Geçmişten bugüne Türkiye'de Batı ile Doğu arasındaki ayrımlar üzerine tartışmalar yürütülmektedir. Türklerin refahı için kendilerini hangi kutupta konumlandırmaları gerektiği konusunda derinlemesine değerlendirmeler yapılmaktadır. Türkiye'nin coğrafi konumu, bu tartışmaları daha da alevlendirirken, doğu ve batının değerlerini abartma yanılgısına sıkça düştüğümüzü söyleyebilirim. Bu durum, özellikle genç aydınların ulusal kimliklerini küçümsemesine yol açmakta; bu bireyler farklı kimlik arayışlarına yönelmekte ve sonuç olarak yaşadıkları topluma yabancılaşmaktadır. Bu süreç, bireylerin içsel dünyalarında ikircikli bir anlayışa yol açarak, kimliklerini sorgulamalarına ve varoluşsal çatışmalar yaşamalarına neden olmaktadır.
Düello ve Pusu: Çetin Altan’ın İfadesi
Çetin Altan bir yazısında “Batı'da düello vardır, Doğu'da pusu. Biz Doğu ile Batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız” demişti. O yazıyı okuduğum günü hatırlarım. Zihnime üşüşen bin bir düşünce içinde, geçmişten bugüne bu coğrafyadan oynanan oyunlar, kirli hesaplaşmalar bir gölge gibi üzerime çökmüş, belki birkaç gün içimin karanlığı umutlarımı gölgelemeyi başarmıştı.
Çetin Altan (1927-2015)
Unutmak; En Eski Alışkanlığımız
Türkiye’de yaşam böyledir. Hayat akıp gider, karanlıklar aydınlığa karışır, hüzünler mutlulukları, sevinçler kederleri kovalar; ama neticede hayat devam eder ve biz her seferinde unuturuz. Bir bakıma unutmak da zorundayız. Ne de olsa unutmak, bu topraklarda hayatta kalabilmenin bir gerekliliğidir. Dünya üzerinde pek az topluluğa nasip olabilecek bir özellik olarak unutkanlık Türk insanına şartlar her ne olursa olsun devam edebilme cesareti bahşeder.,
Çetin Altan’ın doğru şekilde tespit ettiği üzere gerçekten de pusu kurma alışkanlığına doğu toplumlarında daha sık rastlanır. Ne var ki Altan’ın bu sözü, Batı ve Doğu toplumlarının stratejik davranış biçimleri arasındaki farkları vurguluyor gibi görünse de daha derin bir şekilde düşündüğümüzde bu ayrımın ardında tarihsel ve kültürel dinamikler yatıyor olabilir.
Pusu ve Düello Yaklaşımında Kültürel Dinamiklerin Etkisi
Altan’ın bu sözünde “Düello” kavramı Batı kültürlerine özel bir olgu olarak onur ve cesaretin sembolü olarak kabul edilirken, Doğu'da pusu ve hileli savaş yöntemlerini olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu keskin ayrım, tarihsel gerçeklikleri tam olarak yansıtmaz. Ortaçağ Avrupa'sında da entrikaların, suikastların ve hileli oyunların yaygın olarak kullanıldığı bir gerçektir. Askeri ve siyasi çıkarlar doğrultusunda, birçok lider ve savaşçı, rakiplerini alt etmek için aldatma ve hile yoluna başvurmuştur. Örneğin, Avrupa'daki kraliyet aileleri arasındaki çatışmalar sırasında, suikast planları ve entrikalar, iktidar mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu durum, Batı'da da savaşın sadece cesaret ve düello ile değil, aynı zamanda stratejik planlama ve hile ile şekillendiğini gösterir. Bunun tarihteki en dikkat çekici örneklerden biri, Machiavelli’nin “Prens” adlı eserinde yer alır. Machiavelli, başarılı bir hükümdarın hem cesur hem de kurnaz olması gerektiğini savunur. Bu görüş, düello ve pusunun sadece Batı-Doğu ayrımında değil, bireyin ve toplumun çıkarlarını korumak için kullanılan evrensel stratejik unsurlar olduğunu ortaya koyar. Hem Batı hem de Doğu toplumları, zorlu koşullar karşısında stratejik davranışlarını uyarlamışlardır. Bu stratejik düşünme biçimi, kültürel ve coğrafi koşullar tarafından şekillendirilmiştir.
