Bilimkurgu ve fantastik türünün en büyük yazarlarından biri olan ve 22 Ocak 2018’de aramızdan ayrılan Ursula K. Le Guin ardında onlarca muhteşem eser bıraktı. Üçleme olarak bilinen ama son hali ile altı kitaptan oluşan Yerdeniz Serisi de yazarın en bilinen eserlerinden. Yerdeniz Büyücüsü, Atuan Mezarları, En uzak Sahil, Tehanu, Öteki Rüzgar ve Yerdeniz Öyküleri. Bu altı şahane madeni henüz okumadıysanız bir an kaybetmeyin derim.
Serinin ilk kitabı olan Yerdeniz Büyücüsü’nü 2018'de çok severek okuyup bitirdiğimde, henüz böyle bir yazıya vesile olacağını bilmiyordum. Ancak ne zaman ki kitap hakkında yazılan yorumları okumaya başladım, aslında okuduklarımın psikolojik arka planlara dayandığını, o yıllarda henüz öğrenmemiş olduğum birçok bilginin bu kitaplara ilham olduğunu fark ettim.
Yerdeniz, bir adalar diyarı; özenle kurulmuş, ince ince işlenmiş bambaşka bir dünya. Büyücüleriyle, ejderhalarıyla, efsaneleriyle, ıssız adalarıyla, denizleriyle meşhur bir yer burası. Kahramanımız ise Ged; çobanlıktan başbüyücülüğe uzanan bir yolculuğu var. Biz de o yol boyunca eşlik ediyoruz Ged’e, öyle ki, o teknesiyle yol alırken biz de durakladığı her yere Yerdeniz haritasından bakıyor, evden ne kadar uzak olduğumuzu, daha nereleri gezeceğimizi hesaplıyoruz. Ged büyücülük gücünü fark ettikten sonra Ogion adında bir büyücü onu öğrencisi yapıyor. Ancak pek az konuşan, “dinlemek için önce susmak gerektiğini” söyleyen Ogion ile birlikte geçirdiği zamanlar, Ged’in içindeki öğrenme arzusunu tatmin edemiyor. Böylece Ged, bütün büyücülük sanatlarını öğrenmek için Yerdeniz’in en korunaklı yeri olan Roke adasına, büyücülük okuluna gidiyor.
Bizi asıl ilgilendiren kısım bu noktadan sonra başlıyor. Ged çok çabuk kavrayan, başarılı ve hırslı bir öğrenci oluyor. Kendisine bir kişi dışında kimseyi rakip görmüyor ancak o rakibi yenme isteği, Ged’in başına büyük dertler açıyor. Yaptığı tehlikeli bir büyü nedeniyle karanlık bir gücün serbest kalmasına sebep oluyor; ismini, ne olduğunu bilmedikleri, sonradan Gölge olarak adlandırdıkları, kötücül bir güç. İşte buradan konumuz Carl Jung'a bağlanıyor.
Carl Jung’u ve onun gölge arketipini hatırlatıyor bu bize. Gölge arketipi, bastırılmış, toplum tarafından onaylanmayacak isteklerimizi temsil ediyor. Persona, yani sosyal hayatımızdaki kimliğimiz, ilişkilerimizi yürütmemizi kolaylaştırıyor ve günlük hayatımızı idare etmemizi sağlıyorken; Gölge, sakladığımız, kimsenin bilmesini istemediğimiz hatta kimi zaman bizim dahi kabul etmediğimiz tarafımızı oluşturuyor. Hikâyeye geri dönecek olursak, Ged kontrol edemediği bu varlıktan ve bu varlığın onu ele geçirip, benliğini kötülüğe adamasından korkuyor. Gölge ile aralarında bir kaçma – kovalamaca başlıyor. Ancak Ged farkında ki Gölge hiçbir zaman Ged’i kaybetmiyor, onun her an çok yakınında. Ondan kaçmanın faydasız olduğunu fark eden kahramanımız, Gölge’sinin peşine düşüyor, ona kendi adıyla, “Ged” ile sesleniyor ve sonunda Gölge’siyle bir oluyor. Tüm bunlar ne demek? Jung’un teorisine bakalım. Diyor ki, görmezden gelinen ve kabul edilmeyen Gölge, gittikçe güçlenir ve tehditkâr bir hale gelir. Gölge’mizi kabul etmek, aslında, diğer yarımızı kabul etmek demektir; insan ancak böyle “tüm” olmuş olur (Ümit, 2005). Bu aslında birey olma süreci (individuation) için de gerekli bir durumdur. Tam olmak, kendimizi kabullenmek olgunlaşmanın bir parçasıdır; Ged’in deneyimlediği budur.
Kendimizin kötü yanlarını reddedersek hem eksik kalmış oluruz hem de bu kötü özellikleri başka bir insana “yansıtabiliriz.” Ged de yansıtma mekanizmasını rakibine karşı kullanmıştı ve kibir, aşırı gurur gibi duygularını tamamen ona yüklemişti (Ünsal, 2015). Rakibinde gördüğü bu duygular aslında kendi içinde bulunan duygulardı. Ne zaman ki Ged, Gölge’yi ortaya çıkardı ve onun tam anlamıyla kendisi olduğunu gördü; artık Gölge’sinden korkmasına gerek kalmadı.
Le Guin’in Jung’un teorisinden esinlenişi ve böylece edebiyat ile psikoloji arasında kurduğu köprü ustacadır; hikayeyi anlamak için teorileri bilmenize gerek yoktur ancak bildiğiniz zaman ve olayları çözümlemeye giriştiğinizde kitabı okurken aldığınız kadar keyif alırsınız. Kendimizi anlama yolunda da bir adım atmış olmamızı sağlar okuduklarımız. Ged’in başından geçenler; onun büyüme, olgunlaşma, özgürleşme serüvenleri kendi hayatımızı düşünmemizi sağlar. “Ya benim Gölge’m?” diye sorarız belki kendimize; kişiliğimizi iyi ve kötü yanlarıyla kabullenmeyi, böylece Gölge’mizin hakimiyeti altına girmeden onunla birlikte yaşamayı öğreniriz. Tamamlanmış olma yolunda bir adım atmış oluruz. Büyümek denen yolda yürürken korkmanın normal olduğunu, kendini tanımanın engebeli ve meşakkatli bir süreç olduğunu anlarız. Belki de en önemlisi, yalnız olmadığımızı hissederiz.
Serinin diğer kitapları için ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Özellikle Atuan Mezarları favorim! Öteki Rüzgar ise bence seriye tatmin edici bir kapanış sunuyor. Bu kitaplarla ilgili konuşmak için sabırsızlanıyorum. Her kitapta kendisine biraz daha hayran bırakan Ursula Le Guin’i saygıyla anıyor ve Yerdeniz’i sevgiyle selamlıyorum.
Başka bir yazıda görüşmek üzere!
Kaynakça
Ümit, Sibel (2005). An Archetypal Study Of Ursula K. Le Guin’s Earthsea Trilogy And Reflections In Language Teaching Through Task-Based Learning.
Ünsal, Zeynep (2015). The Search For Identıty And Indıvıduatıon Process: The Female Hero’s Quest In Ursula K. Le Guin’s The Tombs Of Atuan And Tehanu.
👏👏