"Şu Aşk dedikleri ne kadar olağanüstü bir şey. Zümrütten daha değerli, özenle işlenmiş opaller onun yanında sönük kalır. İnciler ve narlar onu satın alamaz, pazarda arasan bulunmaz. Tacirden satın alınmaz, terazide altınla ölçülmez." sözleriyle arayışına başlamıştı Bülbül. Peki gerçekten öyle miydi? Gerçekten aşk, uğruna ölmeye değer miydi?
Bu yazımda Oscar Wilde'ın kısa öyküsü Bülbül ile Gül'den bahsedeceğim. Bülbüllerin güzel sesleriyle aşk şarkıları söylemesi birçok kültüre yansımış ve bülbüller, aşkın ve müziğin sembolü olmuştur. Bu hikâyede adı geçen Bülbül bir başkasının saf aşkına tanık olup da bu aşk için göğsünü dikene batırır ve ölünceye kadar şarkı söyler. Fakat uğruna canından olduğu "aşk", düşündüğü kadar büyük bir şey değildir.
Öğrenci, sevdiceğinin ona kırmızı bir gül götürürse yarın geceki baloda onunla dans edeceğini söylediğinden beridir kırmızı bir gül bulamamasından dolayı üzgündür. Aşk öyle bir şey miydi peki? Karşılık beklemeksizin sevmek vardır, bir de öğrencinin sevdiği kızın yaptığı gibi sevmek için birine şart koymak vardır. Öğrencinin sevgisi içtendir, ve o günü kıza verirse onunda kendisini sevebileceğini inanır belki de, bilemem, fakat on Öğrenci'nin söylediklerini duyup da bunu gerçek aşk olarak niteleyen iyi kalpli küçük bülbülün bu aşk uğruna kırmızı bir gül arayışına çıktığı zaman yaptığının saçma olduğunu düşünmedim değil.
Bülbül, önce korudan bir gölge gibi geçip bahçenin üstünde bir gölge gibi süzüldükten sonra çimenliğin orta yerinde duran göz alıcı bir gül ağacının yanına gider ve ona "Bana kırmızı bir gül ver, sana en güzel şarkımı söyleyeyim." der. Ağacın gülleri beyazdır ve bunu anlatmak için teşbihten yararlanır: "Denizdeki köpükler kadar beyaz, dağdaki kardan da beyaz." Ve onu güneş saatinin çevresine dolanan bir başka Gül Ağacı'na yönlendirir. Bülbül o ağaca da aynı şeyi söyler: "Bana kırmızı bir gül ver, sana en güzel şarkımı söyleyeyim". Ağaç ona yardımcı olamaz, çünkü onun gülleri sarıdır; kehribar bir tahtta oturan denizkızının saçları kadar sarı, tırpancı tırpanıyla gelmeden .ayırda açan nergislerden daha sarı. Bunun üzerine onu, Öğrenci'nin penceresinin altında boy atan bir diğer Gül Ağacı'na yönlendirir.
Bülbül; bu ağaca da yalvarır bana kırmızı bir gül ver, sana en güzel şarkımı söyleyeyim diye. Ağacın gülleri güvercinin ayakları kadar kırmızı, okyanustaki mağaralarda yelpaze gibi salınan koca koca mercanlardan daha kırmızıdır. Ama kış damarlarını dondurmuş, kırağı filizlerini kavurmuş, fırtına dallarını kırmıştır ve bu yıl gül veremeyecektir. Bülbül aşk uğruna her şeyi göze almaya hazırdır, âşık olmak öyle güzel şeyir ki hayat onun yanında nedir ki? Onun böyle düşündüğünü, ağaç, "İlle de kırmızı bir gül istiyorsan, onu ay ışığında ezgilerden yaratmalı, yüreğinin kanıyla boyamalısın. Göğsünü bir dikene dayayıp bana şarkı söylemelisin. Bütün gece bana şarkı söylemesin ve diken yüreğini delmeli ki kanın damarlarıma aksın, benim kanım olsun" dediğinde Bülbül'ün aklından geçenlerden anlayabiliriz: "Kırmızı bir gül uğruna ölmek çok büyük bir bedel, hayat ise herkes için çok değerli. Yemyeşil ormanda oturup, altın arabasına b,inmiş Güneş'i, inci arabasını süren Ay'ı seyre daldın mı değme keyfine. Hoştur alıcın kokusu, hoştur vadideki cançiçeklerini, tepede çiçeğe duran fundaları seyre dalmak. Ama Aşk Hayat'tan güzeldir, kaldı ki, insan yüreğinin yanında kuşun yüreğinin sözü mü olur?"
