"Ah, bu boşluk! Göğüsümdeki bu korkunç boşluk! Yalnızca bir kez, yalnızca bir kez yüreğime bastırabilsem onu. - bu boşluğun doldurulabileceğini düşünüyorum çoğu zaman."
Genç Werther’in Acıları, Johann Wolfgang Von Goethe
İçimizdeki boşluk. Bize ilk adımı attıran, bizi yola çıkaran, bize "ilk söz" ü söyleten.
O devinen yokluk, -ki varlığa çevirmek için gözümüzü bir dışarıya, bir içeriye çevirdiğimiz: Objet Petit A.
Not: Romanın gidişatı hakkında bazı detaylar içermektedir.
Sandallar arasında, ırmak kıyısının güneşinde büyümüştü Siddhartha. Kendisine bir rahip, bir bilge gözüyle bakılıyordu. Babası için bir Brahman prensiydi, annesinin ise kalbi çarpardı sevinçle, Siddhartha'yı gördüğünde. Sıradan bir Brahman olmayacaktı, kalabalığın oluşturduğu sürüde zararsız, aptal bir koyun olmayacaktı. Fakat yine de huzursuzdu Siddhartha. Ve zihninde düşünceler dolanırken, bir gün yola çıkmaya karar vermişti. Brahmanlıktan vazgeçip Samana olmaya dair bir karardı bu, yani gezgin bir çileci, bir dilenci olacaktı. Brahman olmak için verdiği çaba içinde Atman'ı, yani her canlıdaki kusursuz bütünlüğü bulamadığını anlamıştı çünkü.
Bir zaman geçer. Bu süre içinde çileciliğin genel felsefesini öğrenir Siddhartha. Fakat bir süre sonra, bunun da onun yolu olmadığını görür. Govinda ile arasında geçen bir diyalogta Siddhartha, yolunun, çilecilerin yolundan geçmediğini anlatmak için Samana'lar hakkında şu ifadeleri kullanır:
"(...) Altmış yaşına geldi (Samana), öyleyken Nirvana'ya ulaşamadı. Yetmisine, seksenine gelecek. sen de, ben de, biz de onun kadar yaşlanacağız, egzersiz yapacak, oruç tutacak ve murakabeye dalacağız. Ama Nirvana'ya ulaşamayacağız asla, o da ulaşamayacak, biz de. Ah, dostum Govinda, öyle sanıyorum diyorum ki, ne kadar Samana varsa hiçbiri, ama hiçbiri Nirvana'ya ulaşmayacak. Ele geçireceğimiz tek şey kimi avuntular, kimi duyarsızlıklar olacak, birtakım beceriler elde edeceğiz ve bunlarla aldatacağız kendimizi. Ama asıl önemli olan şeyi, o yollar yolunu bulamayacağız."
Böylece Siddhartha ve Govinda, Buddha Gotama'nın yanına gitmeye karar verir. Belki bu kez tamamlanmaya giden yolda olacaklardır. Konuşmalarını dinler Buddha'nın, Siddharta. Dünya acılarla doludur, fakat bu acılardan kurtulmanın yolu keşfedilmiştir artık. Dört temel kural, izlenecek sekiz yol... "Gelin öyleyse buraya, kutsallık içinde yürüyün, tüm acılara son verin!" böyle der Gotama ve topluluğa katılmak isteyenleri sevinçle kabul eder. Fakat Buddha'nın öğretisi de Siddhartha'nın yolu değildir. Bunu çok zaman geçmeden anlar. Sabah olunca, Buddha'nın en yaşlı keşişlerinden biri koruluğu dolaşıp öğretiye sığınanları yanına çağırır. Onlara sarı giysilerini giydirip tarikat hakkında ilk dersleri verecek, ödevlerinin neler olduğunu anlatacaktır. Govinda fırlayarak yeni keşiş adaylarının arasına katılır. Siddharta ise uzakta durur, Gotama ile yüzyüze gelir. Şöyle der öğretisi hakkında, ve bu birazdan değineceğim üzere Lacan'ın; arzuyu, insanın özü olarak tanımlarken kullandığı İmgesel-Simgesel-Gerçek yapısındaki "İmgesel"den "Simgesel"e geçişteki boşluk ile anlatır niteliktedir:
"Ne var ki, gene senin öğretinde sözü edilen tüm nesneler arasındaki birlik ve tutarlılığın bir yerinde bir kopukluk var, küçük bir boşluk, bu boşluktan birlik ve bütünlük dünyasının içine yabancı bir şey sızıyor, yeni bir şey, daha önce var olmayan, budur diye gösterilemeyen ve kanıtlanamayan bir şey: Senin dünyayı alt etmeye, esenlik sağlamaya yönelik öğretin bu. Bu küçük boşluk, bu ufak kopukluk ise tutarlılık içindeki ezeli ve ebedi dünya yasasını çökertiyor, geçersiz kılıyor."
