Pavlov'un Distopyası: Otomatik Portakal

Pavlov'un Distopyası: Otomatik Portakal
  • 2
    1
    0
    0
  • Yönetmen koltuğunda Stanley Kubrick'in bulunduğu ve başrolde ise Malcolm McDowell'ın harikalar yarattığı Otomatik Portakal, Anthony Burgess’in aynı isimli kitabının bir uyarlamasıdır. Film, şiddet ve cinselliğin hakim olduğu bir distopyada geçiyor. Fütüristik mekan ve kıyafet seçimleriyle bu atmosfer başarılı bir şekilde sağlanmış. Ayrıca Anthony Burgess’in bu distopya için kendi oluşturduğu Nadsat adlı dilin filmde kullanılması da cabası. Tabii filmi orijinal dilinde izleyenler için ilk başta kafa karıştırıcı olabilir çünkü kitapta sırf bu uydurma dil için bir sözlük var! Film, senaryo olarak iki ana bölüme ayrılmış diyebiliriz. Anti kahramanımız Alex DeLarge, filmin ilk yarısında çetesiyle birlikte sokaklarda dehşet saçarken hepimiz içten içe ona nefret duyarız. Adalet kavramı yerle bir edilmiştir. Kavga ve tecavüz sahneleri neredeyse komik denebilecek bir mizansen ile karşımıza koyulmuştur. Şiddetin bu kadar rahatsız edici biçimde vurgulanması "Yok artık daha neler!" dedirtse de aslında vandalizmin günümüz toplumunda ne kadar normalleştirildiğine dair bir iğnelemedir. Filmin dönüm noktası olan, Alex’in çetesi tarafından ihanete uğrayıp hapse düşmesi ile ikinci bölüme geçiyor; Alex’in suçludan kurbana dönüşümüne şahit oluyoruz. O artık Alex DeLarge değil, mahkum numarası olan 655321’dir. Alex, hapishanede İncil’i okumaya başlar ve kendini İsa’yı kırbaçlayanlardan biri olarak hayal eder. Kitabın geri kalanının yeminli konuşmalardan ibaret olduğunu ama Yahudilerin birbirlerini öldürüp şarap içtiği, karılarının hizmetçileriyle yatağa girdiği bölümleri sevdiğini söyler. Kutsal kitabın içerdiği cinsellik ve şiddetle Alex'in hayallerinin kesişmesinin, dinlere yapılan ironik bir gönderme olduğunu söyleyebiliriz. Alex, hapisaneden kurtulmak için bu İncil okumalarını kullanarak pederi kandırır ve Ludovico Tekniği adı verilen deneye kabul edilir. Ludovico tekniği kabaca Pavlov’un köpeklere uyguladığı klasik koşullanma deneyinin insanlara uygulanması, yani şiddete karşı bir refleks geliştirerek bireylerin ıslah edilmesi olarak açıklanabilir. Pederin deney hakkındaki düşünceleri ve etik sorgulaması filmin vermek istediği en önemli mesajdır: “Bu teknik gerçekten iyi bir adam yaratıyor mu? İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir. Bir insan seçemezse insanlıktan çıkar.” Ayrıca bu tekniğin devlet tarafından geliştirilip uygulanması da fevkalade bir sistem eleştirisi niteliğinde. Bireylerin elinden özgür iradelerini alarak onları zorla “iyi” kalıbına sokup otomatikleştiren devlet kendi şiddetini meşrulaştırmıyor mu aslında? Alex’e şiddet görüntüleri izletilirken bir yandan ilaç enjekte edilir. Bu ilaç midesini bulandırır ve bulantıyla şiddeti şartlandırır. Lakin bu esnada hesapta olmayan bir şey vardır; fonda çalan 9. Senfoni. Alex’in en büyük tutkusu Beethoven’dir. Böylece şiddet görüntüleriyle birlikte 9. Senfoni’ye de şartlanır Alex. Artık tedavisi tamamlanmıştır ve o “normal bir birey” haline getirilip topluma kazandırılmıştır. Fakat Alex sokaklara geri döndüğünde filmin ilk bölümünde şiddet uyguladığı herkesin şiddetine maruz kalır. Bu da bizi filmin ilk yarısında söylenmiş “Şiddet şiddeti doğurur.” sözüne götürüyor. Alex, artık birer polis olmuş çete arkadaşları tarafından işkenceye uğrayınca yardım arayışıyla kendini yakınındaki ilk eve atar. O evin, karısına gözlerinin önünde tecavüz ettiği yazarın evi olduğundan bihaberdir. Ancak yazar yıllar sonra onu ilk başta tanımaz ve hükümeti devirmek için günah keçisi olarak kullanmak ister. Alex’in banyoda tıpkı tecavüz esnasında söylediği gibi “Singin' in the Rain” söylemesiyle yazarın kafasında taşlar yerine oturur ve Alex’in kim olduğunu anlar. Öfkeden deliye döner ve Alex’e 9. Senfoni dinleterek psikolojik şiddet uygular. Alex dayanamayıp intihar eder ve hastanede uyanır. Bu sırada ekrana gazete kupürleri verilir ve birinde “Alex DeLarge” değil “Alex Burgess” yazmaktadır. Anthony Burgess’a yapılan bu güzel göndermeyi de söylemeden geçmeyelim. Alex tekrar “iyileşmiştir” yani özüne dönmüştür. Freudyen bir yorum getirmek gerekirse süperego altında ezilen id tekrar kontrolü ele almıştır. Onu ziyarete gelen bakan ile gülümseyip kameralara poz verir, yine şiddet ve cinsellik hayalleri kurarken ironik bir ses tonuyla “Şüphesiz iyileşmiştim.” der. Artık Alex de en az yanındaki devlet adamı kadar ikiyüzlüdür. Otomatik Portakal, yaptığı göndermeler ve eleştiriler ile çok katmanlı bir film. 1971 yılında çekilmiş olmasına rağmen günümüzdeki toplum ve devlet yapısına benzerliğiyle bir öngörü niteliği taşıyor. Müziğin ve dekorun başarılı kullanımıyla vermek istediği duyguları doruklarda hissettiriyor. Filmin ilk yarısında Alex’ten nefret ederken ikinci yarısında ona sempati duyuyoruz. Bu duygu değişimlerini 2 saatlik bir zaman diliminde yaşatabilmek ise her filmin harcı değil.

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.