"Hastalığımı başkalarından gizlemeye çalışarak, üçüncü kattaki evimizde, ateşler içinde yalnız yatıyorum. Oda büyük ve soğuk, saatler geçtikçe, tuhaf bir şekilde rahatsız edici gözüküyor. Çocukluğumu hatırlıyorum: hassas, çaresiz, küçük bir kız. Karanlık çökene doğru, ateşten değil, kaygıdan tam anlamıyla perişan oluyorum. Burada ne yapıyorum, böylesine yalnız, böylesine bağsız, böylesine...havada? diye soruyorum."
Sindrella Kompleksi, Colette Dowling, Kurtarılma Arzusu
Özgürlük. Üzerine insanın, çok uzun zamanlardır düşündüğü, yazılar yazdığı, eserler ürettiği bir kavram. Kimimiz onu kafesinden uçan bir kuşla sembolize ederiz, kimimiz ormanda sağlam gövdesiyle ve köklerini toprağın derinliklerine salan bir ağaçla, kimimiz beyaz bir kağıt üzerine rastgele boyaların saçıldığı; ona her bakanın farklı bir temsil gördüğü -bazen de anlamsız bulduğu- renk ve şekillerle... Özgürlüğü bu imgesel ifadelerin dışında, özellikle de insanın içinde bulunduğu varoluş hali içinde değerlendirdiğimizde işler biraz karışır. Kuşun, kafesten uçmasına "özgürlük" dediğimizde, kuşun öz'ünün gerçekleştiğini söylemiş oluruz örneğin; "kuşun özü uçmaktır" kabulüyle varırız bu önermeye. Kafesin bir özü var mıdır? diye sormak pek aklımıza gelmez. Kapısının açılması mıdır, kafesin özü? Yoksa içine konan şeyi korumak ve gitmesini engellemek midir? İşler burada karışır gibi görünür, birinin özü, ötekinin özüyle çatışır gibidir. Ancak biraz yakından baktığımızda, kafeslerin -kendiliğinden- kafes olmadığını anlarız. Biz, ahşah, metal, yahut plastik bir malzemeyi manipüle ederiz, öncesinde üretilen bir idea için. Ve kafes, özünde, insan zihniyle ve eliyle manipüle edilerek, inşa edilen bir özün sonucunda, bir üründür. Dolayısıyla bir şeyin özünden, doğa'sından bahsedebilmemiz için, öncelikle o şey'in -doğalında- gerçekleşiyor olması gerekmektedir diyebiliriz. Ve evet! Kafesle kuş birbiriyle çatışmaz aslında. Buradaki çatışma, kuşun özünü manipüle etmek istememizde insan zihninin geldiği -belki de gelmek zorunda olduğu- noktadır.
Evcilleştirilen canlıları biliriz, çoğunlukla evin, hatta bazen odanın dışına çıkmak istemezler. Orası rahattır, orası sıcaktır, orada yemeği vardır, üstelik sevilmektedir. Böyle bir rahatlık içinde canlı mücadele etme özelliğini zamanla köreltir. Biz bugün, "kadın, kadının özü, dolayısıyla özgürlüğü" hakkında konuşurken toplumsal, tarihsel etkenlerin yanına bir diğer faktörü ekleyeceğiz: çaresizliğin kazandırdığı haklar.
Colette Dowling, Sindrella Kompleksi kitabının ilk bölümü olan Kurtarılma Arzusu'nda, bir zamanlar tek bir ebeveyn çalışarak hayatını kazanan bir kadının, bir erkekle tanıştıktan ve birlikte New York'tan Manhattan'ın 150 km. kuzeyinde, Hudson vadisine taşındıktan sonraki değişimini anlatır. Metropolden uzaklaştığı için mutludur, köy hayatı ona iyi gelecektir. Beklemediği şey ise, zaman içinde çalışma hırsının çökmesidir. Zamanla ev kadınlığına sığınmaya başlar. "Çilekli pastalar, temiz yorganlar, ütülü, yazlık elbiseler...Bulabildiğim en yumuşak tüylerle ve pamuklarla tecrit ederek kendime bir yuva yaptım, ve içine gizlendim." diye anlatır o zamanki yıllarını.
"Böyle devam edersen ne olacak?" diye sormaya başlar kendine. Bu pembe renkli hayatın yerini kışın, gölün üzerini kaplayan buz gibi, soğuk bir depresyon alır. "Her şeyden önce çok az şeye hakkım olduğunu hissettim. Farkında bile olmadan her şey için Lowell'den izin almaya başlamıştım."
"Kurtarılma arzusu, rüyalarımıza sızar, hırslarımızı köreltir. Kadının kurtarılma arzusunun, kadının ve çocukların vahşilerden korunması için erkeğin fiziksel gücüne ihtiyaç duyulduğu mağara günlerine dek götürülebilir. Ama bu arzu artık uygun veya yapıcı değildir. Kurtarılmaya ihtiyacımız yok."