Siddhartha bunları söylerken, keşiş olarak kendisine katılanların hepsinin hedeflerine ulaşmalarını temenni ettiğini de söylemeyi ihmal etmez. Yürüdüğü bu yol, onun yolu değildir ama kim bilir, belki onlar için, doğru olan o olacaktır. Siddhartha aslında biraz da mütevazı bir tavır almaktadır hayata karşı henüz, çünkü yolun başındadır, ve bunun da bilincindedir. Öğretileri reddederken iç sesini dinler, bu da rasyonel aklın ulaşamadığı bilinmezlikte, kör bir halde cirit atmak gibidir. O yüzden şimdiden bir yol olmak yerine, yolcu halinde kalmayı yeğler. Ursula K. Le Guin'in dediği gibi: “Yol, yukarıya, ışığa doğru çıkar; ama yolcu oraya hiçbir zaman varamayabilir.” Bunu bilerek, Govinda'yı da, kendi seçtiği yolda, Buddha'nın yolunda bırakır giderken. Dostunu kendi yolu için daha fazla yormayacaktır. Fakat gitmeden önce, bize derdinin bir yere varmak değil, Ben'liğin kendisi olduğunu gösterir Siddhartha. Bunu, Buddha ile yaptığı konuşmanın sonunda, eğer kalırsa "Ben" denen varlığının görünüşte sükute erip, esenliğe kavuşacağını ama bunun bir yalan olacağını, gerçekte ise yaşamının sürüp büyüyerek gideceğini, çünkü bu kez kendi Ben'ini Buddha'nın öğretisi, ona olan sevgisi, onun peşinden gidişi olarak kurgulayacağını söyler. Kendi Ben'i, hazır bir sistem ile kurgulanmış olacaktır bir diğer deyişle, oysa yaşam keşfedilmek için vardır Siddhartha için; kendi elleriyle, gözleriyle, dokunarak, konuşarak, hissederek, düşerek ve yeniden ayağa kalkarak. Buddha, Siddhartha'ya akıllı biri olduğunu, ama fazla akıldan da kaçınması gerektiğini söyleyerek, yürüyüp gider. Siddhartha bunu başta bir meydan okuma olarak algılasa da -içten içe Buddha gibi saygıdeğer ve açıkyürekli, bir o kadar çocuksu ve gizemli olmak istiyordur- kısa bir süre içinde, artık kimsenin önünde gözlerini yere indirmeye niyetinin olmadığını söyler, onun deyişi ile Buddha'nın yağmalaması, onu kendisine getirmiştir.
"Siddharta'yı bağışladı bana, kendimi bağışladı."
