Merhaba... Kasım?
Melih, genç, sırt çantalı, sabit bir saç stili olmayan; bir ilçe devlet hastanesinde bilgi işlemci olarak çalışıyordu. Hayatından memnundu. Sigortası düzenli yatmakta, üç çeyrek altın ve iki yüz elli beş doları ile yatırımlarını yapmaktaydı. Askerliğini geçen sene bedelli yapıp geçmişti. İnsanlarla arası muallaktaydı. Genelde çekingen. Vaktini, vaktin değerli olduğunu düşünmekle harcar ve sonuçta kendi için bir şey yapmazdı. bunun yanında pek âşık olmadı. Çokça yazılar yazdı, şiirler döktü aşkın katı hali ve deniz seviyesinden uzaklıklarına göre. Yine aşk, sevmek, sevilmek, sevilmemek üzerine bulabildiği tüm şarkıları, güneşin aynasındayı mı dinlemedi, çoban yıldızlarına mı inanmadı, artık sevmeyeceğimler mi eskitmedi... Bir de öyle tek versiyonlarını da değil, plak kaydı, konser, stüdyo ve nicesini tatmıştı.
Unutulmaya yüz tutmuş her şeyi saklamak gibi bir takıntısı vardı. Hepsini, bir şeye dair her şeyi yakmak üzere biriktiriyor fakat hiçbir zaman bu yakışa yanaşacak cesareti olmuyordu. Ya da artık gerçekten unuttuğu için böyle bir çabaya da gerek kalmıyordu. "Yeni" onun için güçtü. Yeni kıyafetler, yeni bir kalem, yeni arkadaşlar, mekân ve sokaklar. Hepsi en az birer kez kaş çatış ve en az defalarca kez olası hayal kırıklığıydı. Hayatın güzelliklerini 32'lik belleğe aktarıp arada bir karıştırarak "vay be" demek varken ne olmuştu da birden küsmüştü hafıza kartlarına?
Son günlerde mottosu ne kadar az insan o kadar rahat kafa gibi dandik bir şeydi. Bu, dünya ağrılarına son vermek için bir kutu parol içmeye benziyordu. Hani ortada bir rahatsızlık var ama ilaç da pek anlamamıştı. Şarkılar dinlemeye devam etti bu süreçte. Öyle notalar ki daha önce hiç bulunmadığı sokaklar, hayatlar ve hatta ülkelerde ömürler tüketmiş gibiydi. Yaptığı çok az iyi şeyden birisiydi. Onun dışında gergince etrafa bakmak, elli yaşında gibi davranmak ve surat asmak üzere aynada yaptığı mimikler gibi hiçbir yaraya merhem olmayacak hatta üzerine kalp kıracak bilumum davranışlarda bulunabiliyordu.
Çevresindeki bir avuç insan için artık nabzı atmıyordu. Kaçırılan nokta ölü değil, yalnızca kararsız olduğuydu. Muallakta, bilinmezce, iki arada bir deredeydi. Öylece durmak mutlu olmasına sebep değilse bile mutsuz da etmiyordu. Duruyordu; bekliyormuş gibi, bitmeyen saatler boyu. Tabii o da insandı ve sıkıldı tüm bu eslerden. En köklüsünden bir değişiklik gerekti. Bembeyaz bir sayfa açacak, içinden kırık türkü ve ören yerlerini temizleyip atacaktı. Mümkünse hiç mürekkep kullanmadan o sayfanın beyazlığına ince ince işlenecekti.
Yeni hayatının ilk gününde, ayrıca o gün pazar olduğu için eski iş yerine küçük bir ziyarette bulunmak üzere çarşıya indi. Yolda tanımadığı bir köpeğin istemeye istemeye başını okşadı. Elini cebine dahi sokmadan birkaç yüz metre yürüdü. Bir bakkaldan yarımlık su alıp elinin köpeğe temas eden yerlerini yıkadı, kalan suyu da içti. Şişeyi burup kapağını da patlattıktan sonra kaldırıma oturdu. “Sıcak bir kasım günü” dedi içinden. Böyle bir cümle kuracağını hiç düşünmezdi. Çünkü dışarısı serinlemek ya da ısınmak için pek uygun bir mevsim sayılmazdı.
