Merhaba! Bir önceki yazımda The Crown’ın ilk üç sezonunu incelemiştim. 15 Kasım’da yayınlanan 4.sezon deyim yerindeyse bomba gibi geldi ve bu yazıyı yazmak şart oldu. Bu sezonda tabii ki en dikkat çeken nokta Diana’nın katılmış olmasıydı. Öyle ki daha önce The Crown izlemeyenler bile sırf Diana geldiği için izlemeye başladılar. Charles, Camilla ve Diana ekseninde dönen bir sezon izledik. Elbette dönemin başbakanı Margaret Thatcher da önemli bir yere sahipti sezon boyunca.
Geçen yazıda kraliyetin insanları mecbur bıraktıkları şeylerin onlar için ne kadar ağır olduğundan bol bol bahsetmiştim. Fakat atladığım şeyler de vardı. Bu yazıda madalyonun her iki yüzüne de gereken önemi vereceğiz.
3.sezonda büyük aşkı eller tarafından alınan, kalbi kırık bir Charles bırakmıştık. Charles başka kadınlarla görüşür ve umutsuzca, kraliyet için “en uygun gelin adayını” ararken, aynı zamanda Camilla ile olan ilişkisini de sürdürüyor. Evlenmesi yönünde bir baskı altında olduğu su götürmez, zira geleceğin kralı olarak yanında bir kraliçeye ihtiyacı var ve kraliyet de bunu derhal bulmasını dört gözle bekliyor.
Derken Diana ile tanışıyor. İkili arasında on üç yaş var, dolayısıyla tanıştıklarında Diana çok genç. Ama soylu bir aileden gelen, bu genç, çocuksu kadın kraliyet için bulunmaz bir gelin adayı. Charles’ı Diana’yla evlenmeye teşvik ediyorlar, hatta buna mecbur bırakıyorlar da diyebiliriz. Prenses Margeret onları uyarıyor aslında: “Bu aile aynı hatayı kaç defa yapacak? Yapılması gereken evlilikleri yasaklıyoruz, yapılmaması gerekenleri zorluyoruz ve her defasında bedelini ödüyoruz” diyor.
Diana’nın nişandan sonra Buckingham Sarayı’na yerleşmesi ve orada yaşadığı yalnızlık, gelecekteki sıkıntılarının da bir ön gösterimi gibi oluyor. Alışkın olduğu hayattan çok farklı bir dünyaya adım atan Diana, ilk başlardaki “başına talih kuşu konmuş” hissiyatından gitgide uzaklaşıyor. Sarayda kimsesi yok. Charles onu aramıyor, kraliçe onun görüşme isteklerine dönmüyor. Sadece hayranlarından gelen mektuplar var ve bir peri masalının içinde olduğunu düşündürten bu mektupların aksine yaşamı öyle yalnız ve kasvetli ki sonunda bunun bedelini psikolojik rahatsızlıklarla ödüyor.
Bulimia nervoza; Diana’da önceden de var mıydı yoksa yaşadıklarıyla mı tetiklendi bilmiyoruz. Bu rahatsızlığın ilk kriteri kısa bir zaman diliminde tıkanırcasına, aşırı seviyede yemek yemek ve yeme davranışını kontrol edememektir. İkinci kriter ise kilo alımını engellemek için kişinin kendi kendini kusturarak, müshil gibi ilaçlar kullanarak veya aşırı egzersiz yaparak, aşırı yeme davranışını telafi etmeye çalışmasıdır. Diana’nın bulimia ile mücadelesi evliliği boyunca devam ediyor.
Avustralya gezisinin işlendiği bölümdeki yüzleşmeleri ve evliliklerini kurtarma yönündeki kararları bir an bana sanki başarıya ulaşacaklar hissiyatı verdi, çok gerçekçiydi. Fakat çok geçmeden ikilinin yine farklı yollara savrulduğunu gördük. Esasen Charles’ın hiçbir zaman Diana’ya aşık olmadığını biliyoruz. Ama asıl önemlisi, zamanla, ona duyduğu sevgi ve saygı da yok oluyor. Diana Charles’ın, Charles ise Diana’nın ihtiyaçlarını anlayamıyor ve karşılayamıyor. Onay, sevgi, ön planda olma gibi ihtiyaçları olan Charles, daima Diana’nın gölgesinde kalıyor. Yani Charles Diana yerine, halk tarafından kendisinden daha fazla sevilmeyen, bu kadar öne çıkmayan (ki zaten kraliyetin de asıl aradığı böyle biriydi) biriyle evlenmiş olsaydı, o evlilik daha uzun sürebilirdi, tabii ki yine Camilla olan ilişkisi de devam ederdi.
Diana pek çok açıdan kraliyetin geri kalanından farklı ve bu yüzden de kendini yalnız hissediyor. Kraliyet ailesinin kendilerine has bir grup dinamiği var. Ne zaman bu aileyi kendi aralarında, kalabalık yemek sofralarında, tatillerinde, çay saatlerinde izlesem; aralarındaki iletişime sempati duyuyorum. Gel gelelim, ne zaman bu aile toplantılarına dışarıdan biri katılsa, kraliyet ailesi bir anda yeni geleni yiyip bitiriyor içten içe yaptıkları eleştirilerle. 4.sezonun ikinci bölümünde, Margaret Thatcher’ın Balmoral’a geldiği bölümde yani, Thatcher’ın var olan uyumsuzluğunun iyice altını çizmek için her davranışı sergilediler ve çok ürkütücü görünüyorlardı.
