Yapay Zekâ ve Dijital Benlik Kavramlarına Bir Bakış
İnsanlık, teknolojinin hızla ilerlediği bir çağda, kendi yarattığı dijital ikizlerinin gölgesinde kayboluyor. Yapay zekâ, aynadaki yansımamızı daha keskin, daha parlak ve neredeyse kusursuz hale getirirken, gerçek benliğimizi giderek daha silik, daha belirsiz bir hale dönüştürüyor. Kusursuzluk arayışı, insan olmanın önüne geçmiş durumda. Hata yapmanın ölümcül bir günah olduğu bir dünyada adeta kusursuz görünmek için yaşıyoruz.
Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki gündelik sohbetlerimizde bile yapay zekâyı anmadan bir cümle kurmak neredeyse imkânsız hale geldi. Yapay zekâ, birçoğumuza cennetin kapılarını aralıyormuşçasına, kusursuz olmamız için elindeki tüm imkânları cömertçe sunuyor. Özellikle iş dünyasında, bu "karşılıksız bağışlar" adeta çölde bulunan bir vaha gibi sevindirici ve cezbedici görünüyor. Ne var ki bu cazip koşullar, iş dünyasında yalnızca bir rahatlık sunmakla kalmıyor; aynı zamanda devrim niteliğinde bir dönüşümün de fitilini ateşliyor.
Diğer taraftan, bu dönüşümün yalnızca iş süreçlerini şekillendirdiğini düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır. Yapay zekâ, yalnızca kurumsal kimliklerimizi değiştirmekle kalmıyor bireysel kimliklerimizi de kökten dönüştürüyor. AI teknolojisi, bir araç olmanın ötesine geçerek insanların kendilerini inşa ettikleri bir sahneye dönüşmüş durumda.
Kişisel ve profesyonel yaşamlarımızda bizi tanımlayan unsurlar, dijital dünyada köklü bir dönüşüm geçiriyor. Bu süreçte, fiziksel varlığımızın yanında dijital dünyada bıraktığımız izler de kimliğimizin ayrılmaz bir parçası haline gelerek daha çok önem kazandı. Netice de bu değişim, bireylerin iş yapış biçimlerinden öte varoluşlarını da yeniden sorgulamalarına yol açıyor.
Bu doğrultuda, teknolojik araçlar bir yandan sesimizi, yüz ifadelerimizi ve yazım tarzımızı neredeyse kusursuz bir şekilde taklit edebilirken, diğer yandan profesyonel ve sosyal kimliklerimizi idealize etme imkânı da sunuyor. Bu durum, dijital dünyada kendimizi nasıl temsil ettiğimizi yeniden tanımlarken, aynı zamanda gerçeklik ile sanal dünya arasındaki sınırları da giderek belirsizleştiriyor. Sonuç olarak, somut ve sanal olanın iç içe geçmesi özgün benliğimiz ile dijital kimliğimiz arasında giderek derinleşen bir uçurum yaratıyor. Ne yazık ki pek azımız bu değişimin farkındayız. Dijital dünyanın büyüsüne kapıldıkça, öz benliğimiz giderek eriyor ve varlığımız neredeyse bir illüzyona dönüşüyor ve ne yazık ki bu dönüşüm öylesine güçlü bir çağlayan ki, onun akışına karşı durmak bir yana yavaşlatmak bile artık imkansız.
