Edebiyatın Dönüştürücü Gücü: Ecem'in Şahsi Dergisi ile Röportaj

Edebiyatın Dönüştürücü Gücü: Ecem'in Şahsi Dergisi ile Röportaj
  • 0
    0
    0
    0
  • Son iki yılda Twitter'da(ya da x diyelim) ön plana çıkan bir isim Ecem'in Şahsi Dergisi. Özellikle edebiyatçıların hayatları hakkında yazdığı çıkarımlar, birey olabilmekle ilgili olan tanımları ve edebi meselelere her cümleyi katmanlaştırarak yaklaşması onu görülmeye değer biri hâline getirdi. İsimdeki dergi illüzyonuna bakınca, ''Nedir bu Ecem'in Şahsi Dergisi, bir yazı ekibi midir?'' sorusunu sormak kaçınılmaz oluyor elbette. Fakat biraz deşince Bosna göçmeni bir ailenin tek çocuğu olan ve şu anda da Sırbistan'da yaşayan inanılmaz mütevazı ve nezaket sahibi bir kadınla karşılaşıyoruz. Nezaketiyle öylesine etkiliyor ki, ''acaba'' diyor insan, ''nasıl oluyor da böylesine nezaket sahibi bir insan bu kadar derin ve düşündürücü çıkarımlarda bulunabiliyor''. Bu ikilemi anlayabilen birisi için bile Ecem'in Şahsi Dergisi incelemeye değer bir psikolojik konu hâline geliyor adeta. 

    Ona röportaj için mail attığımda açıkçası pek de ümidim yoktu. Görülmeyi bile tercih etmeyen, kendisini isim soyisim olarak değil de sade bir tamlama arkasında, yazı diliyle ortaya çıkaran birinin açıkçası röportaj yapmak isteyeceğini düşünmedim. Fakat büyük bir nezaketle mailime geri döndü ve benim nezdimde gerçekten okumaya değer bu enteresan ve büyülü röportaj ortaya çıktı. 

    ''Hayatımızın özü çoğu zaman detaylarda gizlidir ve o detayları hep atlarız.''

    -Merhaba. Röportajlarda klasiktir malumunuz. Konuya kişinin biraz da kendini tanıtmasıyla başlanır. Fakat ben size bu soruyu sormayacağım. Herhalde insanların sizi bilmesini isteseydiniz isim, soyisim kullanmayı ve boy boy fotoğraflar tercih ederdiniz. Lakin siz sadece ''Ecem'in Şahsi Dergisi'' olarak karşımıza çıkıyorsunuz ve kendinizi hiçbir şekilde göstermiyorsunuz. Hiç değilse bunun nedenini öğrenebilir miyim?

    Merhaba. Boy boy fotoğrafların ve isim soyisimle imzalanan karalamaların bizi getirebileceği nokta yine yazının özüdür diye düşünüyorum. En sonunda yine bakacağımız yer orasıdır. Bu bana biraz da yollardaki levhalar gibi geliyor. Tabii bu levhalar sayesinde yolun huyunu suyunu biliriz, bizi biraz ileride neyin karşılayacağını öngörebiliriz. Fakat o yolu gitmek zorundaysak da ister yavaş, ister dikkatli, öyle ya da böyle bir şekilde gideceğizdir. Ben yazı yolumda levha kullanmamayı tercih ettim. Tıpkı yüzyıllar önce olduğu gibi. Mahlaslar arkasında sivrilen kalemlerin gölgesi onlarca isim soyisme düşer, anlatılan meselenin kendisine odaklanırdı sadece. Bu bir tür korku mudur, yoksa beklentiyi minimuma indirgemek midir tahmin etmesi güç. Belki de bu ikilem arasında kendi özüne ulaşma isteğidir. Fakat yine de her şeye rağmen hayatım hakkında konuşuyorum. 

    -Peki neden ''Dergi'' diye sorabilir miyim?

