Öncelikle son zamanlarda dünya genelinden ziyade ülkemizde yoğun bir Noé hayranlığı başlamasından giriş yapmak istiyorum yazıya..Aslında bir taraftan sevindirici bir olay bence çünkü artık milletçe overrated gişe filmlerinden yeni arayışlara geçmiş olma eylemine girişmemiz kültür sanat yönünden de yeni perspektiflere erişebileceğimizi gösteriyor.
Evetttt asıl konuya gelirsek, geçenlerde 3. kez izlediğim ve ilk izlediğim anki gibi heyecana ve yoğun duygu karmaşasına kapıldığım bir film olan ''Enter the Void'' adlı çok eleştiri alan ama bi o kadar da alkış alan eser hakkında konuşacağım..
İki güzel kardeşin talihsiz bir kaza sonucu ebeveynlerini kaybettikten sonra yollarının ayrılıp tekrar Tokyo'da birleşmesini temel alıyor filmin hikayesi. Evet yönetmenimiz böyle klişe bir dramı ele almayacaktı tabiiki de.. Küçük kardeş (Linda) özünde çok masum ve temiz bir kızken hayatın onu zora sokması ve abisinin dolaylı yollarla onu striptiz işine sokuvermesiyle değişiveriyor. Abimiz (Oscar) ise kendisine yüklenen abilik vasfını kendi çabasıyla yerine getirmeye çalışırken bir yandan da uyuşturucu ticareti batağına düşüyor. E senaryosunun da Noé tarafından yazıldığını ele alırsak filmin ana elementlerini herkes tahmin edebilirdi zaten. Uyuşturucu, porno ve kaçınılmaz ölüm.
Genel olarak kameranın dehşet vericiliğine övgüler yağdırmak isterdim ama kelimelerle anlatılamayacak derecede rahatsız edici bir renk yoğunluğu var ve gözleriniz sahneleri takip ederken beyniniz buna ayak uyduramıyor, tabiri caizse bir LSD etkisi bırakıyor seyirci üzerinde filmin genel görüntüsü..
Filmden algılayabildiklerim üzerine birkaç yorumda bulunmak istiyorum..
Aslında empati kurmak gerekirse, hayatımızın o ennn dip yerinde kendimizi ne zaman bulduk? Kime göre dip, neye göre acı verici, çaresiz ve umutsuz? Kendi yolumuzu bir şekilde çizdiğimizi düşünerek o yolda idealler kuruyoruz ve o idealleri göre de hayatımızı yaşamaya (!) çalışıyoruz bir şekilde. Tam olarak eksiksiz ve net bir şekilde ne zaman yaşadığımız ilişkilerden, yediğimiz yemekten veya bulunduğumuz konumdan tatmin olduğumuzu hissediyoruz? Bence genel bir cevap verebiliriz bu soruya, ASLA. Çünkü insan denilen canlı belirli ama açık olmayan bir algoritmaya, düzene göre yaşamaya tabi tutulmuş ve bu gözle görülmez zorunluluk bizi hep daha fazlasına itiyor. Monoton ve sıradan geldiğinde elimizde olanlar, olmayan daha da cazibeli geliyor ve daha da isteklendiriyor bizi fazlasına ve lüksüne.. Sonuç olarak tatmin olma noktasına ulaşmak aslında hepimizin en güçlü hedefi hayata dair..
Uzun lafın kısası bölümüne geleyim o zaman..Bence filmin kurgusu ve akışı kusursuz bir biçimde bilerek (keza yönetmenimiz denilenlere göre bir Tokyo anısının üzerine bu filmi çekmeye karar vermiş.) amatörce yansıtılmaya çalışılmış ve sahne geçişleri arkasında başarılı bir iş barındırıyor. Puanlamam gerekirse Noé sempatimi bir kenara atıveriyorum ve 7/10 ile taçlandırıyorum bu filmi.. Umarım hoşunuza gitmiştir, iyi seyirler!
Yorum Bırakın