Cold War..İlk duyulduğunda siyasi bir film hissi yaratan ama izleyince aslında bu isimle verilmek istenen mesajın çok farklı olduğunun farkına vardığımız bir aşk filmi. Daha doğrusu aşkın filmi diyebiliriz. Çünkü bizlere aşkın en gerçekçi hali olan; siyah beyaz halini vurucu bir şekilde anlatıyor yönetmen Pawlikowski. Film Soğuk Savaş döneminde geçiyor ama kesinlikle isminin altında yatan anlam bu değil. İki insan arasında bitmeyen bir soğuk savaştan bahsediyor, en acımasız olan savaştan; yani imkansız bir aşktan. Beraberken kendilerini yıpratıp mutsuz olan ama ayrıldıkları zaman da hayatları uçuruma doğru sürüklenen bir çift. Aralarındaki bu kopmayan bağ aslında onların bileklerine takılmış bir pranga adeta. Karşılaştıkları ilk andan itibaren birbirlerinin çukurlarını kazsalarda; bunun farkında olmalarına rağmen kendilerini kurtarmaktansa daha çok kürek atmayı tercih edecek kadar seviyorlar birbirlerini. Film ismiyle o kadar uyuşuyor ki; bu ikiliyi Soğuk Savaş'ta karşı karşıya gelen iki zıt kutuplu ülkeye benzetebiliriz aslında. Birbirleriyle her bağlantı kurduklarında aralarındaki ilişki bir krize tırmanıyor ve adeta savaşa doğru yol alabiliyor. Ama uzaklaştıkça da hasret ile beslenen aşklarıyla aralarında bir barış antlaşması yapar gibi bağlanıyorlar ve asla kopamıyorlar.
Hikayeleri Polonya'da bir müzik seçmesinde başlıyor. Bu hikaye yerinde durmuyor tabi Fransa'ya kadar yol alıyor. Ama ikisininde kalbi daima başladıkları yere dönüyor. Aslında bizlere ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım, kaçmaya çalıştığımız o yere veya insana daha da çok yakınlaştığımızı gösteriyor en iyi şekilde. Bir paradoks gibi adeta ya da bir bataklık. Çıkmaya çalıştıkça daha çok dibe batan iki insanın hikayesi. Aslında bataklığı yaratanın kendileri olduğunun farkında olmalarına rağmen daha da çok batmaya devam eden bir çift desem daha doğru olacak. Yani buradan da anlaşıldığı üzere basit bir aşk filminden söz etmiyoruz kesinlikle. Aynı zamanda hem psikolojik hem de sarsıcı bir etkisi var.
Yönetmen Pawlikowski'nin olağanüstü etkisinden bahsetmeden olmaz elbette. Bu hikayeyi bu denli değiştiren, onun bir sanat eserini anımsatan kamera açıları. Yönetmenin diğer bir filmi olan Ida'dan da anlaşılacağı gibi filmlerinin her bir sahnesi özenle çekilmiş bir fotoğraf karesi, hatta özenle yapılmış bir tabloyu anımsatıyor bizlere. İda da çok başarılı bir filmdir, izlemediyseniz kesinlikle tavsiye ederim. Yönetmenin her filminde bu hissi yaşıyoruz. Bizlere sanat nasıl yapılır bunun cevabını çok iyi veriyor. Onun her bir filmini izlerken bir müzede geziyormuşum gibi hissediyorum. Müzikleri, renkleri, sinematografisi ve daha nicesine aşık olmamak elde değil.
Cold War'a dönersek; siyah beyaz olmasının verdiği etkinin yanında kesinlikle kullanılan müzikler de işin cabası. Her bir sahneye akıllıca yerleştirilen ve duyulduğu anda sizleri kendi evrenine alıp, bırakmayan cinsten. Özellikle baş karakterlerimiz Zula ve Wiktor'un ilk karşılaştıkları o sahne. Zula'nın sesinden duyduğumuz o şarkının ardından kameranın odakladığı Wiktor'un bakışlarında hissettiğim o aşkı asla unutamıyorum. Aklıma geldikçe başa sara sara izlerim, etkisinden kolay çıkılacak gibi değil. Bu sahnenin dışında da gözlere çok fazla odaklanıyor Pawlikowski. Çünkü hikayede her şeyi açıkça önümüze sunmuyor. Bakışların ardındaki derinlikle çok rahat bir şekilde anlatabilmeyi başarıyor. Örneğin filmin ana noktalarından biri olan ve o çarpıcı sonun da yaşandığı klisedeki İsa freskinde gözlere odakladığı iki sahne, bizlere aslında filmin ortasında daha birçok şeyi anlattığının en önemli kanıtlarından biri. Yani buradan da anlaşılacağı gibi film; sanat ve aşkın kusursuz bir harmanını sunuyor bizlere.
Filmin bir diğer unutulmaz parçası kesinlikle müzikleri. Zaten müzik üzerine kurulmuş bir senaryo hakim. Bununla birlikte unutulmayacak birçok besteyi de katıyor hayatımıza. Aslında bir halk şarkısı olan Dwa Serduszka'nın iki halini de duyuyoruz filmin içerisinde. Yöresel ve jazz halini. Zula bizlere ikisini de söylüyor. Israrla aynı şarkıyı farklı türlerden söylemesinin ardında olan mesaj çok net aslında; Zula'nın köklerinden ve başladığı yerden kopamaması, ne kadar modern bir hayata geçse bile bir parçasının hep orada kalmasını göstermeye çalışıyor yönetmen. Gözümün önüne aniden bir Frida Kahlo tablosu beliriyor; İki Frida..Köklerinden kopamayan, kendini değiştirmeye çalışsa bile özünde hep aynı kalan kadın. Bu iki güzide sanat eserini birbirine benzetmekten kendimi alamıyorum açıkçası.
İçinde siyasi ögelerin de olduğu, dönemin şartlarının çok iyi şekilde yansıtıldığı, kırık kalpli bir masalın iki kahramanı olan Wiktor ve Zula'nın hikayesine odaklanan Cold War, unutulmayacak bir anı olarak hafızlarımıza kazınmayı başarıyor. Bu hikayeyi, acı da olsa yüzümüzde ufak bir tebessümle bitirmeyi başarıyor Pawlilowski. Soğuk Savaşın sadece iki devlet arasında değil de, iki insan arasında da en yıkıcı şekilde yaşanabildiğinin anlatıldığı bu siyah beyaz masalı asla unutmayacağıma, açıp tekrar tekrar izleyeceğime eminim. Aşkın her zaman kırmızı gibi sıcak renkleri yansıtmadığı; siyah/beyaz yüzünü ve Soğuk Savaş'a dönerek insanın her bir hücresini donduracak hale gelebileceğini en vurucu şekilde anlatıyor. Hayatımızı gözlerimizle ne kadar renkli görsek de, aslında ardında kalan gerçek hikayeyi sadece kalbimizle görebileceğimizi, içimizde yaşadığımız Soğuk Savaşın mimarının sadece kendimiz olduğunu hatırlatıyor; hissel bir şölen olan film Cold War..
Daima sanatla kalın, hoşçakalın!
❤
Yorum Bırakın