Niccolò Machiavelli
Bu bağlamda hem Doğu hem de Batı toplumlarında, savaşın hile ve pusunun farklı biçimlerini barındırdığını söylemek mümkündür. Sonuç olarak, her iki kültürde de stratejik düşünme ve düşmanı alt etme arzusu, tarih boyunca farklı şekillerde varlık göstermiştir.
Stratejik Düşünme: Batı ve Doğu’nun Yöntemleri
Batı ve Doğu toplumlarının stratejik düşünme biçimlerini incelemek için, kültürel, coğrafi ve tarihsel faktörleri göz önünde bulundurmalıyız. Batı toplumlarında özellikle seçkinler arasında bireysel onur ve şeref, çoğu zaman düello ile korunmaya çalışılırdı. Bu yaklaşım, açık bir yüzleşmeyi ve cesareti vurgular. Örneğin, tarihsel olarak Avrupa’daki aristokrat kesim, şereflerini korumak için düellolar yapmış, bu durum sosyal statülerinin bir göstergesi haline gelmiştir.
Doğu’da ise durum daha karmaşık ve dolaylıdır. Doğu toplumlarında pusu kurma alışkanlığı, genellikle hayatta kalma ve stratejik avantaj sağlama amacı taşır. Tarihsel olarak, zorlu yaşam koşulları ve kaynakların kıtlığı, bireyleri dolaylı yollarla mücadele etmeye zorlamıştır. Bu bağlamda, pusu kurmak, bir tür hayatta kalma stratejisi olarak işlev görmüştür.
Bu nedenlerden ötürü doğu toplumlarının pusu kurma alışkanlığını garipsemiyorum. Zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren birisinin pusu kurmasını anlayabilirim. Söz gelimi bir savaşta, yaşamı tehlikeye düşmüş bir grup insanın düşmanıyla mücadele edebilmesi için kaynaklarının yeterli olmadığı bir koşulda, şartları eşitleyebilmek adına pusu kurması kabul edilebilir bir şeydir. Kaldı ki doğada bunun bir çok örneğine rastlarız. Vahşi yaşamda hayvanlar varlıklarını sürdürebilmek adına beslenmek için diğer hayvanları öldürür ve bunun için de çoğunlukla pusu kurarlar. Avını, en savunmasız olduğu anda, şiddetli bir darbeyle yere seren bir hayvana söylenecek sözümüz yoktur. Çünkü biliriz ki öldüren taraf bunu yaşamak için yapmaktadır. Avlanmak hayvanlarda içgüdüsel bir eylemdir ve çoğunlukla kalıtsal bilgi havuzunda bulunan kodlara göre yaşamak için yapmaya zorunlu oldukları bir eylem türüdür.
Modern Dünyada Strateji ve İçgüdü
İnsanlar ilkel oldukları ölçüde hayvandırlar. Bana göre modern insan ve ilkel atalarımız arasındaki en belirgin fark içgüdüsel ihtiyaçların herhangi bir sınır olmaksızın uygulanabilir olmasıyla alakalıdır. Bu bağlamda modern dünya içerisinde eylemler, bireyin ihtiyaçlarını karşılamak için aklın pırıltılı yolunu seçmesiyle başlar. Rasyonel düşünce burada kilit bir bağlamdır. Ancak yine de modern insanın rasyonel kararları onun kendisini gerçekleştirdiği, içsel refahını sağladığı üst insan olabilmesini garanti etmez.