Kurtarılma ihtiyacı'nın temelleri çok küçük yaşlarda atılıyor. Kadın, küçük bir kız çocuğu iken, aile dinamiklerini fark eder. Uzun süre önce kendi yaşamının sorumluluğundan kaçarak sırtını erkeğe yaslayan kadın/anne figürünü görür. Başka bakım verenler, farklı toplumsal yapılar devreye girmediği sürece insanın aile sistemi içinde örnek aldığı ilk sistem, bu cinsiyet rollerindeki yerleşmiş davranışlar, ifadeler, korkular, tavizlerdir. Bu sistem okul hayatı boyunca devam ettirilir. Erkek, cesaretli, atılgan olduğu müddetçe kendisine saygı duyulur, kız; uslu, iyi, söz dinleyen, ses çıkarmayan, kibar davranan, tehlikeli içeren ne varsa el atmayan olduğunda.
Aşırı Yardım ve Kızların Sakatlanması
1976 tarihli bir araştırmada, ebeveynlerin, bebeklerin ağlamalarının anlamını yorumlarken cinsiyetler arasında bir ayrım yaptıklarını gösterir. Aynı bebeğin ağlaması, kız olduğunu düşündükleri zaman korku, erkek olduğu zaman kızgınlık olarak yorumlanır. Dahası, kız çocuğu ağlayan bir annenin davranışıyla erkek çocuğu ağlayan bir annenin davranışı arasında belirgin bir fark da olduğu görülmüş. Erkek çocuk ağladığında anne tarafından çoğu kez reddedilirken, kız çocuğu ağlayan anne, çocukla temasını artırma eğiliminde olmuş.
Michigan Üniversitesi'nden psikolog Lois Hoffman, erken yaştaki bu şartlanmaya dikkat çeker:
Zor zamanlarda kendinin duygusal bakıcısı olabilmek, olamamak arasındaki ayrıma.
Bir diğer araştırma, bebekler ilk kez emeklediğinde anne babanın tepkilerinin gözlenmesi üzerine yapılmış. Çocuğun erkek olması durumunda, ilk adımlarına dair ebeveynlerin kafasındaki felaketin çok da canlı olmadığını tespit ederler. Emeklemeden ilk adımına geçen kız ise çoğunlukla, başını kaldırdığında annenin gözlerindeki kaygıyı görür.
Anne tarafındaki bu kaygı göstergesi (cinsiyet fark etmeksizin) "kaygılı aşırı düşkünlük" olarak adlandırılır. Bu, çocuğun, kendi becerisi konusunda kuşku duymasına sebep olur: "Annem korkuyorsa yapamam, benim bildiğim bir şeyi biliyordur mutlaka." Zaten anne de, bilinç dışında tam olarak bunu ister, kontrolü elden bırakmamak uğruna çocuğun yaşam gücüne zarar verir.
"İnsanlar için bir ortamda korkuyla başa çıkmayı öğrenmenin yolu, korkulan şeye tekrar tekrar yaklaşıp uzaklaşabilmektir. Korku tepkisinin tekrar tekrar, küçük dozlarda uyarılması, sonunda korku tepkisinin ortadan kalkmasına yol açar." Barclay Martin, Anxiety and Neurotic Disorders
Oysa kadının, küçük bir kız çocuğu iken korkutucu bir ortamla karşı karşıya gelinmesi istenmez. Yine cinsiyet fark etmeksizin, korku tepkisiyle başa çıkmaya dair deneyimleri, yaşantıları olmayan çocuklar, (ebeveynin kaygısının çocuğa geçmesi ile) yaşamları korku tarafından yönlendirilen yetişkinler haline gelir. Bu ebeveyn türü Helikopter Ebeveynlik (Helicopter Parent) olarak adlandırılır. Araştırmalar, erkek çocukların büyüdükçe, daha başarısız olduğu işlere geri dönebilme özelliğini kadınların göstermediği sonucunu çıkarıyor. Kadınlar bir kez başarısız olduğunda çoğunlukla geri çekilme özelliği gösteriyor. Ama işin kötü yanı, kültürün kadındaki bu geri çekilmeyi destekleyecek bir yapıda olması. Ne de olsa, kadın mesleki, iş, kariyer yaşantısında başarsız olduğunda, kendisini bir peri masalının içinde bulabilme "avantajına" sahip olabilir. Fakat bu çoğunlukla, yıllar sonra ona ağır bedellerle geri döner.
"Bilinçli olarak "erkek aramıyordum." Öte yandan, bir hayat kurmaya da çalışmıyordum. Önümdeki tüyler ürpertici (büyük, zorlu ve potansiyel olarak ezici) geleceği nasıl dolduracağım konusunda hiçbir fikrim yoktu."