Siddhartha'nın yaşamına kitabın devamında Kamala, Vasudeva (Sanskritçe Irmak Tanrısı) girer. Hatta bir baba olur. Kitabı okuyanlar bilir, aşık olduğu Kamala ile buluşmalarından birinde Siddharta, bir zamanlar "Benim yolum değil." dediği çilecilerden (Samanalar) aldığı bir öğretiyi anlatır: "Düşünebilirim, bekleyebilirim, oruç tutabilirim." Ve aynı öğretiyi, bir süre sonra yollarını ayıracağı tüccar Kamaswami'yle de paylaşır. Hepsi yolunun bir parçasıdır, sanki hiçbir adım, bırakıp gittikleri dahil, öylesine atılmamış gibidir. Ve bütün bunları yaparken her zaman içindeki serüven boşluğunu korur. Aşk duyduğu Kamala'yı, "Bir gün geri döneceksin." diyen kayıkçıyı, hiçbirini, bulmak için uğraştığı cevabın yerine koymaz. Ama belki de, ilk kez oğlunu bu cevabı yerine koyma raddesine gelir. Bunu fark eden Vasudeva olur. Siddhartha, bir zamanlar çok sevildiğini bildiği o yuvada, istediği yanıtları ve soruları bulmayacağını bilip, bir daha dönmemek üzere doğduğu yeri terk ederken, şimdi oğlunun da aynı durumda olduğunu kabullenmekten kaçar. Zira o yolda öyle çok şey öğrenmiştir ki, şimdi o güvenlikli alan içinde, oğlunun fazlaca yorulmadan, acı çekmeden olgunlaşmasının yolunu bulabileceğini umut eder. Fakat şimdi, tüm düşmelerle, kalkmalarla geçen ömrün en yüksek sandığı evresinde Siddhartha'nın, Lacan'ın tabiriyle, oğlunun kendi Objet Petit A'sına doğru yola çıkmasının gerekliliğini yine kendi Objet Petit A'sı gerçekliğince kabul etmesi gerekmektedir. Bu konuya yazının sonlarında yeniden geleceğim. Çünkü bakım veren kişinin aşması gereken bir diğer konu bu. Peki Objet Petit A'ya doğru yola çıkmak nedir?
Lacan'ın Objet Petit A kavramını açıklayabilmek için öncelikle "Arzu" kavramını kısaca açıklamak gerekir. Arzu, psikanalizde Lacan için, ihtiyaç ile talep arasındaki doldurulması imkânsız boşluk olarak geçer:
"Arzu her zaman bütünleşilemeyen Öteki’nin bir etkisidir. Çünkü Öteki, bir kişi olmaktan çıkarak, İmgesel dönemde bir imgeye, Simgesel dönemde bir yer, yasanın özü, dil ve simgeye dönüşmüştür. Arzu, dile giriş nedeniyle, bir kısmı ifade edilemediği için bilinçdışı kalmak zorunda olan bir yapıdır."
Benlik evrelerin ilkinde yer alan İmgesel düzlemde (Ayna evresi 6-18 ay) insan yavrusu, henüz bir dile sahip olmadığından kendisine bakım veren ile bir özdeşleşme yaşar. Kendisini, bakım verenin gözünden görür bu evrede, bakım verenin gözleri, bebeğin aynasıdır. Aslında bu evre, aynı zamanda ihtiyaçların sınırsız karşılandığı, ve bunun için süperegonun hizmet etmesine gerek duyulmayan, "var" olanın "bütünlüklü" hissettiği evredir. Çünkü ihtiyaçlar henüz dilsel yapılanmamıştır, bunun anlamı, arzunun eksik sayılması için gereken kelimelerin açtığı havuzun henüz var olmayışıdır denebilir. Bebeğin bu evrede dil kuyusu içinde olmaması, aslında yaşamsal açıdan avantajlıdır da. Çünkü dil ile iletişime geçebildiği andan itibaren, bakım veren ile eşitlenme evresine de girmeye başlamış demektir bebek, dolayısıyla artık hem arzuları çeşitlenmeye başlar, hem de bu çeşitlenme içinde katedeceği yol için ifade etme biçimlerini düzenlemesi gereken bir evreye geçer. (Simgesel düzlem) Bu düzleme gelene kadar, insan topluluğunda hayatta kalabilmesi için bu yetiden yoksun olması, bu yüzden avantajlı olabilir. Çünkü kendini ifade etmekten yoksun olan canlı, bakım veren(ler)de evrimsel bir merhamet duygusu oluşmasına zemin hazırlar. (Güzel bir film senaryosu olurdu!)
Simgesel düzleme geçtiğinde ise, onu bekleyen yeni bir dünya vardır. Bu dünya dilin dünyasıdır. Artık arzularımızı dil üzerinden anlatmaya çabalarız. Bazen dil ve arzu/duygu arasındaki boşluk daralıyor gibi olsa da, yitik bir zaman dilimindeki (İmgesel düzlem) arzu, dille ifade edilemez, dolayısıyla kendini dille ifade etmek zorunda olan insan bir boşluk duygusu yaşamaya başlar. Yeniden, tamamıyla yaşanamayacak olan bu doyuma Lacan, "Jouissance" adını verir.
