"Bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür." -Ursula K. Le Guin
Son sayfaya geldiğimde, tüm öykünün bir anlığına gözlerimin önünden geçtiği; sonunda bu cümleyi anımsadığım bir kitap, Simyacı. "Kim söylemişti bu sözü?" diye sayıklıyorum bir yandan, aklıma gelmiyor o an heyecandan, Ursula K. Le Guin'in söylediği. Zira kitaptaki İngiliz kahramanın da dediği gibi, "Evren, herkesin anlayacağı bir dilde var olmuştur, ama insanlar unutmuştur bu dili."
Peki nedir, geriye dönüş yolculuğu?
İnsan mecazi ya da gerçek, varılmak istenene ulaşma umuduyla yüzlerce kilometre yol katettiğinde, yolculuğun sonunun, ufuktaki yerin kendisi olacağı hissine kapılır çoğu kez. Bir bakıma "haklı" bir histir bu. Yoksa zaten gitmezdi, öyle değil mi? Gitmek aramaktır çünkü, ve şunun kabulüdür aynı zamanda: "Bir cevap var, biliyorum, ama bu cevap burada, bulunduğum yerde değil." "Cevap... Cevap, içime dolan gitme arzusu rüzgarının, beni taşıdığı yerde olmalı."
Kitap, bir kahinin, koyunlarıyla gezerek yaşayan bir çoban olan Santiago'nun gördüğü bir rüyayı yorumlamasıyla başlar. Rüyaya göre, Santiago'nun Mısır piramitlerini görmeye gitmesi gerekmektedir, orada bir hazine bulacaktır. Ne var ki o bu sırada İspanya'dadır, yol uzundur, koyunlarını bırakacağı bir yer yoktur, parası da. Geçmişine gittiğimizde ise bir zamanlar, babası, Santiago'nun bir papaz olmasını istediğinde, o böyle bir hayatı istemediğini söylemiştir. Yolculuk yapmak istiyordu o. Başka yerleri görebilmenin tek yolu da, çoban olmasıydı. "Öyleyse, ben de çoban olacağım." demişti, ve bu kararı alarak farkında olmadan yolculuğu başlatmıştı.
Bundan sonra, kitabı okumayanlar için, Santiago'nun uzun bir yolculuğa çıktığını söylemek isterim, daha fazlasını değil. Bu satırları okuyanların arasında, kitabı okuyanlar ya da okumayanlar olsun; çobanın değil, kendi yolculuğunu düşünenler olacaktır. Bu yolculuk ise, bulunduğun yeri "bırakma" yolculuğudur. Bu, sonsuz bir ayrılık da olabilir, belli olmayan bir süre için de olabilir; ancak çıktığımızda artık başka biri olmaya doğru yola çıkmışızdır. Murathan Mungan'ın da söylediği ve bir zamanlar yolculukta karşılaştığım bir dostun, ajandamın kenarına iliştirdiği not gibi: "Kimse, çıktığı yolda kendisi kalmaz, yol; insanı başkalaştırır."
"Bırakma" yolculuğu öyle kolay bir yolculuk değildir. Geriye çevirir insanın gözlerini çünkü. Ama bu kez gözler, yolculuktan önceki gözlerin biraz ötesini görmeye başlar. İnsana bunu yaptıran ise şartlar değiştiğinde bir zamanlar adapte olan, konfor alanında memnun görünen zihin halinden uzaklaşmaya başlamasıdır. Ya da, kitabın dili ile söylemek gerekirse kişinin, yüreğini dinlemeye başlamasıdır.
Canlılar, her zaman içinde bulunduğu duruma en iyi biçimde adapte olarak yaşamını sürdürürler. İnsanda ise bu biraz daha girift bir yapıdadır. İnsan ve kültür, dil ile yapılanmıştır ve biz sadece fiziksel şartlara değil, gözle görülmeyen, sembolik bir evren içinde de yapılanırız. Sembolik evren(dil), düşüncelerimizi, inanç sistemimizi oluşturur.
