The Crown 4.sezonuyla 15 Kasım'da Netflix'e geri dönüyor ve deyim yerindeyse bomba gibi geliyor. Çünkü bu sezonda, çok beklenen biri var: Lady Diana. Bunun yanısıra Demir Leydi lakabıyla tarihe geçmiş Başbakan Margaret Thatcher da sezonun gözdelerinden olacak gibi görünüyor. Tam da sayılı günler kalmışken, The Crown'ın ilk üç sezonunu hatırlayalım istedim.
Dizi yayın hayatına 2016 yılında başladı. Kraliçe II. Elizabeth'in tahta çıkması ile başlayan dizi altı sezon olacak şekilde planlandı. Her iki sezonda bir, oyuncular değişecekti. İlk iki sezonda casting çok başarılıydı. Kraliçe rolüyle Claire Foy gönlümüze de taht kurdu. Genç ve acemi bir kraliçeyi; başarılı duygu geçişleriyle, tökezlemeriyle, arada kalmalarıyla ve soğukkanlılığı ile gayet güzel yansıttı. Aynı ölçüde, Prenses Margaret'i canlandıran Vanessa Kirby; prensesin hırçınlığını, aşkını, canlılığını, neşesini öyle güzel oynadı ki "gönüllerin kraliçesi" oldu adeta. Prens Philip'i oynayan Matt Smith de rolünün hakkını verdi; karakterinin bocalayışlarını, gerginliklerini, kayboluşlarını bize çok iyi anlattı. Kısacası ilk iki sezonun oyuncularını izlemeye doyamadık desek yeridir.
Birinci sezon Elizabeth ve Philip'in düğünü ve Elizabeth'in tahta çıkmasıyla başlıyor ve kraliçenin, kraliyet kuralları ile ailesi arasında, kraliçe olmak ile Elizabeth olmak arasında kalışlarını konu ediyordu. Şaşırtıcı olan, Elizabeth'in kraliçe olmasına rağmen pek az konuda söz sahibi olmasıydı. Kraliyette çok az şey değişime açık. Senelerdir uyulan kurallar kimse için istisna teşkil etmiyor. Kraliçe olarak bile kraliyetin katı kurallarına aykırı, ufak bir değişiklik yapmak çok zor. Hemen kraliyetin koruyucuları tarafından engelleniyor bu durum; kilise, hükümet, ana kraliçe, kraldan çok kralcılar tarafından...
Elizabeth bu değişmez yasalarla ilgili sorunları en çok ailesi söz konusu olduğunda yaşıyor. Özellikle de Philip ve Margaret, Elizabeth'i kraliçe olmak ile eş/kardeş olmak arasında bırakıyor ve zorluyorlar. The Crown'ın en sevdiğim taraflarından biri de zaten ikili ilişkilerin dizide çok iyi işlenmesi. Elizabeth ile Philip'in evliliği özellikle ikinci sezon boyunca birçok gerilim ve sorun ile sınanıyor ve dizi bize her bir problemin altındaki dinamiği çok iyi anlatıyor. Philip'in kendi unvanlarından ve tutkularından vazgeçerek hayatını tamamen kraliçeye ve kraliyete adaması onun uzun bir süre bocalamasına ve kaçışlar aramasına sebep oluyor. Ne demişti Elizabeth'in babası, Kral George "Senin işin, kızım." Philip buna hazırlıklı olduğunu düşünmüş olsa da aslında öyle olmadığı ortaya çıkıyor.
En iyi işlenen ilişki ise elbette Margaret ve Elizabeth'in kız kardeşliği. Elizabeth'te ne varsa Margaret'te tam tersi mevcut. Soğukkanlılığa karşı tez canlılık; rasyonelliğe karşı dürtüsellik; ağırbaşlılığa karşı duygusallık ve sakinliğe karşı hırçınlık. Margaret ışıl ışıl parlayan, doğuştan kraliçe aslında; tek eksiği Elizabeth'ten sonra doğmuş olmak. İkinci planda kalmak, unutulmak, göz ardı edilmek ve önemsizlik hisleriyle mücadele ediyor Margaret hayatı boyunca. Bu durum, ikilinin çocukluklarına gidilen flashbacklerle hikayede iyice vurgulanıyor. Margaret her daim kraliçe olmak için daha "gönüllü" olan taraf.
Margaret ablasının kraliçeliğine de göz yumabilir ve katlanabilir ancak bir şartla: aşık olduğu kişiyle beraber olursa. Peter Townsend ile Margaret'in fırtınalı yasak aşkının konu edildiği birinci sezon, Margaret için pek çok hüzne gebe aynı zamanda. Zira Peter, boşanmış ve aynı zamanda halktan, sıradan biri olduğu için "her bakımdan yetersiz görülüyor" kraliyet tarafından ve evlilikleri kilise tarafından onaylanmıyor. Margaret ile Elizabeth'in kız kardeşliklerine en büyük darbe buradan geliyor işte, Margaret'in büyük aşkına kavuşmasını sağlayamamasından.