"Bu tamamen çocuksu ve nevrotik, ama derinlerde bir yerde, kendi geçimimi sürdürmek istemiyorum; bunu bir başkasının yapmasını istiyorum."
Bazen de bu ters bir şekilde sirayet eder. Bağımlı olan kadın, hayatta kalmak için bir erkeğe bağlı kalma ihtiyacını aşağılama, zayıf görme mekanizması üzerinden sürdürür: "Birçok kadın, yardım etme kisvesi altında kocalarını zayıf kılmaya duygusal bir yatırım yapmaktadır. Zayıf erkek karısına hep ihtiyaç duyacaktır. Zayıf erkek asla terketmeyecektir. (Aslında bu, alkolik erkeğin karısında görülen bir yapıdır: dışarıdan becerikli ve düzenli, içeriden ise yalnız: kaldığı taktirde yok olup gideceği korkusuyla dolu.)"
Yazıma başlarken kafes, kuş örneğini vermiştim. Öğretilen ve devam ettirilen bu sistem, insanın bir zamanki fiziki koşullarını zaman içinde ideaya dönüştürerek, şartlar zaman içinde değişse de içinden çıkıldığında korkuya sebep olan sistemdir. Daha açık haliyle sistem, kadının ve erkeğin, bir zamanlar üretilen bir "kafes"in içinde rolleri yeniden ve yeniden inşa etmesidir. Az önce söylemiştik, kuş'un özünden hala bahsedebiliriz, fakat kafesin özü, insanın emniyet ihtiyacından, korkularından, ve biraz da kendine işe yarar hale getiren konfor alanından, bu koruyucu yapıdan başka bir şey değildir. Kafesin, bir manipülasyon, insanın bir zamanlar ehlileştirme ihtiyacından doğan bir mekanizma olduğunu fark ettikten sonra, kapsadığı varlığa dışarıdan bakabilme imkanımız doğacaktır. Bu da, "Kadının Özgürlüğü" için, kuşun uçuşunu hayal ederken öz'ün yeniden inşa edilmesini gerektirecektir.
"Hür mü diyorsun sen kendine? Hakim düşünceni işitmek isterim, boyundurluktan kaçıp, kefenini yırttığını değil. Bir boyundurluktan kaçmaya hakkın mı var? Öyleleri vardır ki uşaklıktan kurtuldukları an, ellerindeki son kıymeti de kaybetmiş olurlar.
Neden kurtuldun ki? Zerdüşt'e ne bundan? Açıkça söylesin gözlerin bana: ne için kurtuldun?
Bahşedebilir misin kendine, iyilik ve kötülüğünü ve kılabilir misin istencini, bir kanun gibi, kendi kendine hakim?"(2)
Nietzsche, Yaratanın Yolları Üzerine
Çatışmanın Üstesinden Gelmek, bölümünde Cowling kısaca şunu öneriyor:
1)Güdüleriniz, tutumlarınız, düşünce tarzınızı incelerken el değmedik taş bırakmamak.
2) Tutarsızlıkları kabul edip peşinden gitme cesaretini göstermek.
"Bunları ayrıntılarıyla incelediğimiz takdirde bizi altta yatan çatışmanın ana kaynağına götürecek."
Elbette bu kadar değil. Colette Dowling'in Sindrella Kompleksi, çocukluğunuza, aile figürlerinize, ilişkilerinize sızan kafeslere uzun bir yolculuk. Bugün en sonunda İstanbul Sözleşmesi ile dile gelen ve ısrarla görmezden gelinen kadın-erkeğin bugünkü acı durumu için hepimizin dönüşüme ihtiyacı var.
Güvence sakat bırakır, diyor Dowling. Öz'ü inşa etmenin sancılarına katlanmaz isek, hayat boyunca kendini sevemeyen, dolayısıyla diğerini sevemeyen insanlar olacağız. Ve ilişkilerimizi bu saplantılı ihtiyaçlarımız üzerinden kurarak mutsuzluğumuzu sürdüreceğiz.
Sorumluluğumuzu, yapabileceklerimizi, ve yaşamımızı inşa edebileceğimizi fark ettiğimizde ise limanlar artık sığınılan bir yer olmaktan çıkacak. Oturup manzarayı, denizi, dağları seyrettiğimiz, güzelliğine vardığımız, zaman zaman taşlara tüneyen martıları seyre dalabildiğimiz bir yer haline gelecek.
Sahi, limanlar hep güzeldir, duygular, ilişkiler de: sığınmayı bir yana bırakıp o güzel keşif yolculuğuna çıkabildiğimizde.
Eylül Salman
Kaynak:
(1)Dowling, C. (2020). Sindrella Kompleksi. (çev. Selçuk Budak). İstanbul: Afrika Yayınları
(2)Nietzsche, F. (2015). Böyle Buyurdu Zerdüşt (çev. Murat Batmankaya). İstanbul: Say Yayınları
(İllüstrasyon: Luisa Rivera)
Yorum Bırakın