“Belki de o günleri ‘sıradışılığın sıradanlaştığı dönem’ diye tanımlamak mümkün.”
Belirsiz bir “şey” ile başlıyordu kitap. Hissedilen bir tehdit vardı; ancak kimse ondan açıkça bahsetmiyordu. Karakterimiz, terk edilmeye yüz tutmuş bir şehirde yaşıyordu. Ne zaman işlerin tersine dönmeye başladığını söylemek zordu. Sadece, herkesin kötüye gittiğinin farkında olduğu kesindi. Bu farkındalık aşama aşama mı olmuştu, yoksa bir anda mı? Belki de insanlar bunu hep biliyordu ama içten içe inkar ediyorlardı.
Yaşadığı yerde binalar artık sahiplerine ait değildi. Daha çok, “kim bulduysa ve kim daha hızlı yerleştiyse” ona ait hale gelmişti. Bu yüzden çevrede çeşit çeşit insanın bulunması şaşırtıcı değildi.
Karakterimizin başına bir şey gelmişti. Ona bir çocuk bırakılmıştı: 12 yaşındaki Emily Cartright. Açıklama yapılmadan, bir gün aniden kapısında beliren bir adam, kızı bırakıp gitmişti. Artık Emily onun sorumluluğundaydı — böyle söylenmişti. Garipti belki ama garip de değildi. Yaşanan onca şeyden sonra insan her şeye alışıyordu. Garip olan, artık yeni “normal” haline gelmişti.
Emily ilk başta küçük bir kız gibi görünüyordu ama hal ve tavırları, konuşmaları bir şeyleri değiştiriyordu. Kendine fazlasıyla hakim, biraz fazla yetişkin gibi konuşan, zaman zaman da garip davranışlar sergileyen bir kızdı. Zekiydi ama sığ bir bakış açısına sahipti. Bu, gençliğine ve toyluğuna bağlanabilirdi. Toplumun değer yargılarını yansıtıyordu bir yerde — ama sadece iyi olanları değil…
İnsanların bir duruma adaptasyon hızı beni her zaman şaşırtmıştır. Bu durum ister iyi, ister kötü olsun; insanlar her şeye kolayca alışıyor. Hatta alışmakla da kalmıyor, eğer durum rahatsız ediciyse, çoğu zaman bunu farkına varmadan görmezden gelerek yaşamaya devam ediyor. İnkar devreye giriyor. Her şey sanki olması gerektiği gibiymiş gibi davranılıyor. Hayat normalmiş gibi sürüyor. Herkes rolünü oynuyor. Ama asıl soru şu: Bu, insanların iyiliğine mi, yoksa kötülüğüne mi? Belki de bu kadar kolay adapte olamasaydık, alışmasaydık, görmezden gelmeseydik hayatı sürdürmek mümkün olmazdı…
Ele alınan birçok konu vardı: kadına biçilmiş roller, toplumdaki görünmez kurallar ve bağlar, yetişkinlik ve gençlik arasında ister istemez oluşan uçurum, gençlikte yaşanan fırtınalar…
“Hayatta Kalma Güncesi”nin gösterdiği şey şuydu: Dünyada, çevrede ne olursa olsun insan yine insandı; çocuk yine çocuk, ergen yine ergendi. Etrafındaki sorunlar, insanın içinden gelenleri bastıramıyordu. İçsel fırtınalar da dönemsel problemler kadar gerçekti ve görmezden gelinmiyordu. Hayat devam ediyordu. Ve insan, insandı işte…
Yorum Bırakın