Sosyal Medyanın Psikolojik Etkileri
Sosyal medyanın etkisiyle, yapay zekâ tarafından düzenlenmiş fotoğraflara ve içeriklere artık alışmaya başladık. Bu durum, profesyonel platformlarda da kendini göstermeye başladı; özellikle LinkedIn gibi mecralarda, yapay zekâ destekli içerikler hızla artıyor ve bu içerikler, bireyleri olduklarından daha yetkin ve etkileyici gösterme eğiliminde. Ancak değişim bununla da sınırlı kalmıyor. Yapay zekâ teknolojisi, içerikleri şekillendirmenin ötesine geçip sahte profiller oluşturarak bu profilleri işverenlere "samimi" ve "gerçek" olarak sunma noktasına kadar ilerledi. Geçtiğimiz günlerde LinkedIn üzerinde, yapay zekâ tarafından oluşturulmuş onlarca sahte profil tespit edildi ve bu profiller platformdan kaldırıldı. Ne var ki bu noktada belki de sorulması gereken asıl soru şu: Bir gün bu sahte profiller, gerçek insanları geride bırakmaya başlarsa? İnsani kırılganlıkları olmayan, kusursuz görünen "robot adaylar" varken işverenler neden gerçek insanları tercih etsin?
Yapay zekâ ajanları (AI Agent), çevrelerini algılayabilen, topladıkları verileri işleyebilen ve otonom kararlar alarak ortamı etkileme yeteneğine sahip sistemler olarak hayatın olağan akışına hızla uyum sağlarken bu gelişmeler, yapay zekânın etik boyutunun daha derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Dijital dünyada oluşturulan sahte mükemmeliyet algısı, bireylerin gerçek kimlikleriyle olan bağlarını giderek daha fazla zayıflatırken bu durumun özellikle gençler üzerindeki etkisine de daha çok odaklanmalıyız. Kaldı ki bana göre bu durum yalnızca bireysel bir problem olmanın ötesine geçerek toplumsal bir soruna da dönüşmüş durumda. Gençler, sürekli olarak "ideal" olana yönelirken, kendi özgün benliklerinden uzaklaşıyor ve bu koşullar altında kimlik oluşumları derinden yara alıyor. Bu koşullar altında, dijital dünyanın gençler üzerindeki psikolojik ve sosyal etkilerinin derinlemesine incelenmesi her zamankinden daha önemli hale geliyor. Dijital kimlik ile gerçek benlik arasındaki farkın giderek açılması, gençlerin özgünlük algısını ve kimlik gelişimini doğrudan etkiliyor. Bu nedenle, bu dönüşümün uzun vadeli sonuçlarını anlamak ve bilinçli çözümler üretmek, bireysel ve toplumsal düzeyde bir zorunluluk haline gelmektedir.
Bununla ilgili olarak, Royal Society for Public Health tarafından yapılan bir araştırma, Instagram'ın gençler üzerinde en olumsuz psikolojik etkiye sahip platform olduğunu ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, University of Pennsylvania tarafından yürütülen bir çalışma, sosyal medya kullanımının yalnızlık ve depresyonu artırdığını kanıtlamıştır. Bu çalışmaya göre sürekli olarak başkalarının "mükemmel" hayatlarını görmek, bireylerde yetersizlik ve yalnızlık hissini derinleştirmektedir.
Tam da bu nedenlerle, sosyal medyanın olumsuz etkilerini azaltmak için "dijital detoks" gibi uygulamalar son zamanlarda yaygınlaşıyor. Belki de bazılarımız, yaklaşan bu tehlikenin farkına varmaya başladı. Ancak sizce bu farkındalık, dijital dünyanın büyüsüne kapılmış geniş kitlelere ulaşabilecek mi? Ne yazık ki, bunun yakın zamanda gerçekleşeceğini düşünmüyorum. Dijital dünyanın sunduğu anlık hazlar ve kusursuz görüntüler, insanları kendine bağlamaya devam ediyor. Gerçek ile sanal arasındaki çizgi giderek bulanıklaşırken, toplumsal bir uyanış için bir kırılma ânına ihtiyacımız var. Dijital benliğimiz ile gerçek kimliğimiz arasındaki uçurum derinleştikçe, belki de ancak bir kriz ânında bu büyülü aynaya bakmayı bırakıp gerçek dünyaya dönmenin önemini fark edebileceğiz. O an geldiğinde, teknolojiye bilinçsizce teslim olmanın yerine onu bilinçli bir şekilde yönlendirmeyi öğrenmemiz gerekecek.