Doğada hayatta kalmak, hayvanlar için beslenmek ve çoğu zaman öldürmek zorunda kalmak anlamına gelir. Benzer şekilde, ilkel insanın da varlığını sürdürebilmesi için stratejik olarak öldürmesi gerekiyordu. Tarımla uğraşmayan ilkel toplumlarda bu hayatta kalma mücadelesi, pusu kurma gibi planlı ve organize eylemlerle kolaylaştırılmıştır. Pusu kurmak, o dönemin insanı için en eski akıl yürütme biçimlerinden biri olarak stratejik beceriyi temsil ediyordu.
İnsanlığın o dönemdeki pusu kurma pratiği, yaşam mücadelesinin doğrudan bir sonucuydu. Ancak, zaman içinde topluluklar, yasalar, kurallar ve gelenekler çerçevesinde organize olmuş, temel ihtiyaçların karşılanması için sistemler kurmuş ve bu sistemlerin güvenliği kolektif yaşamın kurallarına bağlı hale gelmiştir. Böylece günümüzde içgüdülerin yerini bilinçli ve hesaplı eylemler almıştır.
Bu durum, günümüz insanının pusu kurma eyleminin sadece hayatta kalma içgüdüsünden öte aynı zamanda kişisel çıkarların ve hesapların bir yansıması olduğunun bir göstergesidir. Yani pusu artık sadece yaşamsal bir ihtiyaç değil, bilinçli olarak planlanan stratejik bir araç haline gelmiştir.
Düello ve Pusu: Daha Dengeli Bir Bakış
Peki, Çetin Altan’ın ifade ettiği “Batı'da düello vardır, Doğu'da pusu. Biz Doğu ile Batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız” sözü ne kadar doğru? Bu tür keskin bir ayrımı kabul edebilir miyiz? Açıkçası, burada daha dengeli bir bakış açısını savunmak gerektiğini düşünüyorum.
Doğu ve Batı toplumlarının stratejik düşünme biçimlerini bu şekilde ayırmak yerine, her iki kültürde de benzer savaş taktiklerinin bulunduğunu kabul etmek daha doğru olacaktır. Ortaçağ Avrupası'nda entrikalar, suikastlar ve hileli oyunlar yaygındı. Örneğin, İtalyan şehir devletleri arasında entrika ve gizli ittifaklar gibi stratejik hamleler sıklıkla kullanılmış, Machiavelli'nin "Prens" adlı eserinde de bu tür taktiklerin meşrulaştırılması vurgulanmıştır. Bu nedenle, Batı’da yalnızca düello ve onurlu karşılaşmaların, Doğu’da ise sadece pusu ve hileli savaşların yer aldığı gibi bir ayrım yapmak yanıltıcı olabilir.
Her iki toplum da kendi koşulları ve yaşam mücadelesine göre farklı stratejik savaş teknikleri geliştirmiştir. Zaman içinde bu taktikler, bölgesel kaynaklar, coğrafi koşullar ve sosyal yapıların etkisiyle şekillenmiş ve her iki kültürde de savaş sanatı karmaşık bir hale gelmiştir. Bu noktada, stratejik düşünme biçimlerini incelemek için doğu-batı ayrımından ziyade, toplumların karşılaştığı zorluklara ve bu zorluklara nasıl yanıt verdiklerine bakmak daha açıklayıcı olabilir.
Bu bağlamda Jared Diamond’ın fikirleri, toplumların coğrafya ve çevresel faktörlerle nasıl şekillendiğini anlamaya yönelik önemli bir perspektif sunar. Diamond’ın çalışmaları üzerinden toplumların gelişim sürecini ele alarak bu dengeyi daha iyi kavrayabiliriz.
Jared Diamond’ın Bakış Açısıyla Bir Değerlendirme
Jared Diamond, coğrafya, biyoloji, antropoloji ve tarih gibi birçok disiplini birleştirerek insan toplumlarının gelişimini ve farklılıklarını açıklayan çok yönlü bir akademisyen ve yazardır. En çok bilinen eseri Tüfek, Mikrop ve Çelik (1997), insan medeniyetlerinin yükselişini ve düşüşünü coğrafi, çevresel ve biyolojik faktörler üzerinden inceleyerek, toplumların neden farklı gelişim yollarına sahip olduğunu açıklar. Diamond, toplumların tarım, hayvancılık, teknoloji ve salgın hastalıklar gibi unsurlara erişiminin, tarihsel başarılarını belirleyen temel etkenler olduğunu savunur.
