Yıllar önce kitabı okurken hissettiğim o duyguyu asla tanımlayamamıştım, fakat Albayın gözlerini gördüğümde o duyguyu tanımladım; Huzursuzluk. Yıllar önce hissetiğim huzursuzlukla diziyi izledim. Zihnimi dağıtan fakat bir şekilde hikayenin içinde tutmayı başaran Gabriel Garcia Marquez huzursuzluk duygusunu bana sevdiren bir yazar oldu.
Dizi ilk çıktığında ‘her şeyi uyarlamayın artık.’ diye kendi kendime kızsam da, büyük bir merakla başına geçip izlediğimi söylemek isterim. Kitapta evin içinde yaşıyormuşum hissine kapılmıştım, dizide ise evin camlarına kadar hayalimdekine çok benziyordu. Yalnızca kitabı okurken evin dışını hiç imgelemediğimi hatırladım, sanki ben de kendimi o evin bir odasına kapatıp yalnızlığı hissetmişim.
Kitabı okurken Ursula’ya çok kızmıştım fakat dizide en çok bağ kurduğum kişi o oldu. Belki yılların getirdiği olgunluktan belki de oyuncunun sevdirmesinden kaynaklıdır bilemem.
Amrantanın kıskançlığı, Rebeca’nın tutkusu, Arcadio’nun kendini kabullendirmeye çalışması, hepsinin hikayesine yer var.
Etrafında dönen olayların dışında kalan kendini soyutlayan Albayın olayın içine girdiği zaman bu kadar fark yaratması bende harekete geçme isteği uyandırdı.
Emek verilmeden elde edilen güç zalimliğe dönüşüyor. José Arcadio Buendía hayal gücü sayesinde bir cennet yaratmasına rağmen asla zalim olmadı.Fakat dengeleyemediği hayal gücü onu delirtti.
Bir ölünün huzursuzluğuyla başlayan yalnızlık yine bir ölünün huzursuzluğuyla ebediyete ulaştı ve kehanet gerçekleşti.
Yorum Bırakın