Bir yazarın kelimeleriyle cümlelere yüklediği anlamı bir ressam da boyaları ile resmine yükler. İşte bugün İtalyan bir ressamın fırçalarındaki mesajları Türk bir öykücünün satırları arasında olduğunu göreceğiz. Ressamımız Eugene de Blaas. 1843’te Albano’da doğdu. Onun iki değerli tablosu bizlerle olacak. İlk olarak Eugene de Blaas’ın Arkadaşça Dedikodu tablosuna bir göz atalım.

Harika çizgilerle bezeli detaylarıyla dönemi ve dönemin ruhunu başarıyla yansıtan bir tablo. Bu tabloda kadınlar kulaktan kulağa ne anlatıyorlar, kapıdaki adam neye dikkat kesilmiş dinliyor bilinmez. Ancak bilebileceğimiz bir şey var ki onu da Sait Faik Sarmaşıklı Ev öyküsünde dile getirmiş:
‘Gününe bağlı. Güzel günü olur cıgaran, paran varsa… Ocak yanarsa…Çorba pişerse, yük çıkarsa…Tıngırın varsa…Keyfin gıcırsa…
-Doğru, her şey şarta bağlı şunun şurasında.’
Öyle gerçekten şu kısacık fani hayatta her şey şarta bağlı. Dedikodu da. Burada dedikodunun iyi bir eylem olduğunu söylemiyorum. Ancak keyfin yerinde olacak ağzının tadı olacak o dedikoduyu yapabilmek içinde. Sonuçta ana fikirde dedikodu da iki lafın belini kırmaktır. Burada Eugene de Blass tablosunu Arkadaşça Dedikodu olarak adlandırdığı için tabloyu o perspektiften yorumluyoruz. Yoksa derin koyu sohbet eden üç kadın onların söylediklerine kulak misafiri olmaya çalışan bir adam görmekteyiz. Öyle olunca Sait Faik’in sözleri daha fazla anlam kazanıyor. Demek bu üç kadının keyfi gıcır günleri güzel eh ocakları da yanıyor.
Kapının arkasından konuşulanları duymaya çalışan şapkalı adama bakalım. Eugene de Blaas fırçasıyla çok özel bir tiplemeye imza atmış. Şapkalı adam bu tabloda belki de kendisiyle ilgili arkasından konuşulan bir mevzuyu anlamaya çalışıyor. O yüzden dikkat kesilmiş olabilir. Ressamımız bu duyguyu çizgileriyle renkleriyle tabloya harika bir şeklinde aktarmış. Bu adamın duruşu basit bir dedikoduya tanıklıktan ibaret değil -bence-. Çünkü hayatta hepimiz belli kapılarda durup belli kapılardan geçerek bir şeylere istemeden tanıklık ediyoruz. O şapkalı adam hepimiziz. Sait Faik’e mikrofon tutarsak Hişt Hişt öyküsünden seslenir bize, der ki:
‘Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses ismimizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.’’
Şapkalı adamın iç sesini dile getirmiş sanki!! Onun kulağının dibinde tam kapının ardında hanımlar belki de ismini fısıldamakta…
O şapkalı adamın ahvaline son bir darbeyi de başka bir öykücünün satırları ile vuralım. Bu isim Anton Çehov ve onun Çukurda isimli eseri. İşte şimdi de bu satırlara bakalım:
‘Kuşa dört değil, iki kanat uygun görülmüş, çünkü iki kanada uçmayı bilir; insana da her şeyi değil, sadece yarısını, ya da çeyreğini bilmek uygun görülmüş. Yaşamak için ne kadar gerekirse o kadar bilir.’
Çehov bu satırları ile başta Blaas’ın resmettiği Şapkalı adam olmak üzere onun resmindeki tüm karakterlere bir ayar çekiyor. Yaşamak için ne kadar gerekirse o kadar bilmek en iyisi değil mi Blaas?
Şimdi Eugene de Blass’tan başka bir tabloya bakalım. ‘Ayaküstü Sohbet’.

Yaptığı sohbetin etkisiyle gülümseyen siyah saçlı sempatik bir kadın ve ona iştirak eden yüzünde neşeli bir ifade saklı siyah bıyıklı, sakallı şapkalı bir adam baş karakterimiz. Bu tablosunda kadının kıyafeti o kıyafetteki detaylar, su güğümleri adamın taşıdığı saman baştan başa dönemi ve kişilerin ahvallerini yansıtmakta.
Ancak benim burada ressamımız Eugene de Blass’a bir itirazım olacak. Tablosuna ‘Ayaküstü Sohbet’ ismini vermiş çok yumuşak çok hoş bir isim. Lakin kızla oğlan arasında sohbet ayaküstü olabilir ancak aralarında gönülden gönle bir sohbet gözlemliyorum.
Hatta öylesine gönülden bir sohbetin ifadesi demlenmiş ki yüzlerine Sait Faik’in meşhur öyküsü Alemdağ’da Var Bir Yılan’ın satırlarının arasında yaşıyor. İşte şöyle: Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.

Yorum Bırakın