Ursula Le Guin'in yaratıcı zekasından, hayal "gücü"nden, hikaye kurma becerisinden bol bol konuimayı düşünüyorum burada ama bugünün konusu, kendisinin belki de en ünlü eseri olan Mülksüzler ve çağrıştırdıkları.
Mülksüzler Hugo ve Nebula adında iki bilimkurgu ödülünü almış bir roman. Kitabın son sözünü yazan Bülent Somay, 1990 yılında Mülksüzler'in 20.yy'ın klasiklerinden biri olmaya aday olduğunu yazmış. Şimdi 20 sene sonra baktığımızda bu sözün isabetliligini daha iyi kavrıyoruz. "Ölmeden önce okunacak 100 kitap" ve türevi bütün listelerde Mülksüzler'i görürsünüz ve boşuna değildir bu.
Hikaye Anarres ve Urras adlı iki gezegende geçer. Anarres Urras'ın, Urras da Anarres'in ayıdır. Bu gezegenler bir nevi düşman kardeşlerdir. Anarres halkı yıllar önce Urras tarafından bu gezegene "elleri boş" gönderilmiş devrimci halktır; kendilerine Odocu derler. Odocular Anarres'te kendi örgütlenmelerini ve düzenlerini kurmuşlar, Urras'takinden tamamen farklı bir dünya yaratmışlardır.
Anarres'te para yoktur, ihtiyaçlarınızı depolardan alırsınız. Urras'ta ise satın alırsınız; eşyaları, nezaketi, insanları.
Anarres'te herkes her işi yapar. Urras'ta zenginler ve üst sınıflar, saygın ve saygın olmayan işler vardır.
Anarres'te devlet yoktur, insanlar yönetilmez işler yönetilir. Urras'ta devlet, üstünlük yarışları ve savaşlar vardır.
Anarres'te kadınlar ve erkekler eşittir. Urras'taki kadınlarsa çalışmaktan ve okumaktan men edilmiştir, yine de erkekleri yönettiklerine inanırlar.
Anarres'te gereksiz hiçbir şey bulunmaz, israftan kaçınılır. Çünkü Anarres zaten kurak ve verimsiz bir gezegendir. Urras ise tam tersi, bütün kaynakların bolca bulunduğu bir gezegenken bu kaynaklar hızla sömürülür.
Anarres kusursuz bir ütopya değildir; mükemmel olmaktan uzaktır ve aksayan yanları vardır. Bu yüzden hikâye hiç olmadığı kadar gerçek gelir. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu bilirsiniz ama gerçekçilikten kopmadan.
Anarres görünürde devrimi tamamlamış ve iyi bir şekilde işleyen bir gezegen gibidir. Ama kitap ilerledikçe bunun böyle olmadığını fark ederiz. Baş karakterimiz Shevek bunu ilk fark ettiğinde kabul etmekte zorlanır. (Bedap'la seneler sonra karşılaştıklarında aralarında geçen konuşmayı hatırlıyor musunuz? Harika değil miydi? Hatta bir benzeri konuşmayı seneler sonra Shevek Takver ile yapmıştı ve bu kez de Takver direnmişti kabul etmemekte.) Shevek, anlamakta gerçekten zorlandığım birtakım işler yapan zaman fizikçimiz, Anarres'te daha fazla ilerleyemeceğini fark eder. Anarres'in ördüğü duvarları yıkmak, bir anarşist gibi davranmayı kendi insanlarına hatırlatmak ister. Ve Urras' a giden ilk kişi olur. Urras'ta onu zenginlik ve bollukla karşılarlar. Ona para verirler, üniversitede ders vermesini sağlarlar. Shevek'ten tek beklentileri çalışmasıdır. Çalışması ve işlerine yarayacak olan kuramı onlara vermesi. Nihayetinde Shevek'e tüm bunlar yeterli gelmez. Hep zenginliği, lüksü ve iyi olan şeyleri görmesini sağlayanlar tarafından bir duvara hapsedilmiş hisseder.
