Sait Faik Paltosunda ''Alemdağ'da Var Bir Yılan''

Sait Faik Paltosunda ''Alemdağ'da Var Bir Yılan''
  • 1
    0
    0
    0
  • 1950 kuşağını öykü anlayışı ile şekillendiren isimlerden biri olan Sait Faik, ölmeden önce yayımladığı Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabıyla yapısal anlamda bir kırılma noktası yaşar. Lüzumsuz Adam’da görülen şehir, mahalle, geçim sıkıntısı ve yazarlık gibi kavramların yerini düş, bireyin varoluşu ve gerçeküstücülük kavramları doldurur. Seçilen konular doğrultusunda hem yapısal hem de dilsel anlamda sapmaya uğrayan Sait Faik öyküsü hikayenin merkezine koyduğu insan ile farklı bir aleme sıçramalar gerçekleştirerek duygu ve izlenimler çerçevesinde, belli bir olayı anlatmak yerine daha alegorik bir anlatım sergiler. Doğal ile düşü iç içe bir dünya olarak çizen yazar, gerçek ile kurmaca kavramları arasındaki duvarı yıkmak istemektedir. Bu yüzden simgeselliği metnin içine yerleştirip okurun bu simgeselliği tam olarak kavrayamaması ve kendisinin de aktarmak istediği temanın ne olduğuna karar verememesi noktasında gelişen belirsizlik öyküyü şekillendirir. Öyle Bir Hikaye adlı öyküsünde karakterin cebine giren adam (Hidayet) ve maceraları, okuru, öyküye girerken serbest çağrışımlara ve masalsı havaya sokmaya yeter. İlerleyen öykülere de yerleştirdiği Panco karakteri hem gerçeküstücülük kapısına yöneltmekte bir anahtar olup hem de Sait Faik’in farklı hikayeler arasındaki ortak bir motif olarak bu metinler aracılığıyla ilişki kurulması sağlanacaktır. Yalnızlığın Yarattığı İnsan öyküsü bireyin yalnızlığına kürk, Panco, tırnak yeme, birahane kavramlarına yer verilerek değiniliyor. Yine bir birahane ortamını mekânsal bağlamda sunan yazar bireyin çöküşünü bu bohem bir hava taşıyan yer ile özdeşleştirir. Karakterin tırnak yemesi üzerinden bir analiz yapmak gerekirse sorunlu bir iç dünyanın ve tabi ki yalnızlığın fiziksel bir tavır olarak dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu karakterin hikaye içinde sürekli ellerinin büyüdüğünü söylemesi ve bu imgeyi sürekli kullanıyor olması, beden parçalarının sürekli değiştiğine inanan ve gitgide kendine yabancılaşan bireyin durumunu aktarmada anahtardır. Dış dünyayı derinsel algılama noktasında burada beliren bir tür sanrı yahut paranoya gibi hastalıklar yardımıyla karakter muhatap kılınır. Kürk imgesi ile başlayıp biten hikaye, aslında karakterin çevreye karşı geliştirdiği bir kalkan olarak nitelendirilebilir. Üşüdüğünde, hastalandığında ya da gitmek istediğinde kürküne sığınmak bir bakıma çevreden de kendini soyutlayan bir insan manzarası olarak belirir. Panco serisini burada da devam ettiren yazar, Panco’yu kendi yakınında tutarak toplumdan uzaklaşmıştır. Eğer Panco karakterini bir bakıma Olric karakterinin prototipi kabul edersek Sait Faik’in paltosunun tam da bu noktada gerçeküstü anlayışına kaydığını dilin temsil ettiği anlamlarda bir modernist öykü yaratma eğilimini görebiliriz. Hikayede Panco tarafından seslenildiğine inan karakterin adının İshak olması da Onat Kutlar’ın İshak (1977) adlı öyküsüne etki olarak kabul edilebilir. İshak öyküsünde bir Anadolu kenti gerçeğinin ne yorumu ne de çözümü belirsizdir, gri bir çehre oluşturulup yalnızca küçük kesitler verilerek lirizmle bir yapı oluşturulmuştur. Yayım tarihi olarak aralarında 24 yıl olmasına karşılık iki eser belki de belirsizlik çerçevesinde ismen bu noktada birleşmiş olabilir. Hikayenin kendisine dönecek olursak nesirde hakim bir lirizm görülür. ‘’Kavun acısı yalnızlık’’ en belirgin lirik ifadelerden birisidir. Yine birahane-yıldız-deniz-balıkçı gibi Sait Faik ile ilişik kelimelerin işlediği fark edilir. Öykünün sonlarına doğru karakterin ‘’Panco Panco’’ diye bağırıp araması ardından sinema olayından yıldızlara dönüp konuşması bir bakıma onun iç dünyasından izler taşır: "…Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur. Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah.  Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış. Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! Sinemadaydık sahi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı…’’ Birahanede görülen yıldızlar, üzerine yağan kar ve birden bir sıçramayla karakterin tabancaları düşlemesi oradan bıçağı son olarak da karanlığı simgeleyen siyahı düşleyip serbest çağrışım yoluyla bir iç akışı yaratması bakımından önemlidir. İnsanın yalnızlığını tanımlarken kafasında bir delik olarak ifade etmesi bunun ancak ölümle geçeceğini söylemesi yine yazarın bir önceki eserlerinde olağan bir olayı akışına göre ifade etmesinden oldukça farklı bir yol izler.  Yazar anlatıcının başta Panco gibi bir hayali muhatap üretmesi ve hemen hemen her öyküsüne sıkıştırması onun yeni gerçeklik kavramına yeni bir anlayışın habercisidir. Yalnızlığın Yarattığı İnsan ile biz hem ölüm hem de yaşlılığın getirisi olan yalnızlık kavramlarıyla karşı karşıya kalmaktayız. Yazarın yansımalarını taşıyan bu iki önemli kavram yeri geldiğinde hikayede karakteri yalnızlıktan bir gemici biblosuyla konuşmaya dahi iter. İnsan dışı varlıklarla kurulmaya çalışılan bu iletişim, yine toplumdan uzaklaşmanın bir başka yolu olarak Sait Faik’te karşımıza çıkar.    

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.