Margaret'in umutsuzca aşkı arayışı ikinci sezonda da devam ediyor. Sonunda Antony Jones-Armstrong ile yaptığı evlilik ise, 3.sezona geldiğimizde de belirteceğim üzere, ona mutluluk getirmiyor. Margaret, mutluluğun hayatı boyunca ondan köşe bucak saklandığını söylüyor üçüncü sezonda. Üçüncü sezon aslında Margaret’in hayatının son yirmi yılının nasıl olacağına dair önemli işaretler taşıyor.
Peki ya Elizabeth? Aslında hiçbir zaman kraliçe olmayabilecek ve "görece sıradan" bir hayata sahip olacakken, amcasının tahtı bırakması ve krallığın babasına geçmesiyle aniden veliaht oluyor. Monarşi böyle bir şey, iki uçta da seçme şansı yok: Halk kralını/kraliçesini seçemiyor, veliahtlar ise kral/kraliçe olup olmamayı. Namzet sensen, çare yok; görev seni bekliyor. Yukarıda dediğim gibi her ne kadar Margaret bu iş için çok daha istekli olsa da veliahtlık sırasının değişmesi söz konusu değil. Nitekim, ilerleyen sezonlarda da görüldüğü gibi Margaret'in kraliçeliği yalnızca ayna karşısındaki bir görkemden ibaret. Çünkü kraliçelik davetlerde boy göstermekten ibaret değil asla; görev işi. Görev ise Elizabeth'in işi.
Ama Elizabeth ne kadar istiyordu bu görevleri? İlk sezonda "Peki ya ben?" diye soruyordu. Bir kraliçe olarak yapması gereken en önemli görevlerinden biri asıl benliğini olabildiğince törpülemek ya da en azından görünmez kılmak. Çünkü kendisinin belirttiği üzere kimse ondan fikrini belirtmesini, gerçekte kim olduğunu görstermesini beklemiyor. Elizabeth'in hayallerinin işi değil yani kraliçelik. İlk iki sezonda da değinilen bu konuya üçüncü sezonda özellikle bir bölümü ayırmışlardı. Yine de, özellikle zamanla Elizabeth'in kraliçeliği gayet sevip benimsediğini düşünüyorum; ki kendisi de ifade etmişti dizide "Bunu zaman zaman bir lütuf olarak görüyorum" diyerek. (Bunca yıldır tahtta kalması da buna bir kanıt sanırım?).
Üçüncü sezon, ilk ikisi kadar akıcı olmasa da pek çok güzel bölüme sahipti. Bu sezona ayrı bir başlık açmak istedim çünkü bildiğimiz üzere oyuncu kadrosu tamamen değişti. Elizabeth rolüyle Olivia Colman, Margaret rolüyle Helena Bonham Carter ve Philip rolüyle Tobias Menzies başrolleri paylaştılar. Claire Foy’un Elizabeth’ini ve Matt Smith’in Philip’ini çok sevdiğim için zor oldu ama yeni oyunculara kısa zamanda alıştım. Fakat ne kadar uğraşsam da, oyuncuyu esasen sevmeme rağmen, Helena Bonham Carter’da Margaret’i bulamadım. Vanessa Kirby’nin Margaret’ini özledim durdum.
Oyuncu kadrosuna başka önemli yenilikler de vardı. Genç Charles ve Prenses Anne; iki oyuncu seçimini de başarılı buldum. İkilinin hayatına, özellikle de Charles’ın hayatına sıkça değinildi üçüncü sezonda. Ve bu kez Charles üzerinden, kraliyetin katı tutumlarına, kısıtlayıcılığına ve kuralcılığına vurgu yapıldı. Onca şatafat ve saltanata rağmen varoluşsal sancılar yine orada işte: kendi kaderini tayin edememenin acısı. Birtakım büyük ve önemli adamların kimi sevip, kiminle "gönül eğlendireceğine", kiminle evleneceğine karar verdiği; özgürleşmenin ancak kral olmanla, kral olmanınsa annenin ölümüyle mümkün olduğu bir hayat.
Yukarıda da belirttiğim gibi The Crown’ın en sevdiğim taraflarından biri karakter gelişimlerini, duygularını çok iyi işlemesi ve şahane diyaloglara imza atması. Özellikle Philip- Elizabeth ve Margaret- Elizabeth diyalogları ön planda ama kıyıda köşede yan rollerin de çok isabetli diyalogları var. Bunun yanısıra sinematografisine de bayılıyorum; ekrana baktıkça bakasım geliyor. Kostüm ve dekora zaten diyecek yok. Müzikler de yemeğin sonundaki tatlı adeta. Ayrıca bu dizi, pek çok tarihi bilgiyi de öğrenmeme vesile oldu (Yine tarihi dizilerden öğreniyoruz..kahretsin.)
Son olarak sevdiğim birkaç bölümü söylemek istiyorum. Birinci sezonda Londra’daki Büyük Sis’in anlatıldığı bölüm; ikinci sezonda Matrimonium, Sayın Bayan Kennedy ve sezon finali; üçüncü sezonda Aberfan, Bubbikins, Galler Prensi ve Boşlukta Sallanan Adam. Dördüncü sezonu sabırsızlıkla bekliyorum.
Evet arkadaşlar yazının sonuna gelenlere kraliyet nişanı veremiyoruz ama beğen butonuna tıklarsanız ben hepimiz adına almış kadar olurum. Yeni yazılarda buluşmak üzere!
Yorum Bırakın