    Kendimi bildim bileli sahaflardan eski dergileri toplarım. Tabii şimdi burada, ''ben kendimi nasıl bildim?'' diye de soruyorum. Aksi hâlde sanki bir sabah uyandım ve evden dergi toplamaya çıktım gibi bir mânâya ulaşırız. Hayatımızın özü çoğu zaman detaylarda gizlidir ve o detayları hep atlarız. Günümüz kişisel gelişimi detaylarda boğulmayın diye dikte ederek de bizi iyice kendimizden uzaklaştırır. Kendimize ulaşacağız diye çıktığımız yolda kuyuları kurumuş bir çöle varırız sadece. Benim eski dergileri toplamamdaki sebebin temel detayı da eğer geçmiş zaman zihnime oyun oynamıyorsa dayımdı. Çok okurdu, çok düşünürdü. O da kendi dönemindeki eski dergileri toplardı. Tabii o zamanlar bunu idrak edebilecek yaşta değildim. Büyüdükçe ve bir şeyleri fark ettikçe henüz çocuk yaşta kaybettiğim dayımı biraz da olsun anlayabilmek için o dergileri okumaya başladım. Sonra daha çok merak ettim. Bir yerden sonra edindiğim her dergiyi kendi dönemine göre değerlendirmeye başladım ve karşıma korkunç bir manzara çıktı. Neredeyse çoğu dergi hep kendi dönemlerinin popüler isimlerine yer veriyordu. Olacak iş mi, diye düşünüyordum. Milyonlarca nüfusa sahip bir ülke. Her dönemin sadece otuz tane yazarı olamaz herhalde. Mutlaka başka yazanlar da vardır, onlar neler yazdılar, nerelerde yazdılar diye düşünmeye başladım. Bu da beni dergilerden sonra sahaflarda çürümeye bırakılan günlüklere, hatta mektuplara kadar sürükledi. Çok şey keşfettim. Çok şey öğrendim. Aslında ''Dergi'' dememin en büyük sebebi de bir tepkiydi. Hep aynılardan bahseden bir furyaya karşı -belki de hiç işe yaramayacak bir tepki. O ''Dergi'' adı altında kimsenin duymadığına ve bilmediğine inandığım insanları, olayları anlatmaya çalıştım. 

    ''Onlardan istenileni verenin başarılı olduğu yerde, başarısız oldum çıktım.''

    -Hiç açıklık bırakmıyorsunuz Ecem Hanım. Hayranlıkla dinliyorum. Eğitiminizi öğrenebilir miyim?

    Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezunum. Lakin mesleğimle ilgili okumak ve keşfetmek harici hiçbir şey yapmadım. Okulum bana çok şey kattı, nankörlük edemem. Fakat yine de benim eğitimim tam bir felaketti. Ne yaparsak yapalım önceden bizim için hazırlanmış metodları öğrenmekle yükümlüyüz. Buna tam uyan üniversiteler de var, biraz esneten üniversiteler de var. Ben bunu esneten bir okulda eğitim gördüm ama yine de metodlardan kurtulmak imkansızdır. Konu açılınca salt metod karşıtı olarak görülüp, ''önce bil, sonra değiştir!'' diye tepkiler gelebilir. Ben bununla çok karşılaştım. Bileyim evet, ama neyi bileceğim? Ben de bilmekten yanayım. Fakat önüme sunulandan ziyade kendi meraklarımdan yola çıkarak öğrendim bazı şeyleri. O öğrendiğim bilgilere göre bir düşünce geliştirdim ama bu da beni çok zayıf bir öğrenci yaptı. Onlardan istenileni verenin başarılı olduğu yerde, başarısız oldum çıktım. Bu yüzden de diplomamı aldığım gibi akademiye veda ettim. 

    -Öğretmen olmayı düşündünüz mü hiç?

