Öfkenin Yıktığını, Sevgi Toparlıyor; The Brand New Testament

Öfkenin Yıktığını, Sevgi Toparlıyor; The Brand New Testament
  • 7
    0
    0
    0
  • Tanrının dünyada bir insan bedeninde yaşadığını ve kızının ondan intikam almaya çalıştığını söylesem kulağa fazla çılgın gelir değil mi? Tanrıdan intikam almak kulağa çok ağır geliyor, evet. Ama bazen hayatın yolumuza koyduğu engeller, sırtımıza yüklediği taşınmayacak hatta altında ezildiğimiz o duvarlar ile boğuşurken, aklımızın bir köşesinde "Neden hep ben?" sorusu da belirmiyor mu? Bu sorunun ardından içimizde oluşan öfkeyle, devamlı şikayet edeceğimiz bir güç aramıyor muyuz? Bu soruların gölgesinde oldukça ilginç bir yapım olan The Brand New Testament üzerine konuşmak istiyorum biraz.

    Orijinal adı Le Tout Nouveau Testamen olan 2015 yılı Belçika, Fransa ve Lüksemburg ortak yapımı, yönetmen koltuğunda ise Jaco Van Dormael'in oturduğu kara komedi bir film; The Brand New Testament. Filmin konusu zaten bir baş kaldırış niteliğinde. Tanrının, Belçika'da yaşadığını ve tüm dünyayı bir bilgisayar başında yönettiğini düşünün. İnsanın kulağına fazla çılgın gelse de, filmi izlerken oldukça eğlendim diyebilirim. Tanrının, sessiz sakin karısı olan anlaşılacağı üzere Meryem'le ve küçük kızları Eu ile yaşadıkları bir eve konuk oluyoruz. Eu karakteri aslında sonradan eklenmiş, uydurma bir karakter. Film, İncil üzerinden bir anlatıma sahip diyebiliriz. İsa'yı sadece bir biblo olarak görürken, Eu karakterini ise aktif bir şekilde dünyayı değiştirmeyi kafasına koyan küçük bir kız olarak izliyoruz. İncil'den yola çıkılarak yapılmış ama aslında kendisine karşı bir eleştiri ve hiciv niteliği taşıyan bir film çıkarıyor yönetmen karşımıza. Çünkü filmin türü kara mizah olduğu için, eğlenceli diyalogların ardından derin mesajlar taşıyan bir hiciv demek en doğrusu olacak.

    Filmin konusuna gelirsek; zalim bir tanrı figürünün ardından zulüm gören Eu'nun, babasından intikam alma sürecine odaklanılıyor. Aslında filmin iki yönü olduğu da söylenebilir. İlk yönü; tanrı, din, insan ve yaratılış üzerineyken, ikinci yönü; daha çok insan ilişkilerine odaklanılan, çok yönlü psikolojik bir temayı da içinde barındırdığını görüyoruz. İnsan ilişkilerine, Eu'nun, babasının bilgisayarını hackleyip, insanların ölüm tarihlerini tüm dünyaya duyurmasıyla birlikte odaklanılmaya başlıyor. Ölüm tarihlerini telefonlarından bir geri sayım içinde öğrenen insanların verdikleri tepkilerle, gerçek yüzlerinin ve içlerinde kalmış arzularının gün yüzüne çıkma süreçlerini izlemeye başlıyoruz. Bu olaylar ardında kendi dinini oluşturmaya çalışan Eu'nun, annesinin en sevdiği sayı olan 18'e tamamlamaya çalıştığı havarilerin hayatlarına dahil olmamızla birlikte asıl tema olan sevgiye geçiyoruz.

    Filmin en sevdiğim yanı kesinlikle, havarilerin çoğalmasıyla birlikte Leonardo da Vinci'nin en ünlü eserlerinden biri olan Son Akşam Yemeği resmine eklenmeleri oldu. Bu şekilde bu güzide eseri filmin içinde çok sık bir şekilde görmüş oluyoruz. Son Akşam Yemeği aslında Da vinci'nin bir duvar freski olarak yaptığı muhteşem bir eser. Eserin konusu ise, Hz.İsa'nın 12 havarisiyle, havarilerinden biri olan ve ona ihanet edecek olan Yahuda'nın ispiyonlamasından önce birlikte yediği yemeği temsil ediyor. Eserin içinde barındırdığı küçük ayrıntılar ve mesajların yanında görüldüğü her anda etkileyebilmeyi başaran o sanatsal ihtişamına aşığım. Bu hikayenin ana noktası olan ihaneti hissettirebilen en iyi eser. Bu esere duyduğum aşk, filmi sonuna kadar büyük bir hevesle seyretmeme sebep oldu diyebilirim. Masaüstümde de wallpaper olan bu eseri her gördüğümde nedensizce mutlu oluyorum, benim için özel olan diğer birçok eser gibi..