Jared Diamond
Jared Diamond’ın fikirleri, Mezapotamya'da toplumların coğrafya ve çevresel faktörlerle nasıl şekillendiğini anlamaya odaklanır. Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabında özellikle belirli bölgelerdeki avantajlı doğal kaynakların, tarımsal üretim ve toplumların karmaşıklığının artması üzerinde etkili olduğunu belirtir. Mezopotamya gibi Bereketli Hilal’in verimli toprakları, tarım devriminin erken başladığı yerlerden biri olduğu için Diamond’ın analizlerine uygun bir örnektir. Bu bölgede yoğun tarım, yerleşik hayata geçiş, büyük şehirlerin ortaya çıkması ve dolayısıyla kaynak rekabeti ve savaşlar yaygın hale gelmiştir.aşayan insanların, bu zengin kaynaklar nedeniyle sürekli olarak diğer gruplar tarafından tehdit edilmesi, karmaşık toplumsal yapıların ve çatışmaların oluşmasına yol açmıştır. Bu da uzun vadede güçlü ve sonuç odaklı hayatta kalma stratejileri geliştirilmesini gerekli kılmıştır. Pusu kültürü ya da taktiksel savaş stratejileri, bölgenin tarih boyunca yaşadığı sürekli güç mücadelesi ve istilalarla ilişkilendirilebilir.
Diamond’ın “Coğrafi determinizm teorisi”, insanların yaşam koşullarını çevresel faktörlerin belirlediğini savunur. Bu durum, tarih boyunca farklı toplumların gelişimini etkilemiştir. Bu yaklaşımla ilişkili olarak pusu kültürünün gelişimini ele aldığımızda Mezopotamya’nın verimli topraklarının zenginliğinin, bu tür stratejik düşünme biçimlerinin ortaya çıkmasında etkili olduğunu düşünebiliriz. Mezopotamya’da kaynak rekabeti, büyük şehir devletlerinin çatışmaları ve savaşların sıklığı, toplumların hayatta kalabilmek için daha savunmacı ve stratejik yaklaşımlar benimsemesine yol açmış olacağı açıktır. Pusu gibi savaş taktiklerinin ise bu karmaşık savaş koşullarında gelişmiş olmasının mümkün olduğunu söyleyebilirim.
Şok Terapi Unsuru
Öte yandan, siyaset biliminde "şok terapi" kavramı, büyük çaplı siyasal, ekonomik veya toplumsal değişimlerin hızlı ve ani bir şekilde uygulanması sürecini ifade eder. Bu yaklaşım, radikal reformlarla aniden yaşanan değişikliklerin toplumu sarsma ve yeniden yapılandırma potansiyelini taşır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rusya'da uygulanan şok terapi, bu kavramın en bilinen örneklerinden biridir. 1990'larda Boris Yeltsin hükümeti, Sovyet tarzı merkezi planlamadan serbest piyasa ekonomisine geçiş için ani ve geniş çaplı reformlar gerçekleştirmiş, bu reformlar toplum üzerinde ciddi ekonomik ve toplumsal etkiler yaratmıştır.
Boris Yeltsin
Piyasaların serbestleştirilmesi, devlet işletmelerinin hızla özelleştirilmesi ve fiyat kontrollerinin kaldırılması, halk arasında ciddi gelir eşitsizliklerine, ekonomik istikrarsızlıklara ve toplumsal huzursuzluklara yol açtı. Rusya'daki bu radikal dönüşüm, birçok kesim tarafından ani şoklar yarattığı için toplumsal yapıların hızlı bir şekilde değişmesine neden olmuştur.