Böylece Bülbül kahverengi kanatlarını açarak havalanır. Bahçenin üstünden bir gölge gibi süzülerek geçer, bir gölge gibi yelken basar korunun üzerinde. Öğrenciye "gözün aydın, kırmızı gülüne kavuşacaksın. Ay ışığında ezgilerden yaratacağım onu, yüreğimin kanıyla bezeyeceğim. Karşılığında senden tek istediğim, gerçek bir sevgili olman, çünkü o İktidar'dan da bilge ve güçlü olan Felsefe'den bile daha bilge ve güçlüdür Aşk. Kanatları alev kırmızısıdır, alev kırmızısıdır gövdesi. Dudakları baldan tatlı, soluğu buhur gibidir.
Bülbül, ay gökyüzünde ışıyınca, uçup Gül Ağacı'nın yanına gider, göğsünü dikene dayar; ve bütün gece, göğsünü dikenden ayırmadan şakıyıp durur, diken göğsüne battıkça batar kanı yüreğinden çekildikçe çekilir.
İlkin, bir delikanlıyla bir genç kızım yüreklerinde aşkın filizlenişinin şarkısını söyler. Sonra, bir delikanlıyla bir genç kızın ruhlarında tutkunun filizlenişinin şarkısını söyler. Ağa, "Daha çok bastır, küçük Bülbül, yoksa gül doğmadan gün doğacak" der, Bülbül de göğsünü dikene biraz daha bastırır, acısı daha da artar belki ama bu acı arttıkça Bülbül'ün şarkısı da gittikçe çılgınlaşırİ çünkü Ölüm'ün kusursuz kıldığı aşkın, mezarda bile ölmeyecek Aşk'ın şarkısını söylüyordur.
Böylece gül, bir yakut gibi kızıla keser, fakat Bülbül'ün sesi yitmeye, küçücük kanatları titremeye başlar. Son bir şarkı tutturur güçlükle. Soluk Ay şarkıyı duyunca şafağı unutur, gökyüzünde biraz daha oyalanayım der; kırmızı gül şarkıyı duyunca hazdan tepeden tırnağa titrer, taçyapraklarını sabah serinliğine açar fakat Bülbül o sırada uzanıp giden çimenlerin üstünde cansız yatıyordur, diken yüreğine saplanmıştır.
Öğrenci penceresinin önünde kıpkırmızı, capcanlı bir gül görünce onu eline alıp sevinçle sevdiğinin yanına koşar.
Öğrenci, "sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin ya," dedi coşkuyla. "İşte sana dünyanın en kırmızı gülü. Bu gece yüreğinin kıyısına takarsın; biz dans ederken o da sana seni ne kadar çok sevdiğimi anlatır."
Ama kız suratını astı.
"Bir kere giysime uymayacak sanırım," diye yanıt verdi, "hem sonra Mabeyinci'nin yeğeni bana sahici mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha pahalı olduğunu bilmeyen yoktur.."
Öğrenci, öfkeye kapılarak, "Öyle mi, inan olsun senin kadar değerbilmezini görmedim hayatımda," dedi ve gülü sokağa fırlattı; gül bir çukura düştü, üstünden de bir at arabası geçti.
Belki Bülbül'ün beklediği gibi aşklar da vardır bu hayatta; tutkulu aşlar, mezarda bile yaşayacak ebedî aşklar... Ama, Oscar Wilde'ın sürükleyici kaleminden çıkmış bu hikâye bize anlatıyor ki, aşk denen şey hayallerden ibaret. Uğruna pek çok şey yaşanır, uğruna pek çok iyi niyetli küçük Bülbüller o müthiş sesleriyle ölümü göze alarak şarkı söyler. Sonuç olarak hep aynı kapıya dayanır: Kalp kırıklığı.
Öğrenci, oradan uzaklaşırken, "şu Aşk denen şey ne kadar da büyük bir salaklıkmış" dedi kendi kendine. "Mantık'ın yarısı kadar yararı yok, çünkü kanıtladığı hiçbir şey yok, üstelik insana hep olmayacak şeyler anlatıyor ve gerçek olmayan şeylere inandırıyor. Açıkçası, hiç pratik değil, hem de pratikliğin her şey demek olduğu bu çağda. O zaman ben de Felsefe'ye döner, Mantık okurum."
Odasına dönünce, tozlu kocaman bir kitap çıkardı, okumaya başladı.
Anlaşılan o ki, bu hikâyesinde yazar, sözde büyük bir aşk için canını ortaya atan Bülbül'ün düşünceleriyle; önce delice seven, sonra da Aşk'ın hiçbir anlam ifade etmediği, pratiklikten ve gerçeklikten uzak olduğu kanısına varan Öğrenci'nin düşüncelerini çeliştirerek "aşk" kavramına farklı bir pencereden bakılmasını sağlıyor ve şu dünyadaki umutsuzca seven kişilerin gözündeki aşk algısını yıkıyor.
Hikâyenin sonunda yazar, okuyucusuna "Değmeyecek kişilere duyduğun aşkı bırak ve sana asıl yararlı olacak şeylere yönel" ya da "Aşkın gözünü kör etmesine izin verme, daha çok çalış" diye bağırıyor aslında.
🥺🥀