elektronik olarak bit, basılı olarak da kağıt israfı olursa? Ya yazdıktan sonra sokakta insanlar beni işaret edip dalga geçerse? Peki ya, hiç cesaret edemezsem de ölüm döşeğindeyken cesaret etmediğime ilişkin pişmanlık duyarsam. Çok acı verici bir ölüm olmaz mı bu?  

     

    * Gökyüzü her yerde mavi ancak bazı yerlerde hiç ağaç yetişmiyor diyorsunuz. Bunu kampüsteki ağaçlandırma sorunu için söylemiş olsanız da ben daha felsefi bir bağlamda da söylediğinizi düşünüyorum. Emin Çapa'nın ''Türk Hamamlarında Suyun Kaldırma Kuvveti Neden Yok?'' sorusu tam olarak sormak istediğim şey. Bunun cevabı uzun ve derin, elbette farkındayım. Fakat sonuna yaklaştığımız röportajımızda okuyucularımıza ülkemiz ve geleceğimiz için ümitvar olabilmek adına sorunlarla biraz yüzleşmemiz gerektiği kanaatindeyim. 

    Yıllar önce şöyle bir olay okuduğumu hatırlıyorum, aklımda kalanıyla: Ünlü bir şairimiz, Yahya Kemal olabilir emin değilim, bir gün bir edebiyat fakültesini ziyaret ediyor bir arkadaşıyla. Şiir incelemesi yapılan bir derse çaktırmadan arka sıralarda dahil oluyorlar. Derste ünlü şairimizin şiirleri analiz ediliyor. Dersin hocası, “Üstat burada şunu kastetmiştir, şu dizede şöyle bir edebi sanat vardır” diye derse devam ederken şairimiz yanındaki arkadaşına dönerek ben yazarken bunların hiçbirini düşünmemiştim ama hoca haklı tarzında bir şeyler söylüyor. Kişisel bloğumda yazdığım “Gökyüzü her yerde mavi ancak bazı yerlerde hiç ağaç yetişmiyor” ifademi daha geniş, felsefi bir perspektifte değerlendirmeniz bana bu olayı hatırlattı 😊 


    Sorunlarla yüzleşme konusunda kesinlikle haklısınız. Ancak ne yazık ki insanlara ümitvar olabilmek için verebileceğim bir öneri yok çünkü kendimde oldum olası daha çok kötümser biri olduğum gibi son yıllarda içimde var olan bir iki ümit parıltısını da vasatlık sellerinde kaybettim. Yalnızca Türkiye’de değil, dünya genelinde bir vasatlaşma var. Sanki her yerde bir entelektüellik düşmanlığı almış başını gidiyor. Günlük dilde bile “entel-dantel konuşma-takılma lan” diyoruz. TÜBİTAK’ın eski başkanlarından biri olması lazım, adını hatırlayamadığım bir beyefendinin röportajını okumuştum. 21. yüzyılın entelektüel anlamda insanlığın en ileri çağı olup olmadığına yönelik bir soruya en fazla içilen içeceğin kola, en fazla tüketilen yemeğin burger olduğu bir çağın en ileri çağ olma olanağı yok diye yanıt vermişti. Apokaliptik bir dil oluşturmak istemem ama çevreme bakınca ümitvar olunabilecek bir ortam bulmakta zorlanıyor, bir eğitimci olarak eğitimin idealist boyutundan da söz etmişken bu şekilde konuşmaktan belki de utanmam gerektiğini düşünüyorum. 
    Peki, umut göremiyorum derken neden eğitimciliğe devam ediyorum? Bu bir ikilem ve hatta ikiyüzlülük değil midir? Ümidi kesmek insanları iç dünyasına döndürüyor. Ben de bu şekil oldu, diğer insanlar farklı şekillerde davranabilir. Ümidi yitirdiğimin iyice ayırdına vardığım anlardan itibaren ben de şöyle bir aydınlanma oldu: Ümit etmeyince beklentiniz de olmuyor. Beklenti olmayınca da hayal kırıklığına uğramıyorsunuz. İç dünyama dönünce doğru olanın boş kubbede hoş bir sada bırakmak olduğunu fark ettim. Benim için hoş bir sada da yaptığım işi elimden gelenin en iyi şekliyle yapmayı, öğrencilerime olabildiğimce yararlı olmayı, onlarına gelişimine sağlayabildiğim kadar katkı sağlamayı içeriyor. Çevremde olup bitenlere takılmadan, kimin hakkımda ne düşündüğüne bakmadan (eleştiriye her zaman açık olarak) ben doğru olanı elimden geldiğince yapmaya, doğru bildiğimi dilim döndüğünce söylemeye devam edeceğim. Her dönem öğrencilerimde bir nokta kadar iz bırakabilirsem kendimi başarılı addediyorum. Kim bilir, bir nokta bir nokta, belki bir doğru oluştururuz. Bu son tümce, çok mu ümit dolu oldu? 


    * Şu an en çok ihtiyacımız olan şey ümit. Ümitsiz yaşanmaz. Emeklerinizin karşılık bulduğu öğrencileriniz muhakkak oluyordur ve olacaktır, eminim. Son olarak eğitimcilere ve öğrencilere bir tavsiyede bulunmak ister misiniz? 

    Gerçek eğitimciler içlerinde öz aydınlanmalarını yaşamış insanlardır. Onlara bir tavsiye vermek de haddim değildir kanımca. Hepsine saygılarımı sunuyorum. Zaten onlara önderimiz Atatürk gereksinim duyacakları bütün tavsiyeleri vermişti. “Ordularımızın kazandığı zafer, sizin eğitim ordularınız için yol açtı. Gerçek zaferi siz, öğretmenler kazanacaksınız. Bunu başaracağınızdan kuşkum yoktur.”

    Öğrencilere ise derslerimde öğrencilerime verdiğim tavsiyeleri veriyorum. Okul yalnızca derslere girilip çıkılan yerler olmamalı. Derslerinize iyi çalıştığınız gibi olanaklarınız ölçüsünde bol bol okuyunuz, bol bol geziniz, bol bol izleyiniz, bol bol düşününüz, görünüz, fark ediniz, gerektiğinde isyan ediniz, gerektiğinde idare ediniz, öğrenme aşkınızı hiç kaybetmeyiniz, yapmaktan mutlu olduğunuz şeyleri yapınız (sabah akşam bilgisayar oyunu oynayın demiyorum tabii ki!). Yaşamda olmanın tarif edilemez bir hazzı var. Bir dağ başında manzarayı seyrederken yüzünüze çarpan ılık rüzgar yahut deniz kenarında burnunuza gelen tatlı koku yahut mükellef bir sofra size bu hazzı hatırlatmalı. O an “iyi ki varım” demeyi unutmayınız. Yine Atatürk’ün dediği gibi “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.”


    * Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim; hayatınızda size ve öğrencilerinize başarılar, mutluluklar diliyorum.

    Ben teşekkür ederim. Benim için de çok keyifliydi. 

     

    Dr. Öğr. Üyesi M. Emir Rüzgar lisans eğitimini ODTÜ Eğitim Fakültesi, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümünde, yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitimde Program Geliştirme bölümünde, doktorasını ise University of Illinois at Urbana-Champaign'da tamamlamış olup halen Aksaray Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümünde doktor öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 

     

    Kaynak: GazeteBilim


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.