    Filme dönersek; Eu'nun çevresinde topladığı 6 havari ve kutsal kitabını yazdırdığı evsiz bir insanla birlikte yeni bir yolculuğa başlıyoruz. Her bir havari aslında dünyada acı ve yalnızlık çeken insanları temsil ediyor da diyebiliriz. Sevgisizliği en derinden yaşayan insanların hayatlarına tanıklık ediyoruz. Yaşadıkları bu sevgisizlik ile yanlış düşüncelere dalan insanlar. Örneğin; Kimseden sevgi görmeyen hatta kendisinden bile sevgiyi maruz gören bir adamın, seri katil olma hayalleri kurmasını görüyoruz. Daha sonra gerçek sevgiyle karşılaşmasıyla; aynadaki yansımasına sarılmasıyla birlikte kendini sevmeye başlaması, kendini sevmesiyle insanları da sevmeye başlayıp bu saçma düşüncelerden kurtulması filmin en iyi ayrıntılarından biriydi. Karakterlerimizin hepsi filmin sonuna doğru sevginin farklı bir yüzüyle tanışıp, yaralarını iyileştiriyorlar. Filmin en önemli noktalarından biri de bu. Hayvan sevgisi, doğa sevgisi, insan sevgisi ve kendini sevebilmek. Ölümün onlara yaklaşması bile bir sorun olmaktan çıkmaya başlıyor. Ölüm tarihlerini öğrendikleri anda yaşadıkları korku ve boşluk hissinin gerçek sevgiyle birlikte kaybolmasını görüyoruz. Korkuların karşısında duran en büyük engelin sevgi olması, verilmek istenen en önemli mesajlardan biriydi kesinlikle.

    Filmde en çok dikkatimi çeken ayrıntılardan biri ise yönetmenin bizlere anlatmak ve yansıtmaya çalışmak istedikleriydi. Adeta bizlere kendi ruhunu ve duygularını açmış, onu anlamamız için uğramış bile diyebilirim. Onun izleyicisi ile yaptığı bir terapi niteliğinde bir filmdi. Tanrıya karşı olan bu öfkesinin sebebini izlerken elimde olmadan çok merak ettim. Genel olarak dünyada yaşanan adaletsizlikler ve eşitisizlikler üzerinden mesaj verme amacı gütse de, içinde olan bazı kişisel kızgınları olduğunu da hissettim diyebilirim. Kendi yaşadıkları, hayatına çıkan engelleri ve sırtından asla atamadığı duvarları merak etmedim desem yalan olur açıkçası. Bu öfkeyi en iyi yansıtma şeklinden biri ise; filmdeki rahibe bile tanrıdan nefret ettirmeye başarması diyebilirim. İkisinin arasında geçen sohbetin olduğu sahneyi izlediğiniz de, bunu daha iyi anlayabileceksiniz.

    Filmin sonunda bilgisayarın başına karakterimizin annesi geçmesiyle birlikte yeni bir dünya ve evrene adım atmış oluyoruz. Tanrının bir kadın olmasıyla birlikte; gökyüzü çiçek desenlerine bürünüyor ve dünyada bir huzur hissi hakim olmaya başlıyor. Ataerkil bir dünyanın yıkılışıyla, anaerkil bir dünyanın doğuşuna tanıklık ediyoruz. Bu şekilde barışın ve huzurun geleceğini gösteriyor bizlere yönetmen. Ama bu konuda birkaç bir şey söylemek istiyorum. Ataerkil dünyanın sırtımıza yüklediği sıkıntılar, dünyayı sürüklediği savaşlar, yaşattığı adaletsizliklere karşı nefretimizle birlikte başka bir oluşuma karşı umutlanmamıza neden oluyor diyebiliriz. Bununla birlikte aslında başka bir cinsiyetin baskın olacağı bir dünya düzeniyle barışın ve huzurun geleceğini düşünüyoruz. Aslında ataerkil sistemin yok oluşuyla birlikte, yaratacağımız eşitlik sisteminin asıl huzuru getireceğini düşünüyorum. Mutluluğun formülü; eşit olduğumuz bir dünya. Sosyolojik olarak yarattığımız toplumsal cinsiyet algısını yıkabilmek aslında bizlerin elinde. Kadın ve erkekleri belli bir rol kalıplarına sokmadan, sadece özgür hissedebildiğimiz, kısacası sadece insan olabildiğimiz bir dünyada ancak huzur ve barışı bulabiliriz. Birinin mutsuzluğu ile mutlu olabilen bir dünya her zaman kaosa ve adaletsizliğe sürüklenmeye mahkum olduğunu düşünüyorum. Bu dünyayı oluşturmak da sadece bizlerin elinde; yeterki eşitlik için mücadele edelim, birlikte.

    Konusuyla, kurgusuyla ve vermek istediği mesajlarıyla beni etkileyen bir yapım oldu; The Brand New Tastement. İzlerken empati de duydum, kendi düşüncelerimi sorgulama fırsatı da. Aslında kendi içimde oluşan öfkeden de bir parça buldum bile diyebilirim. Aslında herkesin ön yargılarını bir kenara bırakıp izlediğinde, kendinden bir parça bulabileceği bir film olduğunu düşünüyorum. Elbette bazı insanlara fazla cesur ve rahatsız edebilecek bir anlatımı olduğu için fazla gelebilir ama en azından içimizde olan bu öfkeyi ancak sevgiyle birlikte çözebileceğimizi bizlere gösteren, sorgulayan ve dikkat çeken bir yapım olduğu için kesinlikle bir şansı hak ettiğini düşünüyorum.

    Hoşçakalın!


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.