Her ne kadar “şok terapi” kavramı özellikle Sovyetler Birliği sonrası ekonomi politikaları açıklayan bir kavram olarak kullanılmış olsa da ben bu kavramın sosyokültürel değişimleri ve anomileri açıklayabilecek bir anlayışı da beraberinde getirdiğine inanıyorum. “Şok Terapi” kavramının sınırlarını genişletip Mezopotamya ve Bereketli Hilal gibi tarihi, stratejik ve tarımsal zenginliğe sahip olan bölgelere uyguladığımızda, “şok terapi” kavramının sosyokültürel etkilerinin tarihsel bağlamda izlerini görebiliriz. Mezopotamya, dünyanın ilk tarım devrimlerinin yaşandığı, büyük medeniyetlerin yükseldiği ve kaynakları nedeniyle sürekli olarak diğer güçler tarafından ele geçirilmek istenen bir bölgedir. Bu bağlamda, Mezopotamya'da yaşanan ani siyasal ve toplumsal değişimler, bir tür şok terapi etkisi yaratmıştır. Bereketli Hilal, stratejik coğrafi konumu ve tarımsal zenginliği nedeniyle tarih boyunca büyük güçlerin çatışmalarına sahne olmuş, sürekli istilalar, savaşlar ve ani rejim değişiklikleri yaşamıştır. Bu hızlı değişimlere karşı toplumların nasıl bir tepki verdiği ve hayatta kalma stratejileri geliştirdiği önemli bir konudur.
Mezopotamya'nın tarihine baktığımızda, sürekli güç değişimlerinin ve istilaların, toplumsal yapıların hızla evirilmesine neden olduğunu görüyoruz. Örneğin Sümer uygarlığına Akad İmparatorluğu’nun hızlı bir şekilde son vermesi, Babil İmparatorluğu'nun Persler tarafından ani bir şekilde fethedilmesi, bölgedeki sosyal ve politik dengelerin sürekli olarak altüst olmasına yol açmıştır. Her bir ani değişim ve istilanın, toplumların hayatta kalma stratejilerini dönüştürücü bir etkisi olmuştur. Bu tür hızlı değişimlerin toplumlarda bir tür stratejik savunma mekanizmasını, yani "pusu kültürünü" geliştirmiş olabileceğini söylemek mümkündür. Sürekli savaşlar ve ani yönetim değişiklikleri karşısında, toplumlar daha savunmacı ve gizli stratejilere yönelme eğilimi göstermiştir.
Pusu kültürü, bir anlamda beklenmedik ve stratejik saldırılarla hayatta kalma becerisini ifade eder. Mezopotamya’da toplumlar, kaynaklar ve hayatta kalma mücadelesi nedeniyle sürekli olarak dış tehditlere karşı hazırlıklı olmak zorunda kalmıştır. Ani değişimlerle gelen tehditler karşısında toplumsal savunma stratejileri geliştirerek, bu tür bir "pusu" kültürü inşa etmiş olabilirler. Şok terapinin siyasal anlamda yarattığı ani ve büyük değişikliklerin, bireyleri ve toplumları sürekli tetikte tutma, tehditlere karşı hızlı yanıt verme ve stratejik bir bekleyiş içinde olma kültürünü pekiştirdiği düşünülebilir. Bu bağlamda, şok terapi kavramının pusu kültürüne zemin hazırlayan toplumsal dinamikleri harekete geçirdiği söylenebilir.
Doğu toplumlarının tarih boyunca yaşadığı sürekli siyasal ve toplumsal çalkantılar, istilalar ve ani yönetim değişikliklerinin, bu toplumların kültürel ve davranışsal kodları üzerinde kalıcı etkiler bıraktığını söylemek yanlış olmaz. Ani değişimler ve istikrarsızlıklar, toplumlarda stratejik savunma mekanizmalarının yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu bağlamda, "pusu kültürü" olarak adlandırılan stratejik bekleyiş ve fırsat kollama davranışlarının, tarihsel istikrarsızlıkların bir sonucu olduğu savunulabilir. Mezopotamya gibi sürekli işgallere ve dış tehditlere maruz kalan bölgelerde, bireyler hayatta kalmak için gizli, stratejik ve fırsatçı davranışlara başvurmak zorunda kalmışlardır. Bu davranışlar, uzun bir sürecin ardından toplumsal hafızaya yerleşmiştir. Güç değişikliklerine karşı geliştirilen savunma stratejileri, toplumların davranışlarının temel parçalarından biri haline gelmiştir.