Yoğun bir “in-group favoritism” seziyorum bu ailede. Dahil oldukları gruba dışarıdan gelecek kişilere karşı çok kapalı ve eleştireller. Hele ki onlardan biraz olsun farklı bir mizaca, kendine has bir kişiliğe sahip biri aralarına katıldıysa vay haline!
Birlikteyken kalabalık ve biraz korkutucu olan bu grup üyeleri aslında teker teker bakıldığında birer kayıp ruh. Prenses Margaret zaten başından beri öyleydi biliyoruz. Bu sezonda da ruhsal problemlerle, boşluk duygusuyla mücadele etti. Ablasından ikinci defa, ona görev vermesini istedi. Bir amaca sahip olmak istedi. Prenses Anne bu sezon basın tarafından ve halk tarafından sevilmemekten şikayet etti, Diana’yla karşılaştırıldığı için rahatsız olduğundan yakındı. Prens Andrew ve Edward da kaçınılmaz bir şekilde geri planda kalmış olmanın acısını farklı şekillerle telafi etmeye çalışıyorlardı. Edward’ın maruz kaldığı zorbalık onu kindar biri haline getirmişti. Prens Charles; yeterince şefkat ve ilgi görmeden büyümenin, hiçbir zaman onaylanmamanın acısını Camilla’nın kollarında dindiriyordu. Kraliyet için önemli olan tek kişi kraliçe ikinci önemli kişi ise onun veliahtı. Bunlar dışında kalan herkes birer figüran adeta.
Tüm bu insani acılarını, kendilerine yüksek, yüce bir benlik algısı yaratarak örtüyorlar. Kendilerini üstün, kraliyete mensup olmayı ayrıcalık olarak görüyorlar. İkinci sezonda bir sahne vardı hatırlar mısınız: Kraliçe Elizabeth, annesi, Philip “halktan, sıradan kişileri” sarayda ağırlıyorlardı ve bu durumdan gerçekten dehteşe düşmüş gibilerdi. Bu sahnede epey sinirlendiğimi hatırlıyorum. Bu sezonda da vardı ona benzer bir sahne. Halktan belli kimselerle tanıştırılıyorlardı. “Ama gerçekten konuşmayacağız değil mi?” diye soruyordu Margaret. Elizabeth’in odasına giren Michael Fagan da halkla konuştuğunu iddia eden Elizabeth’e “gerçekten” konuşmadığını söylüyordu.
Durum böyleyken Diana’nın gidip hasta çocuklara sarılması, Charles’a manşetlere çıkmak için yapılmış sahte bir davranış gibi geliyor. Çünkü kraliyet ailesi daha birbirine bile sarılmıyor. Diana kraliçeye sarıldığında Elizabeth gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kaldı, sonra da gidip bu dehşet verici olayı annesine ve Margaret’e anlattı ki onlar da dehşetine ortak oldular. Fiziksel yakınlıktan bu kadar uzak olduklarına inanmak istemiyorum. Bu şekilde büyütülmüş çocuklar ne kadar güvenli bağlanabilir ki?
Diana ve Charles’ın boşanmaları sonraki sezona kaldı. Diana’nın geleceğine dair ipucunu sezon finalinde Philip verdi “Senin için sonu iyi bitmez” diyerek. Göz göre göre her iki tarafın da mutsuz olduğu bu kasvetli evliliği devam ettirmelerini bekliyorlar. Öyle bir çift ki, aynı evde yaşamıyorlar, birbirlerinin telefonlarına çıkmıyorlar, aralarında sevgi de saygı da kalmamış. Yıldönümlerinin olduğu bölümde Diana Highgrove’a geleceği zaman, Charles’ın yatağının başucundan Camilla’nın fotoğraflarını kaldırıp Diana’yı koydukları, Camilla’nın eşyalarını odadan topladıkları sahne neydi öyle? Son bölümdeki kavga sahnesi de bana Marriage Story’deki meşhur sahneyi hatırlattı. Biz normal, sıradan, halktan insanlar bu evlilikte gerçekten neler olup bittiğini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz ama bir konudan emin gibiyim. İşlerin kötü gitmesindeki birinci suçlu kraliyetin anlamsız kuralları, talepleri ve zorlamalarıydı.
Dizinin son iki sezonu için çok bekleyeceğiz gibi görünüyor. Okuduğuma göre yeni sezon çekimleri Haziran 2021’de başlayacakmış, dolayısıyla 5.sezonun 2022’de geleceği düşünülüyor. Tabii ki cast yine değişecek. Özellikle bu sezonda iyice alışmıştım yeni oyunculara. Hoşça kalın orta yaşlı Elizabeth, Margaret, Philip; hoşça kalın Charles, Diana, Anne, Thatcher ve diğerleri. Bütün oyunculuklar şahaneydi yine, Müzikleriyle, kurgusuyla, çekimleriyle çok güzel bir sezon izledik. Bir diğer sürpriz ise Claire Foy'un 8.bölümde kısa süreliğine görünmesiydi, özlemişiz!
The Crown 2022’de gelecek olabilir ama ben yazmak için o kadar beklemeyeceğim. Başka yazılarda, başka dizilerin ve kitapların izinde buluşmak üzere!
Ben Charles’ın Camilla’ya Charles’ın sandığı kadar aşık olduğunu düşünmüyorum.Charles 3.sezonda Galler prensi unvanını alacağı bölümde Elizabethe bir benliği olduğunu ve bunu göstermek istediğini söylüyor.Elizabethse ondan kendisi unutmasını istiyor.Camilla Charlesın ruhuna ve benliğine ait son şey olarak kalıyor en sonunda.Onun için Camillaya bu kadar tutunduğunu düşünüyorum.