Dijital Yabancılaşma Çağında Öz Benliğimiz
Dijital benliklerimiz gerçeğin bir yansıması olmanın ötesine bizi teslim almaya başladı. Ne var ki insan, kendisine ikinci bir ben yaratmaya başladığında, varoluşsal bir çelişkiye de sürüklenir. Böylece dijital bir evrende idealize ettiği kimliği ile gerçekte var olan arasındaki uçurum büyüdükçe, birey öz benliğinden uzaklaşmaya başlar. Zamanla bu durum bireysel bir sorun olmaktan çıkıp kültürel özgünlüğün de kaybolmasına neden olabilir.
Teknolojinin kasırgasına kapılan insanlar iç dünyalarındaki yapay ikizlerinin başarılarına bakarak kendi hayatlarını eksik hissederken sanki Nietzsche’nin "Değerlerin Yok Oluşu" diye ifade ettiği bir durum vücut buluyor. Özgünlük, yerini taklide bırakırken; derinlik, parlak bir yüzeyin ardında kayboluyor. Bu durum, Nietzsche’nin nihilizm kavramlarını, özellikle de pasif ve aktif nihilizm ayrımını yeniden sorgulamamıza neden olmaktadır.
Nietzsche, pasif nihilizmi, değerlerin çöküşü karşısında bireyin umutsuzluk ve eylemsizlik içine gömüldüğü bir anlamsızlık hali olarak tanımlar. Aktif nihilizm ise, bu değer boşluğunu yeni değerler yaratmak için bir fırsat olarak tanımlanır.
Bu bağlamda pasif nihilizm bir hastalık, aktif nihilizmi ise iyileşme sürecinin başlangıcıdır. Nietzsche, bu nihilizm krizini aşmak için "üst-insan" (Übermensch) kavramını öne sürer. Üst-İnsan, geleneksel değerleri reddedip kendi değerlerini yaratan, yaşamı "evet" diyerek kucaklayan bireydir. Burada insan güç istenci ile hareket eder ve yaşamı güçlendiren, yaratıcılığı teşvik eden bir anlayışı benimser. Acıyı bir engel olarak görmek yerine dönüşümün bir aracı olarak değerlendirir. Böylece insan, her defasında eski versiyonunu aşarak kendisine yeni bir varoluş biçimi inşa eder.
Yapay zekânın bugün için bizi tehdit eden en yıkıcı etkisi işlerimizi elimizden almasından öte bizleri pasif nihilizmin batağına sürüklemesiyle ilişkilendirilmelidir. Günümüz dünyasında birey, dijital ikizini yarattığı bir bağlamda varoluşsal otantiklikliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu anlamda dijital benliği, gerçek benliğinin yerini alırken, insan olmanın özünde yatan kırılganlıkları, zaafları ve özgünlüğü giderek silikleşmektedir.
Varoluşsal Parçalanma
Bireyin kendisine ikinci bir ben yaratma süreci, ruhunda belirginleşen bir varoluşsal parçalanma ile başlar. Dijital ikiz, insanın gerçekliğine düşen bir gölge gibi büyüdükçe, benlik bütünlüğü çatırdar. Tıpkı Platon’un mağarasındaki tutsakların gölgelere inanması gibi, insan da kendi yarattığı sanal imaja tapınmaya başlar. Buradaki trajedi, dijital ikizin asla doymak bilmeyen bir açlıkla sürekli mükemmelleştirilmesidir. Gerçek benlik, bu süreçte adeta bir hayalete dönüşür; beden ve ruh, avatarların soğuk ışığında erir.
Dijital ikiz ile gerçek benlik arasındaki uçurum, Nietzsche’nin pasif nihilizm dediği ruh halini besler. Yetersizlik hissi, mükemmel avatarın gölgesinde büyürken, anlamsızlık, gerçek dünyanın sıradanlığı ile sanal dünyanın parıltısı arasındaki tezatla derinleşir. Sonunda, sosyal medyada “beğeni” toplayan sahte benlik, gerçekte içi boş bir kuklaya dönüşür.