Günümüzde de "pusu kültürü “nün etkili olduğunu ve barışçıl dönemlerde bile kişisel menfaatleri maksimize etmek için bir araç haline geldiğini ileri sürebiliriz. Geçmişte dış tehditlere karşı geliştirilmiş bu taktiklerin, modern toplumlarda bireysel rekabetin ve fırsatçılığın bir unsuru haline geldiği gözlemlenebilir.
Böylece, bireyler açık çatışma yerine daha dolaylı yöntemlerle, yani stratejik bekleyiş ve fırsat kollama yoluyla çıkarlarını maksimize etmeye yönelmişlerdir. Bu davranışlar, günümüzde "stratejik sabır" olarak modern hayatta da varlığını sürdürmekte ve kişisel çıkarların korunmasında önemli bir rol oynamaktadır. Toplumlar, geçmişte ani değişimlere karşı hazırlıklı olmanın avantajlarını gördüğü için, bu kültürel kodlar kişisel ve toplumsal ilişkilerde hala etkisini sürdürmektedir.
Doğu toplumlarında bu stratejilerin, kişisel ilişkilerden iş dünyasına, siyasetten günlük yaşama kadar pek çok alanda varlığını sürdürdüğünü gözlemleyebiliriz. Barışçıl dönemlerde bile bireyler, karşı tarafın zayıf anını yakalamaya çalışarak çıkarlarını gizlice maksimize etme eğilimindedir. Bu durum, açık çatışmadan kaçınarak örtük ve stratejik yöntemlerle ilerleme eğilimini güçlendirmektedir. Bu stratejilerin toplumsal dinamiklerde derin kökler saldığı ve bireylerin bu davranış biçimlerine daha fazla başvurduğu gözlemlenmektedir.
İkili Kimlik Sorunu
Pusu kültürünün modernitenin ahlaki ölçütleriyle çatışması, özellikle doğu toplumlarında belirgin bir düşünsel ve davranışsal düalizmin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış olabilir. Modernite, açık, şeffaf ve etik bir toplumsal düzen ile bireysel özgürlükleri vurgularken; pusu kültürü stratejik, gizli ve fırsatçı bir yaklaşımı içerir. Bu iki zıt unsur arasındaki gerilim, bireylerin kimlik ve davranışlarında sürekli bir çatışma ve denge arayışına yol açar. Doğu kültürlerinde geleneksel değerler ile modern ahlak anlayışlarının iç içe geçtiği bir yapı içinde, bireyler bu düalizmi daha yoğun bir şekilde yaşamaktadırlar.
Bir yandan modernitenin dayattığı değerler açıklık, dürüstlük, hesap verilebilirlik, bireysel ahlak ve toplumsal etik üzerine kurulu olsa da, uzun bir tarihsel geçmişe dayanan pusu kültürü, bu ahlaki ölçütlerle çatışır. Pusu kültürünün gerektirdiği gizlilik, stratejik bekleyiş, manipülasyon ve fırsatçılık gibi davranış biçimleri, modern ahlakın doğrudanlığı ve şeffaflığı ile örtüşmediği için bireylerde derin bir çelişki yaratır. Bu çelişkiyi çözmek ya da en azından görünürde hafifletmek için, insanlar düşünce ve davranış kalıplarını rasyonalize etme yollarına başvurabilirler.