Jouissance'a en yakın olduğumuz dönem ise, arzularımız büyük oranda doyurulduğu için bebekliğimizdir. Bu yüzden, Objet Petit A'ya en yakın olduğumuz dönem de bu evreydi. Zamanla isteklerimiz dallara ayrıldı ve deyim yerinde ise, arzuların boşlukta süzülmesine bağlı olarak bazı düş kırıklıklarları yaşamaya başladık. Bu yüzden birer yetişkin olarak, "Jouissance" a yaklaştığımızı hissettiğimiz anlarda her daim zevkin yanında bir nebze acı çekeriz. Böylece, bir kum saati gibi, içimizdeki boşluğu bir yandan doldururken, öteki tarafı boşalır ve biz de bu sonsuz döngüye katılırız. İşte Siddhartha'nın, bakım verenden kopup kendi yolunu ararken, ve yeni bir öğreti ile karşılaştığı her an, İmgesel düzlemde yaşadığı ve devamlı devinen kopma-birleşme'ye denk gelir. Siddhartha bilginin, yolu bulmanın, kendini bulmanın ışığında tekrarlar bu döngüyü. Bu yolda Objet Petit A, etrafında onu sarıp sarmalayan, bazen seçtiği, bazen vazgeçtiği yolların toplamıdır.
"Zihnin devinimselliğini savunan Lacan, devinimi doğanın, içgüdünün ve sinirsel uyarımların değil, Ötekinin verdiğini söyler. Öteki, sürekli bireyle ‘bireyin’ arzu nesneleri arasında kendini ima eden, o nesnelerde dolanıp durarak onları istikrarsızlaştıran, arzunun hedefini sürekli yerinden oynatarak arzuyu doyumsuz kılan şeydir."
Yazımın başında Siddhartha'nın, oğlunu, bu boşluğun bir cevabı olarak görmesi ihtimalinden bahsetmiştim ve yeniden bu konuya döneceğimi söylemiştim.
Lacan'a göre, annenin (bakım verenin) arzusu ise, çocuğun yaşamını, herhangi bir boşluk bırakmayacak denli doldurabilmektir. Bu, Siddhartha'nın, yolun sonuna geldiği, ve bilgeliğe ulaştığını düşündüğümüz sırada vermesi gereken bir ders daha olduğunu anlatıyor bize. Bebek, kendini ayrı bir varlık olarak konumlandırabilmeye başladığından itibaren, bu kez bakım verende bir boşluk açılır. Bu boşluğu bakım veren, bir zamanlar kendi boşluğunu doldurmak için yola çıkan biri de olsa, kendi varlığıyla doldurmaya çalışmak arzusu ile, çocukla geç-simbiyotik bir yaşam geliştirmeye çalışabilir. Fakat, bu arzuyu doldurmaya çalışmak, yola çıkacak olan çocuğun/insanın "Objet Petit A" ile iletişime geçmesine engel olur. Objet Petit A bir açıdan yanılsama olsa da, gereklidir. Aslında Herman Hesse'in 1950'de kaleme aldığı Siddhartha bir bakıma, Jouissance'ın ışığında bir Objet Petit A yolculuğu olmasının yanı sıra, özgür olmanın, özgürlüğe alan verilmesinden geçtiğini anlatmaktadır.
Vasudeva kitabın sonlarına doğru, oğlunun kendisini bırakıp uzaklara gitmesini kabullenemeyen Siddhartha'ya şunları söyler:
"Farkındayım, yapmıyorsun. Onu zorlamıyor, onu dövmüyor, ona emirle bir şey yaptırmıyorsun. Biliyorsun çünkü, yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür. Çok iyi bir insan, övgüye layık birisin. Peki, onu zorlayıp cezalandırmadığını sanmakla yanılmıyor musun acaba? Sevgi bağınla onu bağlamıyor musun? Onu her gün utandırmıyor, iyi yürekli ve sabırla davranarak onun işini daha da güçleştirmiyor musun? Onu, bu kendini beğenmiş ve şımarık çocuğu, bir kulübede muzla karınlarını doyuran, pirinç bile kendileri için lüks bir yiyecek sayılan, düşünceleri onunkine hiç benzemeyen, kocayıp sessizliğe gömülmüş yürekleri onunkinde başka türlü çarpan iki ihtiyarın yanında yaşamaya zorlamıyor musun? Bütün bunlarla oğlan zorlanmış ve cezalandırılmış olmuyor mu?"
