İnsanı hangi sınıra kadar kabul edebilirim?”
Şeytanın görünüşüne dair pek çok tasvir vardır: Kimisi onu kırmızılar içinde, kimisi elinde mızrakla, kimisi ise boynuzlu olarak hayal eder. Ancak gerçek görüntüsü muhtemelen her zaman bir bilinmez olarak kalacaktır. Kitapta da bahsedildiği gibi, belki şeytanın kendisi gelip nasıl göründüğünü anlatsa bile, insan beyni bunu algılayamayacaktır.
Şeytanın Günlüğü’nde ne kırmızı gözlü, mızraklı bir şeytan var ne de boynuzlu bir iblis. Bu şeytan, kanlı canlı, senin benim gibi görünen biri. Yeryüzünde dolaşabilmek için kendine bir insan seçiyor, onu öldürerek suretini alıyor ve artık dünya üzerinde var oluyor. Onun “insan askısı” ise insanları seven, onlar için para harcayan bir milyarder. Ne kadar da ironik, değil mi?
Peki, şeytan neden ölümlü bir bedende yeryüzüne inmeyi tercih eder? Cevap onun için oldukça basittir: Şeytan sıkılmıştır ve oyun oynamak istemektedir…
Şeytan, yardımcısı Toppi ile Roma’ya doğru bir yolculuğa çıkar. İtalya’ya vardıklarında ise onları bir kaza beklemektedir. Bu kaza, şeytanın insan yaşamındaki en önemli anlarından biri olur, çünkü macerasını başlatan kıvılcım budur. Kaza sonrası sığındıkları evde, insanlardan hoşlanmayan bir ev sahibesi ve onun kızıyla tanışır. Şeytan, bu evde en insani duyguları derinden hissetmeye başlar. Üstelik, ev sahibinin kızı yalnızca güzel değildir, aynı zamanda tanıdıktır da. Şeytan, karşısındaki bu büyüleyici genç kadının Meryem Ana olduğunu düşünür…
Güçlü ve kudretli bir varlıkken, aciz ve savunmasız bir insan bedenine geçen şeytan, beklentilerini karşılayabilecek midir? Peki ya duygular? İnsan ruhunun binbir çeşit duygusuyla baş edebilir mi?
Kitap, akıcı bir dille yazılmış ve sonunu merak ettirecek şekilde ilerliyor. Beni tek rahatsız eden nokta, şeytanın çoğu zaman safça davranması oldu. Şeytan bile insan karşısında savunmasız kalabiliyor, gardını indirebiliyordu. Ama belki de hikâyenin amacı tam da buydu: Din tacirlerinin, politikacıların ve kötülüğü amaç edinmiş insanların yanında, şeytan kimdi ki?
Yorum Bırakın