Bu noktada, din ve diğer sorgulanamaz inanç sistemleri, bireylerin bu tür çelişkileri rasyonelleştirme araçlarına dönüşebilir. Din, özellikle doğu toplumlarında, güçlü bir otoriteye ve derin bir kültürel köklülüğe sahip olduğu için, bireylerin kendilerini toplumsal ve ahlaki sorumluluklardan bir anlamda "kurtarabilecekleri" bir sığınak işlevi görebilir. Dini inançlar, bireylerin davranışlarını sorgulanamaz bir çerçeve içine yerleştirir ve bu sayede kendilerini dış dünyaya karşı daha güvenli ve meşru bir şekilde ifade edebilirler. Bu, bireyin içsel çelişkileriyle başa çıkmasını sağlayan bir savunma mekanizması olarak da işlev görür.
Bu durum, özellikle ahlaki çelişkilerin derin olduğu durumlarda, bireylerin dış dünyaya verdikleri imajı güçlendirmek için din veya kültürel gelenekleri bir "kalkan" olarak kullanmalarına neden olabilir. Birey, dışarıya karşı modern ahlaki değerlere uygun bir imaj sergileyebilirken, arka planda pusu kültürünün gerektirdiği stratejik ve manipülatif davranışlarını sürdürebilir. Bu da insanların kendilerini ikili bir kimlik içinde bulmalarına neden olur: Bir yandan ahlaki değerleri savunan ve toplum içinde şeffaf görünmek isteyen bir birey, diğer yanda gizli stratejilerle çıkarlarını maksimize etmeye çalışan bir kişi. Bu ikilik, bireylerin hem kendilerine hem de topluma karşı dürüst olamamalarına yol açar ve davranışlarının ahlaki sonuçlarını göz ardı etmelerine neden olur.
Bu bağlamda, dini ve kültürel inanç sistemleri bireylere, modern ahlakın ve pusu kültürünün yarattığı çelişkileri örtbas etme olanağı sağlar. Dinin sorgulanamaz olması, bireylere kendilerini rasyonalize etme ve kendi çıkarlarını ahlaki açıdan meşru kılma fırsatı sunar. Bu da toplum içinde bir tür kolektif çelişkiye ve ikiyüzlülüğe zemin hazırlar. Bireyler, dış dünyaya karşı erdemli ve etik davranışlar sergileyerek modern normlara uyuyormuş gibi görünseler de kişisel çıkarlarını maksimize etmek için daha derin, gizli ve stratejik davranışlar geliştirebilirler.
Sonuç;
Çetin Altan’ın “Batı’da düello vardır, Doğu’da pusu. Biz Doğu ile Batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız” ifadesi, tarihsel ve kültürel açıdan bazı doğrular barındırsa da, Batı ve Doğu toplumları arasındaki stratejik davranış farklılıklarını tam anlamıyla açıklamaktan uzak olabilir. Ancak, daha dar bir çerçevede ele alındığında, Türk toplumunun tarihsel ve kültürel gerilimlerini ustalıkla özetlemektedir.
Bu ifade, Doğu’nun tarihsel şok terapileri, siyasi istikrarsızlıklar ve Mezopotamya’dan Anadolu’ya uzanan coğrafyanın sert gerçekleriyle şekillenen kültürel mirasının bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Bu miras, pusu kültürünün stratejik bekleyiş ve fırsat kollamayı temel almasıyla, modernitenin getirdiği ahlaki değerlerle çatışmaya girer. Sonuçta, Doğu toplumlarında bireyler, bu çelişkili durumdan kaçmak için kendilerini din ve geleneklerin sorgulanamaz kollarına bırakma eğilimine girerler. Böylece, tarihsel olarak şekillenen ve derin köklere sahip olan bu kültürel miras, modern zamanlarda bile bireylerin davranış kalıplarını yönlendiren, onları içsel bir düalizme sürükleyen bir olguya dönüşür. Türk toplumu hem Batı’nın modern değerlerini benimsemek hem de Doğu’nun tarihsel gerilimleriyle başa çıkmak arasında sıkışmış bir şekilde, bu düalizmi aşmaya çalışırken, kendisini kültürel ve inançsal kalıpların ardına saklamaktadır. Bu süreç, bireylerde hem içsel bir çelişki hem de toplumsal bir denge arayışını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Yorum Bırakın