Bir an için TikTok’ta 10.000 takipçisi olan bir genci, odasında yalnız başına otururken hayal edin. Ekranın parlak ışığı söndüğünde, elinden telefonu alındığında, geriye kalan yalnızca sessiz bir oda ve yüreğindeki boşluk hissi olacaktır. Peki, bu genç, o boşluğu nasıl doldurabilir? İşte bu kişi, pasif nihilizmin dijital çağdaki yüzünü temsil etmektedir. O, başarı illüzyonu ile varoluşsal çürümenin el ele yaşamlarımızı ele geçirdiği sahte bir gerçeklik algısının canlı bir örneğidir. Dijital dünyada parlayan yıldız, gerçek hayatta içi boş bir kuklaya dönüşmüştür.
Bununla birlikte, yapay zekâyı aktif nihilizmin bir aracı olarak benimseyen bireylerin varlığını da göz ardı etmemek gerekir. Örneğin, sosyal medyayı yalnızca tüketim odaklı bir mecra olarak görmek yerine anlamlı içerikler üreterek toplumsal farkındalık yaratan aktivistleri bu bağlamda değerlendirebiliriz. Günümüzde bu tür örnekler henüz sınırlı sayıda olsa da yine de geleceğe dair umutlarımızı yeşertmeye yetecek kadar güçlü bir etki yaratmaktadır.
AI Dejenerasyonu
AI tarafından şekillendirilen kimlikler, sahte bir kusursuzluk algısını besleyerek toplumsal dejenerasyonun temelini atabilir. Bu noktada, dejenerasyon kavramına dair bir açıklama yapmak uygun olacaktır. Aristoteles’e göre dejenerasyon (bozulma, yozlaşma), bir varlığın ya da sistemin doğal amacından (telos) saparak ideal formunu yitirmesi anlamına gelir. Yapay zekânın etik değerleri zedelediği bir senaryoda, bu yozlaşmanın kaçınılmaz olacağını düşünebiliriz.
Özellikle yapay zekâ kullanımında eşitlikçi yaklaşımlar, açık kaynak kodları gibi unsurlar, toplumsal adalet ve fırsat eşitliğini vurgulayan önemli yansımalar olarak görülebilir. Ancak, yapay zekânın sunduğu avantajlardan yalnızca belirli grupların faydalanması, uzun vadede toplumsal dengesizlikleri derinleştirecek ve nihayetinde Aristoteles’in dejenerasyon tanımıyla örtüşen bir yozlaşma sürecini de hızlandıracaktır.
Aristoteles’e göre dejenerasyon, doğal düzenin bozulması, erdemin yerini çıkarcılığın alması ve toplumların öz doğalarından sapmasıyla gerçekleşir. Bu nedenle, ideal yönetimin korunması ve bireysel erdemin geliştirilmesi, dejenerasyonu önlemenin en temel koşulları arasındadır. Günümüzde bu koşullar, yapay zekânın etik çerçevede ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak bu sayede, teknolojik gelişimin toplumsal yapı üzerindeki olası olumsuz etkilerini dengeleyebilir ve etik değerlerin korunmasını sağlayabiliriz.
Öte yandan, bu alanda hiçbir adım atılmadığını söylemek de doğru olmaz. Günümüzde yapay zekâ algoritmalarının şeffaf ve denetlenebilir olması gerektiği, uzmanlar tarafından titizlikle ele alınan bir konu hâline gelmiştir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin Yapay Zekâ Düzenlemeleri (AI Act), algoritmaların nasıl çalıştığının açıkça belirtilmesini ve insan haklarına saygılı olmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak, bu alandaki düzenlemelerin kapsamının genişletilmesi gerektiği de açıktır.