    Hiç düşünmedim. Hayatımın hiçbir döneminde aklımdan geçmedi. Öğretmenlik nezdimde o kadar önemli bir iş ki, o sorumluluğu kendimde göremedim. Mezun olduktan hemen sonra öğretmenliğe başlayan üniversite arkadaşım, yıllar önce çalıştığı okula davet etmişti beni. Benim gittiğim zaman aralığında lise son sınıfların dersine girecekti. Çok ısrar etti, birlikte girdik. Sonra bir anda, ''Hadi Ecem, Ahmet Hamdi'den bahset'' dedi bana. Ne diyeceğimi bilemedim. Hiç tanımadığım genç adamlar ve genç kadınlar bakıyordu bana. Tabii müfredatın hazırladığı kitapta da doğum yılı, ölüm yılı, eserleri ve bazı eser özetleri yer alıyor. Başka da bir şey yok. Müfredattan bakınca takım elbiseli sıkıcı bir adam görünüyor sadece. ''Ne kadar da sıkıcı yazmışlar onun hakkında, çevresi onu anlıyormuş gibi yapıp da aslında anlamayanlarla dolu olan bir adam için fazla sıkıcı tanımlar bunlar'' dedim. ''Oha!, Ahmet Hamdi benmiş'' diye bir ses duydum. Ne bileyim, mutlu oldum. Elbette Ahmet Hamdi biz. Birçokları aslında biz. Doğru anlatım her şeydir. O zaman edebiyat da gerçek mânâsına kavuşur. Fakat öğretmen olarak göremedim kendimi hiç. 

    -Çok iyi bir edebiyat öğretmeni olurmuşsunuz.

    Edebiyat artık bildiğimiz edebiyat değil. Daha doğrusu bizim bildiğimiz, 20.yüzyıl metodları sadece. Altını sıkça çizdiğimiz romantizm, sürekli kalıpsal tanımlara sıkıştırdığımız varoluşçuluk artık yüz yıl öncede kaldı. Şimdi 21.yüzyıldayız. Bu yüzyılın edebiyatı artık başka. Konuşmanın hakim olduğu bir edebiyata geçtik artık. Önceden paragraflarca düşünen yazarların çoğu, bu yüzyılda reels videoları edebiyatına geçiş yaptılar. Asla eleştirmiyorum, insan değişince dönem de değişiyor. Benzetmeler yerlerini sadeliklere bıraktı. Evet bir değişim yaşadık fakat değişimden önce ne yaşadık? Bu bizde eksik işte. Buna yanıtımız yok. Çünkü dediğim gibi, eskinin çetrefilli meseleleri sadece iki paragraf olarak sıkıştırılıyor müfredatta. Bir insan tesadüfler üzerine okumayı keşfedemezse keşfetmesi çok zor hâle geliyor. Fakat dinlemek kolay. Bol bol şu yazar şunu yaptı, bu yazar bunu yaptı gibi büyük sırrı ele verir tonda yapılan onlarca podcast'e ya da reels videosuna denk gelirsiniz. Fakat o yazar yaptığını niye yaptı, tüm mesele burada. Bunu anlatabilmek için de net olmak gerek. Bilgi dağlarından çok meselenin detayını anlatmak gerek. Çünkü ben keşfettiğim hiçbir şeyi önüme yığılan bilgi dağları sayesinde keşfetmedim. Ve bunun için de çok dayak yedim.

    -Bir YouTube kanalınız var lakin hiç video paylaşmadınız. Bahsettiğiniz duruma düşmekten korkmanın bunda etkisi var mı?

    Öncelikle gerçekten yalnızım. Yalnız yaşıyorum. Video nasıl yapılır bu soruya bir yanıtım yok. Aklımda bazı düşünceler var fakat bunun için henüz yalnızım ne yazık ki. 

    -Aslında oldukça niş sayılabilecek konularda yazdığınız yazılar milyonlarca insana ulaştı. Onbinlerce beğeni ve yorumlar aldınız. Bunların videoya dönüşmesi aynı etkiyi yapmaz mı?

