Bir mağara.
Karanlığın hüküm sürdüğü, zamanın silikleştiği, yalnızca yankılarla var olan bir dünya. Burada doğanlar, gözlerini ilk açtıklarında karşılarında yalnızca taş duvarı görürler. Başlarını çeviremezler, zincirler bileklerine değil, düşüncelerine vurulmuştur. Önlerinde titreyen gölgelerden ibaret bir gerçeklik içinde yaşarlar. O gölgeler, onlar için hakikatin ta kendisidir. Sesler yankılanır ama asıl kaynağı bilinmez. Bütün hayatları boyunca, başkalarının onlara sunduğu bu yanılsamayı öğrenirler. Gölgelerle büyürler, gölgelerle konuşurlar, gölgelerle ölürler.
Bilginin değeri gölgeleri tanımaktan ibarettir burada. En bilge kişi, en çok gölgeyi ezberleyendir. En saygı duyulan kişi, duvarda olup bitenleri en iyi yorumlayandır. Ama sorgulamak? İşte bu tehlikelidir. Çünkü hakikat, şüpheyle başlar ve şüphe, insanı yerinden eder. O yüzden mağarada herkes rahattır. Herkes ne görmesi gerekiyorsa onu görür, ne duyması gerekiyorsa onu duyar.
Ama bir gün, içlerinden biri zincirlerinden kurtulur. İlk başta ne olduğunu anlamaz. O kadar uzun zamandır aynı şekilde yaşıyordur ki, hareket etmek bile bir ihanet gibi gelir. Çünkü bilmediği bir dünyaya bakmak zorunda kalacaktır. Ama bir şey onu iter; adı konulamayan bir huzursuzluk... Sanki bir ömür boyu farkında olmadan yanlış bir şeyin içinde yaşamıştır ve şimdi o yanlışın duvarları çatlamaktadır.
Ve o içsel güç ile başını çevirdiğinde ışıkla karşılaşır. O an, gözleri kamaşır. Canı acır. Bir şeylerin yıkıldığını ve içindeki inşaatın başladığını hisseder. Bildiği her şey, ayaklarının altından kayıp gitmektedir. Zira hakikat, insanın ilk anda kaldırabileceği bir şey değildir. O an, iki seçenek vardır: Ya eski düzenine dönecek ve gözlerini kapayacaktır ya da gözyaşları içinde olsa bile ışığa bakmaya devam edecektir.
İnsan ruhu, bu noktada ikiye ayrılır. Bazıları, gerçeğin yanıtını aramaktan vazgeçer. Zira gerçeğin ağır yükü, alışılan dünyayı yerle bir eder. Düzenli, tahmin edilebilir, güvenli olanı terk edip bilinmeyene adım atmak… İşte, bu dayanılmaz bir yük olur. Hakikat, yalnızca bir bilgi değil, insanın kendisini baştan yaratmasını zorunlu kılan bir yıkımdır.
Bu yolculuk, insanın içsel dönüşümünün ta kendisidir. Tıpkı Kafka’nın "Dönüşüm" eserinde olduğu gibi. Gregor Samsa, eski yaşam biçiminin zincirlerinden kurtulup bir böceğe dönüşür. Fakat bu dönüşüm, sadece bedensel değil, ruhsal bir yıkımın ardından başlar. Gregor’un dünyasında her şey başkalarının talepleriyle şekillenirken, bir sabah kendi varlığıyla karşı karşıya kalır. Bu, tıpkı mağaradan dışarı çıkan kişinin yaşadığı şok gibidir. Eski düzeni terk etmek, o düzenin temellerine kadar sarsılmasını gerektirir. Ancak bu tür bir yıkım, yeniden inşa edildiğinde anlam kazanır. Gregor’un hikayesinde olduğu gibi, dönüşüm de başlangıçta korkutucu hatta acı vericidir. Fakat nihayetinde gerçeği görmek, insanı yepyeni bir varoluşa taşır. Ve insanın kendisini gerçekleştirmesinin itici gücü de işte tam da burada başlar.
Ve o, bu bilinçle dönmeyi reddeder. Adımlarını mağaranın dışına doğru atar. Her adımda gözleri biraz daha alışır, her adımda içindeki sis biraz daha dağılır. Sonunda, mağaranın çıkışına varır. Ve dışarı çıkar. İlk kez gökyüzünü görür. İlk kez güneşin ışığı gözlerinin içine işler. Gözleri sulanır, bedeni titrer, zihni allak bullak olur. Çünkü dünya, sandığından çok daha büyüktür. O güne kadar gölgelerden ibaret sandığı şekillerin gerçek halleri vardır. Gölgeler basittir, düz, kolay algılanabilir… Ama gerçeğin detayları vardır.
İlk kez suya bakar ve kendi yansımasını görür. Bir an, gözleri bu yüzü tanımakta zorlanır. O zamana dek bildiği her şeyin, her hareketinin yabancılaştığı bir boşlukta bulur kendini. O yüz, kendi yüzüdür ama sanki başka birinin kimliğiyle kesişmiştir. Ellerini suya uzatır ama her dokunuş, yansımanın daha da kaybolmasına neden olur. O an, kendini bulmaya çalışırken, aslında kaybolduğunu fark eder. Bir ömür boyu sadece gölgeleri tanımış biri için, kendi suretiyle karşılaşmak yıkıcıdır. Çünkü mağarada öğrendiği her şey, varoluşunu başkalarının ona gösterdiği biçimde kabul etmesine dayanıyordu. Oysa burada, kim olduğunu yalnızca kendisi keşfetmek zorunda. İşte bu, özgürlüğün ilk tokadıdır. Ve o an anlar ki hakikat, sadece gerçeği görmek değil, aynı zamanda kendi kendini yeniden inşa etmektir.
Ama bu yeterli değildir. İçinde bir sorumluluk hisseder. Mağarada bıraktıkları, hala zincirlenmiş halde gölgeleri izlemektedir. Onlara gerçeği anlatmalı ve onları kurtarmalıdır. Bu yüzden geri döner. Fakat mağarada karşılaştığı şey, beklediğinden çok daha ürkütücüdür. Tıpkı Gregor’un ailesinin ona yabancılaşması gibi, mağaradaki insanlar da onu anlamazlar, hatta ona düşman olurlar. Zira en tehlikeli fikir, insana kendi zincirlerini hatırlatan düşüncedir. İşte bu yüzden hakikatin soğuk dokunuşu, sıcak yalanların rahatlığını tehdit eder. Onlar, gölgelerle yaşamaya devam etmeyi seçerler. Çünkü konfor, hakikatten daha cazip gelir.
Ve o an, hakikati gören kişi şunu fark eder: Gerçek, gerçekten özgürlük müdür? Çünkü o artık mağaraya ait değildir ama dış dünyaya da tam olarak dahil olamamaktadır. Eski dünyası parçalanmış ama yeni dünyasında da tek başına kalmıştır.
Ve işte burada, asıl trajedi doğar. Bazıları, zincirlerinden kurtulmak yerine sonsuza kadar karanlıkta kalmayı seçer. Zira ışık, herkesin göğüsleyebileceği bir şey değildir. Ve mağaradan çıkanların kaderi, çoğu zaman yalnızlıktır. Çünkü hakikati gören, artık onu görmemiş gibi yapamaz.
Ve belki de en büyük soru budur:
Özgürlük, gerçekten hakikatte mi, yoksa zincirlerin tanıdık suretinde mi?
Çünkü bazen hakikatin ağırlığı, cehaletin huzurundan daha taşınamaz gelir insana.
Yorum Bırakın