Mülksüzler kolayca başlayan bir roman değildi. Her ne kadar ilerleyen sayfalarda okumak daha kolay hale gelse de, ilk başta dikkatinizi tamamen adamanız ve okuma aralarını uzun tutmamanız gerek bence. Belli başlı şeyleri bir kere anladıktan sonra okumak çok daha akıcı ve keyif verici oluyor. Yine de Ursula'yı ana dilinde okumayı çok isterdim. Çünkü kendisi, cümlelerin ritmine inanan bir insan (bkz.Dümeni Yaratıcılığa Kırmak). Çeviri okumak bunu ne kadar sağlıyor emin değilim, bence büyünün çoğunu alıyor.
Kitaptan ana hatlarıyla bahsettikten sonra biraz "serbest çağrışmak" istiyorum. Üzerine düşündüğüm, sizlerin de fikrini merak ettiğim bir konu. Anarres'teki gibi mülkiyetin olmadığı bir evrende yaşayabilir miydiniz? Günümüzde, çağımızda her şey o kadar sahip olmak ve almak üzerine kurulu ki, bunları çıkardığımızda geriye kalacak şeylere yabancı olduğumuzu biraz da ürkerek düşünüyorum. Okuyoruz çünkü çalışacağız, çalışacağız ve paramız olacak, böylece neyi istiyorsak onu alacağız; telefon, ev, araba, hatta arkadaşlar ve eş...
Bir yanda bir battaniyeye bile sahip olmayan ve eşya ile bağını en aza indirmiş kurgusal bir topluluk, bir yanda her eşyasına sıkı sıkıya sarılmış bizler. En basitinden "benim" kitaplarım olmasına dair ısrarım mesela, kitap ödünç almaya o kadar da sıcak bakmamam. Bu sadece küçük bir örnek. Günde bin tane "kaydırmalı alış-veriş linki" arasında istediğimiz, istemediğimiz, daha önce almayı bile düşünmediğimiz şeyleri görüyorken örneğin; daha fazla tüketmeye; almaya, almaya ve daha çok almaya her zamankinden daha hevesli, aç ve hırslı bir toplum olmuyor muyuz gitgide? Aslında hep böyleydik de şartlar değişince daha mı belirgin oldu bu?
Hayatımızdan mülkiyet bir an için çıksa, artık satın almak ve sahip olmak diye bir şey olmasa; hayatımızın anlamı, gittiğimiz yol, yaptığımız seçimler aynı mı kalırdı, değişir miydi? Bunu düşünmek gerek. Böyle bir dünyayı hiç görmeyeceğiz belki, hatta dünya bu istikametin tam tersine doğru hızla yol alıyor. Yine de sahip olma ve almaya verdiğimiz değeri çıkarınca geriye ne kalıyor, onlar haricinde neler inşa etmişiz, onlar dışında ne için yaşamışız, ve onlar ol(a)mayınca ne kadar eksiğiz, varlığımızın ne kadarı onlara bağlı..? Düşünmek gerek. Sizin bu konudaki fikriniz neler?
Kitaptaki karakterlerin taşınırken yanlarında gizlice eşya tutma çabalarını Hatırlıyoum hayal meyal. O kadar insani bir davranıştı k, tamamıyla mülksüz olamayacağımızı Ursula da gösteriyor aslında bizlere. Hem, bu belki de bu o kadar kötü bir şey değildir? Eşi, aileyi, dostu paylaşmak istememek çok normal. Çünkü bu duygusal bağlara 'sahip olmak', aslında onlara ait olmak demek. yani insan sahip olmaktan çok ait olmak, bütünleşmek, tam hissetmek ister. Bunun yanı sıra, sahip olduğumuz onca saçma sapan ihtiyacımız olmayan eşyayı hayatımızdan çıkarsak, geriye eylemlerimiz ve onların iyiliği, faydası kalır. Mülksüzlerde de bu toplumsal yardımı en güzel şekliyle görmekteyiz. Sadece, keşke Shavek'in önüne taş koyan bilim insanı o adam gibiler olmasaydı ve insanlar bolluk içinde olabilselerdi. Oysa onların ihtiyaç kadar barınma ve yeme anlayışı fakirlik getiriyor ve ne yazık ki eğlence ve tatil anlayışı da serbest olmasına rağmen toplumsal bir ayıp. Zaten dediğiniz gibi, kusursuz değil ve anarşistlerin kendilerine gelip bir Odoculuk yapması lazım. Eminiz ki Odo böyle hayal etmemişti :)