Varlığa kavramlarla bakar, varlığı kavramlarla görürüz. Kavram, terim ile aynı anlamda olduğu için, yani dilin unsuru olan terimin zihinsel karşılığı olduğu için, bu, varlığı dil ile görmek demektir. Varlığın dil yoluyla dilde görünmesi, onun dilde açığa çıkması, dilde dile gelmesi anlamına gelir. Heidegger’in dediği gibi; “Dil, varlığın meskenidir”, yani varlık dilde gizlenir. Onun üstünü örten perdeleri kaldırmak, ona nüfuz etmek ancak dil aracılığıyla mümkün olur. Çünkü dil, “varolan şeyleri adlandırarak, onların “niteliklerinin bilinmesini sağlayarak” kendisi ile diğer varlık alanları arasındaki ilişkileri kurar. (1)
Dolayısıyla insan, şartlarından ayrıldığında, dil ile yapılandırdığı hali hazırda olan dünya değişime uğramaya başlar; bu yeni şartlar, yeni insanları, yeni olguları çağırır; bu yeni durumu anlama çabası içinde artık uzun süredir kullanmakta olduğumuz bilgi, beceri ve ilişki kurma hallerimizde birtakım değişimler olması beklenir. İşte yol'un yüreğini dinleme macerası, kendini tam olarak burada başlatır. Neden alıştığımız yerde değil de, yola çıktığımızda? Çünkü insan, her şeye alıştığı bir yerde, yüreğinin sesine de alışır, alışkanlık ise daha derinlere yüzmeyi unutturur bize, nasılsa daldığımız noktaya kadar sahip olduklarımız yaşatmaya yetmektedir bizi, öyleyse insan kendini neden zora soksun ki?
Henüz geçilmemiş bir eşiğin parıltısı durmaktadır "zor" olanın niteliğinde. Bize bu "zor" tanımını yaptıran, bu parıltının henüz gözümüzü alıyor oluşudur.
Derinlerimize dalmaya başladıktan bir süre sonra, hafızamız bizi terk etmez ise, bir zamanlar olduğumuz yeri anımsarız, ve bu kez öncelikle orada, bir zamanlarki "biz"i hatırlarız. Ve bizi oluşturan şeylerin, aslında yaşamımızı sürdürmemiz için geliştirdiğimiz yetilerin bir parçası olduğunu fark ederiz. Bu yeni katmanda ise kimi "eski" parçalarımız işimize çokça yarar, fakat artık işlevsel olmayan kimi parçalarımızı ise bırakmak zorunda kalırız, tıpkı Santiago'nun koyunlarından vazgeçmekle yola devam etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalışı gibi. Ve seçim, hayatın belki de en büyük sorumluluğudur, bazen yük olarak döner bize, bazen ise kanatlar verir.
Bırakmamız gereken o parçalar, işte ilk karşılaşma anımızdır. Onu ilk kez karşımıza almışızdır, daha önceleri içimizde olan o parçaları, kendilik meselemizin bir parçası olarak gördüğümüz için, hiçbir zaman gerçekten görememişizdir. Parçalarımızla karşılaştıkça yol derine, dibe gidiyor görünebilir, ama kitabın kastettiği "Kişisel Menkıbe" mücadelesi sürdüğü müddetçe, yol sonunda suyun yüzeyine doğrudur. Artık daha çok dalmadan ve yaşamı oluşturan parçalara tanıklık etmek arzusuyla ruhumuzu beslemeden nefes almanın çok da mümkün olamayacağı bir yere doğru yüzmekteyizdir. Belki şimdi, Ursula K. Le Guin'in söyledikleri biraz daha anlaşılır olmaya başlamıştır bizler için.
Gerçekten yüreğimizi tanımaya başladığımızda ise, -ki bu, daha dibe varabilmenin, bu esnada ciğerlerimiz bu basınca dayanırken benlik bilincinimizin genişlemesinin bir devamı olarak Simyacı'ya göre, bize baskın yapma şansını da elinden almış oluruz yüreğimizin.
"İhanet, senin beklemediğin bir darbedir. Ama sen yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz.
Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indiremeyecektir sana."(2)
Artık parçalarımız bizim değildir, yalnızca bizimledir. Çünkü, bizim olan, ağır gelir, ama bizimle olan hafifletir, böylece döneriz suyun yüzeyine.
Simyacı, mutluluğu uzaklarda ararken, yakında bulmayı değil; burnunun ucunda gibi görünen güzelliğe, o yola göğüs germeden vakıf olamayacağımızı anlatıyor olabilir mi?
Çünkü güzellik, anlam, yaşam enerjisi yakında veya uzakta değil, yakınımızda, veya uzağımızdadır.
Ve içimiz, bu sembolik dünyanın bir handikapı olarak, varolan dünyadan daha geniş; yolları ise varolan dünyanın yollarından daha uzundur.
Eylül Salman
Kaynak:
(2) Paulo Coelho, Simyacı (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2020), 152.
(1) Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983, s.244.
Çok güzel bir özetleme. Alıntılarla zenginleştirip okuma zevkimi tatmin etiğin için teşekkürler:)