“İnsan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur! Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.”
Jean Paul Sartre’ın bu sözü varoluşçuluğu çok iyi özetler. İnsan özgür ve sorumludur. Yaratılmamıştır, vardır. Varolmuştur. Sınırlandırılmamıştır. Kendi kaderini belirleyecek olan ise sadece kendisidir. Bu alıntı ilk başta çetrefilli görünebilir. Fakat Sartre’ın bu sözünü ve varoluşçuluğu dilerseniz beraber inceleyelim.
Varoluşçuluğu anlamak için, tanımından ziyade geçmişiyle başlamak daha sağlıklı olacaktır. Esas olarak 20. yüzyılda filozof Jean Paul Sartre tarafından son hâlini alan varoluşçuluk düşüncesinin temelleri 19. yüzyıl yazar ve filozoflarının birbirinden bağımsız uslamlamalarına dayanır. 19. yüzyıl, aklın ve bilimin çağıdır. Her yönüyle sekülerleşmiş Avrupa, milattan önce terk ettiği materyalizme geri dönmektedir. Bu yüzyıl öyle bir yüzyıldır ki Marx, Nietzsche, Freud, Darwin gibi insanlık tarihinin en büyük değişimlerine önayak olmuş dahileri yetiştirecek kapasitede, değişimin kaçınılmaz olduğu bir devrim dönemidir. Bilimle felsefenin burun buruna olduğu bu seküler çağda Platon ve Aristoteles’ten beri süregelen öz (essence) temelli inanışa, başka bir değişle herkesin dünyaya bir amaç doğrultusunda geldiğini iddia eden görüşe itibar sarsılmaktadır. Eserlerinde, Kierkegaard, Nietzsche, Dostoyevski, Kafka gibi filozof ve yazarlar, nihilizmin habercileri, bulanıklaşan hakikati, anlamsızlaşan dünyayı ve insanın onun içindeki yerini irdeleyerek daha sonra Sartre, Simone de Bevouir, Irvin Yalom, Albert Camus gibi isimlerin felsefi dayanağını oluşturacağı düşüncenin temellerini atmışlardır.
Yukarıda bahsettiğimiz eski öz inancına karşılık varoluşçuluk, varoluşun özden önce geldiğini savunur. Başka bir değişle insan önce varolur, ardından hayatı bir anlama bürünür. İnsanı kendisi doğmadan önce bekleyen bir öz, kader, amaç, hedef yoktur. Bunu belirleyecek olan yalnızca bireyin kendisidir. Varoluşçuların “saçmalık” (the absurd) olarak adlandırdıkları durum da budur. Evren yapısal olarak saçma, yani anlamsızdır. Saçmalık, bir terim olarak bu anlamsızlık içinde kendine bir anlam bulma arayışıdır.
Varoluşçuluk aynı zamanda insanın dehşet verici büyüklükte bir özgürlüğe sahip olduğunu da söyler. Genelde çocukluktan itibaren ailemizin, öğretmenlerimizin, liderlerimizin değerlerini kendi değerlerimiz olarak benimsediğimiz gerçeğine karşılık olarak, kendi özümüzü, yani kendi ahlakımızı ve amacımızı önceki hayatımızda bize empoze edilmiş değerlerden bağımsız olarak, özgür bir birey sıfatıyla belirlemeliyizdir. Sartre, felsefesini açıklamak için bir öğrencisinin boğuştuğu ikilem üzerinden örnek verir. Öğrencisi ya savaşa gidip önemli olduğunu düşündüğü bir görevi yerine getirecek ya da çok yaşlı ve kendisine muhtaç olan annesinin yanında kalıp ona yardım edecektir. Sartre, bu noktada hiçbir felsefenin ona yardımcı olayamayacağını, hepsinin onu bir çıkmaza sürükleyeceğini söyler. Dolayısıyla bu noktada hiçbir felsefi düşünceden öğüt alması yeterli olmayacaktır. Bir varoluşçu ise ona aynen şöyle söyler: Seçimlerinde tamamen özgürsün. Şimdi seç bakalım. Yani varoluşçulara göre insan kararlarını hiçbir düşüncenin etkisi altında kalmadan, yalnızca kendi benliği ile verirse özgür olmuş olur. Nitekim, fiziksel olarak, istediğimiz her şeyi yapabiliriz. Yeni bir ülkeye taşınabilir, yeni bir meslek sahibi olabilir, bir kitap yazabiliriz. Bizi bunu yapmaktan alıkoyan, bunları yapamayacağımıza inanmamıza sebep olan ilüzyonu da Sartre, “Kötü İnanç” olarak adlandırır. Bunu açıklarken bir garson örneği üzerinden ilerler. Bir garsonun hareketleri abartılıdır. Normal bir insandan daha hızlı yürür, müşterilerine doğru abartılı biçimde eğilir ve kendi kimliğinden ziyade garson kimliğine bürünmüş, özgürlüğünü garson tanımı kapsamında sınırlamıştır. Sabah yatakta biraz daha kalmak veya bir gün işe gitmemek gibi eylemlerin işini kaybetmek pahasına da olsa özgürlüğü kapsamında olduğunu unutmuş durumdadır. Bu sebepten garson, varoluşçu felsefeye göre bir kötü inanç hâli içerisindedir. Aslında miktarını yitirmemiş özgürlüğünü toplumsal kimliği itibariyle sınırlı görmektedir. Bu noktada varoluşçulara yöneltilen en büyük eleştiri, insanı bulunduğu toplumdan ayrı tutmasıdır. Onlara göre insanı yapabileceklerinden alıkoyan birçok faktör bulunmaktadır. Sartre, buna karşılık olarak özgürlüğümüzü kısıtlı gösteren -veya kısıtlayan- unsur olarak parayı ve kapitalizmin algı operasyonunu işaret eder. Marx’a karşı derin bir hayranlık duyan Sartre, varoluşçuluğu kapitalizmi yıkmak için bir çözüm olarak sunar. Ona göre insanın otantik yaşamının önündeki en büyük engel paradır. Para engeli aşıldığında yeni başlangıçlar yapmak, kelimenin tam anlamıyla özgür olmak mümkün olacaktır.
Yorum Bırakın