Belki de devletlerin yapay zekâ eğitim programlarına yatırım yaparak bu teknolojilere erişimi olmayan toplulukları desteklemesi daha kapsayıcı bir yaklaşımın benimsenmesini sağlayabilir. Mikro düzeyde ise şirketler, kendi iç işleyişlerinde etik kurullar oluşturarak yapay zekâ algoritmalarının adil ve insan haklarına uygun olup olmadığını denetleyebilir. Bu tür önlemler, yapay zekâyı yalnızca belirli bir kesimin hükmünde tutmak yerine bu teknolojiyi tüm toplumun yararına olacak şekilde geliştirmeyi sağlayabilir. Böylece, AI ile inşa edilecek yeni dünya düzeni, yalnızca teknik bir devrim olmanın ötesine geçerek daha eşitlikçi ve etik temellere dayalı bir sistemin oluşmasına katkıda bulunabilir.
Son Söz
Bu noktada asıl mesele, dijital ben ile gerçek ben arasındaki dengeyi koruyabilmek ve yapay zekânın kullanımına dair etik değerleri ortak bir toplumsal mutabakat çerçevesinde ele almaktır. Bu noktada “Etik” kavramı, teknolojik dönüşüm sürecinde son savunma hattı olarak karşımıza çıkıyor.
Aristoteles’e göre her varlığın bir telos’u, yani nihai amacı vardır ve insanın telos’u, erdemle toplumsal uyum içinde yaşamaktır. Ancak yapay zekâ, bu doğal yönelimi saptırarak insanı mükemmellik saplantısına sürüklüyor; erdem yerine faydacılığı yücelten bir sistem içinde bireyi bir nevi kuklaya dönüştürüyor. Nasıl ki Aristoteles demokrasinin çıkarcılığa dönüşmesini yozlaşma olarak görüyorsa, yapay zekânın adaletsiz dağılımı da toplumsal dengeleri sarsıyor. Zenginler, dijital ikizlerini mükemmelleştirirken, yoksullar kendi gerçekliklerine mahkûm ediliyor. Bu durum, sınıfsal ayrımları derinleştiren ve toplumsal çöküşü hızlandıran yeni bir çağın habercisi olabilir.
Özellikle yapay zekânın metalaştırılması ve belli kesimlere özel yapay zekâ çözümlerinin geliştirilmesi, bu kayıpları daha da hızlandıracaktır. Günün sonunda, giderek kutuplaşan toplumsal dinamikler, bireyi "üst-insan" idealine ulaşmak yerine, pasif nihilizmin gölgesinde kaybolmaya itebilir. Dijital dünyanın sunduğu yapay kimlikler, insanı kendi varoluşsal anlamından uzaklaştırarak, yüzüne geçirdiği sanal bir maskeyle amaçsız bir yaşam sürmeye mahkûm edebilir. Eğer yapay zekânın etik kapsamı güçlü bir iradeyle somutlaşmazsa, bu distopik senaryonun gerçekleşmesi an meselesi olacaktır. Öyle ki insanlık tarihinin büyük dönüşümlerinde etik ilkelerin her zaman teknolojik ilerlemeye yetişmekte zorlandığına tanık olmuşuzdur.
Yine de Aristoteles’in “erdemli toplum” ideali ile Nietzsche’nin “güç istenci” fikrinden beslenen insanlığın, bu ikilemin ötesinde üçüncü bir yol bulacağına inanmak istiyorum. Bu ikilemden çıkış, bireyin kendi olma cesaretini göstermesinden geçiyor. Burada verilebilecek en anlamlı öğüt belki de Nietzsche’nin şu sözlerinde saklıdır: “Kendi dağınız olun!” Yapay zekânın büyülü aynasına bakarken, aynadaki yansımaya değil, aynayı tutan ele odaklanmalıyız. Gerçek güç, algoritmalardan çok insanın özgün varlığında yatar.
Belki bir gün, dijital ikizlerimizle vedalaşıp gerçek dünyanın çamurlu sokaklarında yürümeye cesaret edeceğiz. İşte o gün, kusurlu ama otantik insanın zafer günü olacak.
Yazarlar:
Mehmet Tolga Görgülü
Gülru Baldoğan Erkal
Yorum Bırakın