Arzular, tutkular, bazen devlet, tanrı ve bazen de o sonsuz boşluğu doldurmak için açtığımız, icat ettiğimiz yollar ve yöntemler Objet Petit A'nın kendisidir. Dili yaratan insanın, kendi açtığı o devasa çukurun kenarında dolaşmasıdır bu. İnsanlar işte bu yolu, bu evreni anlamlandırma arayışını, mesafesi bir türlü kapanmayan dil öncesi bütünlük duygusunu aşmaya çalışır. Kimi Govinda gibi, yolu Buddha'da bulur, kimi bir başka dini bir öğretide, kimi dürtüsel yollar bulur bunun için, herhangi bir anlam yapılanmasını reddeder ve bu red aracılığıyla bir yaşam biçmi/Autre kurar. Sartre'a göre, arzu kendini sürekli duruma getirir ve insan da arzularına bağlıdır. Ancak her arzu ve her doyum, bildiğimiz anlamda bütünleşmeye doğru yol alan insanı çıkarmaz. Yakalamak için koşulan doyumun, insanın doğayı aşmasına yardımcı olması gerekir. Eğer doğal sınırlar içinde kalınıyor ve tatmin edilen yalnızca fiziksel boyutta ise, canlı varlık, insan dediğimiz boyuta geçemez ve hayvansal, biyolojik sınırlarını da aşamaz. Bu yolda ise insanın anlaması gereken, onu bu yola çıkaran en başta, Simgesel düzende alışkın olduğu ve ona rahat gelen, "annenin arzusunun nesnesi olmaya ve çok mutlu birliğin ilk durumuna geri dönmeye çalışması" döngüsünün farkına varabilmesidir. Benliğin kurulabilmesi Ayna Evresi'nden sağlıklı bir şekilde ayrılıp, Siddhartha yoluna (Büyük Öteki), geçebilmesine bağlıdır.
Siddhartha'nın öyküsünden ve kendi öykülerimizden anladığımız üzere, simgesel dünyada, bir daha ulaşamayacağımızı bildiğimiz o kayıp nesnenin yerini almasını istediğimiz ne ise, hayatımızın tümü de bunun etrafında şekillenerek dönüşmekte. Ve "Arzumun Eksik Nesnesi" diye adlandırdığımız bu Objet Petit A, aslında bir yol gibi, bizi çoğaltacak olan unsurdur. Belki de yakınırken kulak vermeyi unutmamamız gereken, bu boşluğun kendisidir. Şu soruyu sormalı öyleyse: Varmaya her zaman ramak kala olmak hali yetmez, hangi yoldayız ve ramak kaldığımız nedir?
Özgür mü diyorsun kendine? Egemen düşünceni işitmek isterim ben senin, boyunduruktan kurtulduğunu değil.
Sen boyunduruktan kurtulmaya yetkili bir kişi misin ki?
Nice kimseler, uşaklıklarını atarken, son değerlerini de atmış oldular.
Ne'den özgür? Zerdüşt'e ne bundan! Gözleri apaçık söylemeli bana: ne'ye özgür? / F. Nietzsche, Yaratıcının Yolu Üzerine
Eylül Salman
Kaynakça:
Bayrak, Ö. "Arzu Diyalektiği Ekseninde Anayurt Oteli",26-33. (erişim 01.10.2020)
Hesse, H. (2015). Siddhartha. İstanbul: Can Yayınları
Karataş, Y. (2017). Büyük Öteki: Bilinçdışının Söylevi, 34. http://www.lacivertdergi.com/dosya/2017/04/12/buyuk-oteki-bilincdisinin-soylevi
Uzan, M. (2016). Lacan'da Yabancılaşma Kavramı. http://www.dusunuyorumdergisi.com/lacanda-yabancilasma-kavrami/
Yorum Bırakın