"Yalnız hüznü vardır kalbi olanın.."
Bu yazımda belki de sadece yukarıdaki dizesini bildiğiniz şair İlhami Çiçek’i ele alacağım. Kısaca hayat hikayesine değinecek olursak eğer; Babasının dedesi 93 Harbi’nde Kafkasya’dan Erzurum/ Oltu ‘ya yerleşince şairin çocukluğu da burada geçer çoğunlukla. Öğretmen bir baba ve ev hanımı bir annenin beş çocuğunun en büyüğüdür. Henüz 7 yaşındayken bir samanlığın damından düşer ve 24 saat baygın kalır. Bir hafta kendine gelemeyen şairin bu anısı, tüm hayatını etkileyen, belki de karakterinin kemiğini oluşturan olay olarak karşımıza çıkar. Ortaokulda şiir yazmaya başlayan ve şiire tutunan İlhami Çiçek, lise yıllarında Adımlar dergisinin düzenlediği şiir yarışmasında “Otel Odası” şiiriyle birincilik ödülüne layık görülür.
Otel Odası
Bir otel odasının karanlık köşesinde
Fırtınanın sesini andırıyor nefesim,
Kulağımda saatin hüzünlü tiktakları
Karşımda ise beni parçalayan bir resim!
Beni tehdit ediyor zalim yalnızlığıyla
Çilekeş kitaplarım konuşmuyorlar artık
İçimde gizli bir ses hükmediyor ki “ağla”
Sanki hasta bir nağme elimdeki defterim
Bin bir anıyla dolmuş boşalmış küçük dolap
Hayatından usanmış kirli elbiselerim…
Kuru oduna dönmüş masamdaki ekmekler…
Ulu… Yüce Tanrıya her akşam söylediğim
Boğazımda birikmiş yarım kalmış dilekler…
Her gün aynı ızdırap her gün aynı yaşantı
Gene geceye gebe çabuk biten sabahlar
Gene her şey kapkara, gene her şey kaskatı!

1975 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesine kaydoldu. Bu dönem aynı zamanda vekil öğretmenlik yaptı. Öğrenimi sırasında Divan, Halk ve Tasavvuf edebiyatı hakkında çalışmalar yaptı ve çokça etkilendi. Fakülteden mezun olduktan sonra 1978 yılının Nisan ayında Kırıkkale Lisesi'ne Edebiyat öğretmeni olaɾak atandı. Aynı okulda Fransızca öğretmeni olan Cahit Yeşilyurt vasıtasıyla Nuɾi Pakdil'in yönettiği Edebiyat Dergisinde yazılarını yayımlamaya başladı. Bu dönem şairin sağlığının bozulmaya başladığı dönemdi. Öyle ki çevresindeki insanları tanıyamadığı ya da hatırlayamadığı zamanlar oldu. Sonrasında askerlik için Tokat’a gitti. Hastalığı gittikçe ilerliyordu. Kişilik olarak içine kapanık, daha çok kendi dünyasında yaşayan biriydi.
Kendini çağın tanığı olarak tanımlayan İlhami Çiçek, aynı zamanda bu çağın insanına ve yaşantısına ayak uyduramamaktan muzdaripti. Dedesinin, babasının anlattığı ilgi çekici hikâyelerin yaşadığı toplumla bağdaşmaması şairde bir tekilleşmeye dönüştü. Kentleşmenin trafiği, kalabalığı, binaları ve karmaşıklığı onu çok etkiledi. Kendini akıp giden zamanın dışında görmeye başlayan Çiçek, tüm bunların sonunda yabancılaşmaya başladı. Bu dünyadan tenha olma hali, onu şiire bağlayan en büyük sebeplerdendi. Yazdığı şiirler, yaşadığı evrende gerçek olduğunu düşündüğü olguları bulamayan bir insanın yıkımı ve hüznünün tezahürü olarak şekillendi. Erzurum, Tokat, Kırıkkale ve Erzurum gibi şehirlerde bulunup hiçbirinde yer edinememesi, belki de bir kabullenememe halinden kaynaklıydı. Modern olarak kabul edilen çağın getirdiği karmaşaya bünyesi razı gelmediğinden postmodern bir duruş sergiledi. Dizelerinde de görülen bu tavrın yanı sıra, üniversite yıllarında üstüne gittiği Halk Edebiyatının etkilerini de taşıdı. Erzurum’da yaşadığı yıllarda âşık atışmalarına katılması, Faruk Nafiz okumaları yapması, şiirinde bu çeşitliliğin de önünü açtı ve köktenci bir yapıya bürünmesini sağladı.

En bilindik şiiri olan Satranç Dersleri ile ilgili olarak şu sözleri söylemişti: “Satranç oyununu kullanmam rastlantı değil. Geometrik bir tarih âdeta satranç. Yaşama tam denk düşüyor. Yaşam da bir geometridir, evet, ama epeydir yüzü çizik çizik bir ‘satıh’ görünümünde. Bir de oyun sözcüğü… Şiirli, katı, acımasız, yoğun çağrışımlı bir sözcük oyun sözcüğü. Sonra oyuncu, çağ’dır. Satranç oyununun kendisi de bir şiirdir. Oynarken bilinçle yenildiğim olur. Karşı taraf şahımı sıkıştırdıkça fevkalade anlar yaşarım. Bütün bunlardan yararlandım elbet. Çağımdan, tarihe, öğretiye sürekli göndermelerde bulunarak bir oyun kurmak istedim.”
Yorum Bırakın