Adım Zena. Henüz çocuk yaşta, ortaokul puanımın belirlediği bir sınavla hayatımın rotası çizilmişti. Daha küçücük bir kızken, o küçücük sırtıma hayatın koca yükü yüklendi. Liseye başladığımda, tercihim değil, bana dayatılan bir gelecekle karşılaştım: Sağlık Meslek Lisesi. Temel derslerin yüzünü bile görmedim; sadece sağlık dersleriyle boğuldum. Ama o boğulmalar arasında, nefes alabildiğim bir yer keşfettim: edebiyat. Yazmak benim kaçış noktam, kendimi ifade edebildiğim tek alan oldu.
Deneme yazıları yazmaya başladım. Kendi kendime bir editör gibi çalıştım, her satırımı düzelttim, her kelimemi tarttım. Yarışmalara girdim, dört yarışmada sadece bir kez ikincilik ödülü kazandım. Ama o ödül, bana bir şey kazandırmadı. Yine de bırakmadım. Lisemin adını doldurdum belki, ama kendi adımı da var etmeye başladım. Daha on altı yaşındaydım, yeteneğimi keşfeden dergilerle iş birliği yaptım, dergilerde yazılarım yayımlandı. Sonra, beni tanıyan yayınevlerinden kitap yazmam için teklifler aldım. İlk kitabımı bastım, adını duyurmamış bir yazar olarak bin adet kitabım ilk yirmi günde tükendi.
Ama bu başarılar, hayatın acımasız düzenine karşı yetmedi. Üniversite sınavında başarısız oldum. Ek puan sistemi ve temel derslerin eksikliği beni geride bıraktı. Daha masrafsız bir eğitim ve memur bir babanın kızı olmanın getirdiği erken para kazanma isteğiyle sağlık alanında devam ettim. Yeteneğimi görmezden gelip, ameliyathane teknikerliği okudum. Okul ikincisi oldum, yine de kendi alanımda iş bulmakta zorlandım. Bulduğum işler, evime uzak olduğu için bırakmak zorunda kaldım.
Sonunda kendimi hiç ait hissetmediğim bir yerde, hasta kayıt personeli olarak buldum. Okumuş bir insan olarak, yazan bir insan olarak, yeteneklerimi hiçe sayarak geçirdiğim günler, özgüvenimi yerle bir etti. Her sabah başka birine dönüşüyordum; hayalleri kırılmış, yaşamdan tat almayan biri. Ve istifa ettim. Defalarca istifa ettim. Sanki bir yerlere sığamıyor, bir yere ait olamıyordum, çünkü ben sadece bir işçi değildim. Ben gören, işiten, yazan bir insandım. İnsanların susup içine attıklarını kaleme döken, cümlelerde kendini ifade eden biriydim. Ama işte hayat, beni bir bilgisayar başında günaydın demeye, "Randevunuz hangi bölüme? Hangi sigortayla anlaşmanız var?" diye sormaya mahkûm etti. Ben orada değildim. Hiçbir zaman da orada olmamalıydım. Ruhumu sıkan o soğuk ekranın karşısında, insanları tek tek kodlara ve sistemlere indirgeyerek benliğimi kaybettim. O masanın başında oturan kişi, ben değildim. Orada yazmaya tutkun genç bir kadın değil, hayalleri törpülenmiş biri vardı.
Şimdi size soruyorum, benim hatam neydi? Savrulmak mıydı? Evet, belki rotamı tutturamadım, belki çok defa yanlış kararlar aldım. Ama hatanın ne kadarı bendeydi? Beni bir sınava, bir puana, bir kâğıda sıkıştırıp hayallerimi hiçe sayan sistemde hiç mi suç yoktu? Çocuk yaşta, kalemimi bırakıp başkalarının yoluna yönelmek zorunda kaldıysam, bunda benim payım ne kadardı?
Benim suçum, hayatı hep biraz fazla ciddiye almak mıydı? Yoksa yeteneklerimi, tutkularımı görmezden gelen bu düzenin içinde kaybolmak mıydı? Bana sorarsanız, bu düzen herkesi kaybedecek. Çünkü yazan, gören, hisseden insanlar bu düzenin çarklarında eziliyor. Ben, kalbimdeki yazma tutkusunu hiç bırakmadım. Ama ne zaman bu tutkuyu yaşatmaya çalışsam, hayat başka bir duvarla önüme dikildi. Peki ya siz? Hiç kendi hayallerinizden vazgeçmek zorunda kaldınız mı?
Bana "neden yapamadın" diye sormayın. Asıl soru şu: Bu sistem neden izin vermedi? Çünkü bu hikâye benim değil, bizim hikâyemiz. Ve kaybolan her hayalle, bu hikâye biraz daha eksiliyor.
Yorum Bırakın