Yine de sabah saatlerinin acı güneşi tam alnında ve etrafta kimseler yoktu. Az önce hayatında ilk kez köpek sevmiş olmanın şaşkınlığını düşünürken dikiş makinesini tek eliyle taşıyan kendi yaşlarında bir kıza gözü takıldı. Asık suratlı, dalgın ve hızlı adımlı kız sanki bir dikiş makinesi değil de iğne iplik taşıyormuşçasına yürüyordu. Melih, bu durumu bir an komik buldu. "Artık her ne içinse bu makineyi elimde taşımazdım, taşıyamazdım" diye geçirdi. Hiç yapmayacağı bir şey yaptı ve "günaydın" dedi dikiş makineli kıza. O asık suratlı kız, misafirler gidince uyandırılmış bir çocuk irkiltisiyle yavaşladı. Sanki on yıldır ilk defa kendinden başka bir canlı formuna rastlamış mars yerlisi gibiydi. Yüzündeki alık ifadeyi kaybetmeden hafifçe başını salladı ve yürüyüşüne daha yavaş adımlarla devam etti. Melih ise molasına ara verip tam tersi istikamete ilerledi.
Eski iş yerinin bulunduğu sokağa girdi. Burası, bir zamanlar düzeltmen olarak çalıştığı, binası görsel estetikten onlarca kilometre uzakta; bol yazım yanlışlı kitapları basan küçük bir matbaa, yayıneviydi.
Fakat gariptir ki çalışanlarının, kâğıt ve matbaa alet edevatının hakkını teorik arka planda tam anlamıyla vermek gibi endişeleri yoktu. Çoğu, en son okumak için bir kitabı eline aldığında Mandela hapisten henüz çıkmıştı. Kimse demirbaş değildi burada. Sahibi Gani Bey dışında herkes ve her şey gelip geçiciydi.
Gani Bey, seksenlerde üç defa evlilik yapmış ve hiç çocuğu olmamıştı. On yıla sığdırdığı üç bahar dönemi, boyunu aşan nafakalar sebebiyle güze dönmüştü. Ortanca karısının biraz erken vefat etmesi Gani Bey'i bir nebze rahatlatmıştı.
İlk karısı zengin bir adamla evlendiğinde; üçüncü karısı da yine aynı zengin adamla gayriresmî evlilik yapınca, devede kulak kalan nafakalarından feragat etmişlerdi. Zaten Gani Bey için ne varsa ikincisinde vardı, ölüp gitmişti.
Aşk defterini, o zamanlar mahalleye yeni taşınmış ve eşini henüz yitirmiş mimar Fahriye Hanım’la kapatmış, bir daha açıp okumamıştı. Gerçi Fahriye Hanım, Gani’nin o defterini hiç görmemişti bile ama olsun; Gani Bey için yeri ayrıydı.
Bu, teleks ve tabelalar dışında çok okumayan adam, nedendir bilinmez, bir yayınevi açmıştı. İlk başta yolunu şaşırmış birkaç yeniyetme yazar kitabı, okul dergileri, parti afişleri falan basıyor; işler de tam iyi gidiyorken, prova baskısı almadan son dakikada yetiştirdiği bir propaganda afişindeki yazım yanlışı işleri berbat etmişti.
O gün, dönemin parti liderinin yoğun seçim programından dolayı, ilde düzenlenecek mitingi partinin ildeki yegâne vekili temsil edecekti. Kurulan sahnenin tam karşısına denk gelen binadaki, apartman boy parti sloganı “TAM ZAMANI TÜRKİYE!”, o gün göze, kulağa ve Vekil Bey’e garip bir çağrı gibi geliyordu.