    Kesinlikle yapmaz. Çünkü görsel dil yazı dilinden her zaman farklıdır. Görsel dilin de kendine has bir anlatımı var. Senaryodaki metni düşünelim mesela, metnin duygusunu oyuncunun tonlamaları ve mimikleri iletebilir. Metnin dümdüz okunması hiçbir anlam ifade etmez. Ben bunu yapabileceğim bir tarz üzerine düşünmek istiyorum fakat dediğim gibi, bu anlamda yalnızım.

    -Yayımlanmış bir kitabınız bulunuyor mu ya da yazdığınız bir kitap var mı?

    Hayır, yayımlanmış hiçbir metnim yok. Üzerine düşündüğüm temalar var fakat henüz yazmaya başlamadım. Yazar mıyım, onu da bilmiyorum. Yol bana doğruyu gösterecektir diye düşünüyorum. 

    -Twitter'da da aynısını yapıyorsunuz. Bir yazı yazıyorsunuz ve sonra bir ay hiçbir şey yazmıyorsunuz. Bazen üç ayda bir yazıyorsunuz. 

    Zamanın herkes için çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Eğer ortada anlatılmaya değer bir mesele yoksa sırf konuşmak için konuşmayı ben beceremem. Zaman çalıyormuşum gibime gelir. Belki bunu becerebilenler gerçekten yetenekli ve değerli insanlardır da bende o yetenek yoktur. Merak ettiğim ya da ilgimi çeken konular haricinde düşünce belirtmek bana fazlalık gibi geliyor. Hem zaten herkes o kadar boşlukları doldurmak istiyor ki, ben de eksik kalmış olayım, ne çıkar. 

    -Sırbistan'da yaşıyorsunuz. Türkiye'ye dönmeyi düşünüyor musunuz hiç? Aileniz bu konuda ne düşünüyor?

    Bazen bazı meseleler vardır, ona dair hep ikilemde olursunuz. Bin farklı çıkar yol bulursunuz da hepsi kapalıdır size. Karmakarışık kalırsınız. Sonra birden bir şey olur ve netleşir her şey. O şey de genelde görmezden gelinen binbirinci yoldur. İnsan yüzleşince rahatlıyor. İstanbul benim anı cennetim. Doğduğum, büyüdüğüm, hayatımı yaşadığım şehir. Bazen Teşvikiye'de yürürken kendi kendime oyun oynuyorum. Bir arkadaşımın oturduğu caddeden geçerken o şimdi evde film izliyor diyorum, diğeri için ise o da şimdi aşağıdaki kafede kahve içiyor. Hepsi on yıl önce bıraktığım gibi zihnimde. Ama biliyorum ne o o evde, ne de diğeri o kahvede. Herkes başka yerlere dağılmış. İçim garip oluyor. Dedem Sırpların Bosna'ya saldırması sonucunda delirerek öldü. Dayım savaş bunalımından intihar etti. Bosna'ya gitseydim sadece içime kapanırdım ama Sırbistan'da yüzleşiyorum. Benden nelerin nasıl alındığını hep aklıma getiriyorum ve kendimi dinç hissediyorum. Fakat asla nefret etmiyorum. Nefretin ne olduğunu, neler yapabildiğini gördüm ve uzak durdum ondan. Bazen Türkiye'ye geldiğimde annem bana kötü kötü bakar, ''Sırp kokuyorsun!'' der. Sarılmak istemez. ''Anne'' derim ona, ''bana sarıldığında hissettiğin koku neyse ben oyum, oysa sen sadece korkuyorsun''. O zaman sarılır bana. Ama ben yine de bilirim, annem beni sevmez. Babamın küçük kızı rolünü annemden kaptığımdan beridir bu böyledir. Bencilliği savaşta hayatta kalabilme gayesinden gelir. Ben onu öyle severim. Hatta çok severim. 

     

    Ecem'in Şahsi Dergisi Twitter: bosnalibir

    Ecem'in Şahsi Dergisi İnstagram: eceminsahsidergisi

     

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.