"Evden çıktığında 'eyvah, ocağı açık unuttum.' mu diyorsun? Kapıyı kilitlemedim diyip bir saatlik yoldan gerisin geri eve dönüyor ve kilitlemiş olduğunu mu fark ediyorsun kapıyı? Öyleyse sen derin bir şeylerin özlemi içerisindesin, oğul." demişti rahmetli ninem bir keresinde bana.
"Asma hemen suratını, aç içinin sözlüklerini." diye de eklemişti.
Açtım.
Açmıştım.
Yine açayım.
Derin bir şeylerin özlemi.
Ne yahut neler olabilir ki bu? Eşya mı insan mı?
İkisi de değil. Çünkü ikisi de vasıta. Bunların ardına gizlenmişi özlemek mesele. Nedir ki o gizlenen/ler?
Şaşmakla malûldür beşer, bir insanı eşya saydığım olmuşsa affola, daha mühimi misal bir eşyayı insan sanmıştım ben bir keresinde.
Bir eşyayı insan yerine koymuştum.
Çocuk oyunuydu bu yetişkin deniliyordum, ölenden geriye kalanla, ölmüş olan yalnız hissetmesin diye gittiği yerlerde kendini sohbetler ediyor, şiirler okuyor, yüreklendirici sözler sarfediyordum o nesneye. Oysa yalnız olan bendim. Ve korkan tabiiki.
Soğuk, mavi dünyalarda cazibesine kapıldım hayalsizliğimin tirtir titremelerinin.
Sizin hiç bir mezarla konuştuğunuz oldu mu? Toprağı kulak sayıp, soğuk beyaz taşı da elleri. Benim oldu, selam olsun göçmüş gülcemaller bahçesine, bir mezarla dertleştiğim.
Öğrendim: Musmutlu geziniyormuş oysa ölü oralarda bir yerde kabir konvoylarıyla. Öğrendim ve gördüm: Yarını kucaklayıp hayaller kuruyor, arzuları doğrultusunda evler inşa ediyormuş kent çöllerinin ortasında. Diri dediğim Ben ölü, ölü sandığım O diriymiş hasılı kelam. Yitimin reddiydi bu, geç oldu anlaması.
Kişiye kendinden başka hiç kimse katamaz derinliği; ilişkilenme yataylıktır. Rehberlik, refakat yahut esin perileri genişliktir, el uzatmadır; kuyuya inip çıkmışlara sor mesela yolculuğun dikeyini. İpin ta kendi oldukları şuuruyla ipte salınanlardır da onlar aynı anda.
Hani besteleyip, söylemiştir Erkan Oğur, anlatır ya güzelim Nilüfer şiirinde Behçet Necatigil: "Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar."
İnsan, eşyada da bir diğer insanda da kendini arar hani. Onların ardında saklı tutulduğunu varsaydığı kendini. Bu körleşmedir, bu sağırlık, bu inkar. Mağara yanılsaması. Hüsran burada gizlidir: O şeylerin, kıyafetlerin kişilerin telefonların ardında bir sen yok, tam aksine varacağın/varman gereken kendin için bir engel onlar. "Yoldaş olmayandan, evlat" derdi yaşasaydı rahmetli ninem buna "ya köstek olur ya vasıta. Bas, geç!"
Karanlığı yırt, ışığa gül.
Oysa Öteki keşiftir de; yüzleşme ve tanışma. Yeşerme, büyüme ve gülmek bir başkası. Yoldaşlık bunların tacıdır, bu yüzden kıymetlidir.
Sakarlıklar da öyle. Hatırlatmaya çalışırlar: Bir şeyi unuttun, bir şeyi unuttun ve özlüyorsun, neyi unuttun? diye. Özlemek unutmuş olduğunu fark etmektir de çünkü. Alışmış olmak yokluğa, daha doğrusu alışmış olduğunu sanmak.
Haşmetli iş insanı Charles'ın Yurttaş Kane filmindeki son sözü "Rosebud"ı anımsayın sözgelimi ölüm döşeğinde. Kaynayıp gitmiştir o yaranın üzerinde koca bir ömür, çok ama çok uzağında yirminci yüzyılda o hasretin.
İşte bu yüzden ne vakit dalgınlığımdan ötürü tost yaksam, aklıma kök annem olan rahmetli ninem ve onun balaban kazanlarda kaynattığı taze sağılmış inek sütü gelir köylerden bir gün. Dut ağacı önünde sımsıkı sarılıp, fotoğraf çekildiğim sürünün en sevdiğim, en küçük ve neşeli kara kuzusu gelir bir de.
Kaşar taşar hasılı kelam,
tost yanar ve ben gülümserim.
Sen özlediğini hatırla,
kendini.
( Yatırım tavsiyesi değildir. )
:)
Yorum Bırakın