Baskı sırasında elemanlar, T harfinin bulunduğu alüminyum plakayı kaybetmiş; “Sonra buluruz,” diyerek sona bırakmış ve anın acelesiyle unutmuşlardı. Bir kat büyüklüğündeki bu talihsizlik, Gani Bey’in işletmesine ve ev hapsinde geçirmek zorunda kaldığı altı ayına mâl olurken; afişin asıldığı zavallı bina, etraf ehlince çoktan “umumhane” diye alay malzemesi haline gelmişti. Tüm olanlar yetmezmiş bir de Gani Bey apartman sakinleri tarafından dava edilmişti.
Tek bir yazım yanlışının bile yol açtığı karmaşadan nasibini alan Gani Bey için kitaplar, afişler, brandalar bir tutku değil, iyi bir gelir kaynağıydı. Bu yüzden artık işlerini şansa bırakmak istemiyordu.
En ufak bir yazım – çizim yanlışına mahal vermemek adına, en azından okuma yazma bilen birkaç aday bulup yapması gereken düzeltmenlik işini anlattı. Her şey bir yana, bunu gayriihtiyarı yapıyordu. Yayınevinde düzeltmen olmalıdır diye değil, kabahatler kanununu karşısına almamak için böyle bir ihtiyacı kendinin icat ettiğini düşünüyordu.
Melih, ilk kez sigortalı çalıştığı bu iş yerine uzaktan baktı. Düzeltilmesi gerekenin yalnızca yazım yanlışları olmadığı aşikârdı. Önce girip girmemekte tereddüt etti. Çalışırken kendini ifade edemediği anları izledi hızlıca. Burada çalışan her kimsenin değiştirilemez olduğunu, Gani Bey'e laf anlatmanın dayanılmaz günahkârlığını düşündü. Fakat o kadar da yol geldi, yeni hayatının ilk atılımı olarak hiç tanımadığı birine hem de bir kıza günaydın demişti bile. Son birkaç günde aldığı radikal kararlar ışığında eskisi gibi rahatça sabırsızlanamazdı. Bunları düşünürken çoktan birkaç adım uzaklaştığını fark etti. Yumdu gözünü girdi içeri.
Atölyeye girer girmez onu beyaz mermerden yapılmış, kocaman bir Gani Bey büstü karşıladı. Çok büyüktü. Büstü yerleştirebilmek için birkaç makinelik alan boşaltılmıştı. Yanlış giden bir şeyler vardı. Gani Bey ölmüş, çok vefakâr çalışan ve akrabaları onun hatırasını üçe iki ebatlarında bir büst ile yaşatıyor olmalıydı. Asıl şoku gözlerini büstten ayırdığında yaşadı. Muhteşem ışıklandırılmış atölyenin duvarları ve zemini muntazam beyazlığıyla göz kamaştırıyordu. Eski masasının bulunduğu yere Menekşe Botanik etiketli çiçekler bırakılmış hatta çoğu solmuş görünüyordu.
Şaşkınlığı ufaktan bir korkuya dönüştü. Acaba ölen ben miyim diye düşündü. Ancak en son üç yıl önce uğradığı iş yerinde adının bile hatırlanmayacağından emindi. Yani... Söz konusu bile değildi. Fakat anlamakta güçlük çektiği manzara ve soru işaretleri tepesinden taşıyordu. Dış cephesi hem şehir hem de Gani Bey için utanç duvarına benzerken içerisinin cenneti andıran tutarsızlığına vakit ayırmayacak, son beş dakikanın gizemlerini arayıp zaten beklemekten yorulan ayaklarını daha fazla yormayacaktı. Koşarak dışarı çıktı. Sabah başını okşadığı köpeği ve günaydın dediği dikiş makineli dalgın kızı yine düşündü. Ve hiç tereddüt etmemişti "sıcak bir kasım günü" derken. Çünkü sıcaktı ve bir kasım günüydü...sayıyla.
Giray

Yorum Bırakın