Yaşamayı Unutmak; Oslo, August 31St.

Yaşamayı Unutmak; Oslo, August 31St.
  • 5
    0
    1
    0
  • Sadece nefes alabilmek yaşamak için yeterli mi? Yaşamayı, hayatta kalmayı tanımlarken; yaşamsal faaliyetleri gerçekleştirmemiz yeterli geliyor mu? Yani demek istediğim, nefes aldığımız her bir ana; "Evet, ben yaşıyorum." diyebiliyor muyuz? Aslında düşündüğümüzde, bu kadar basit gelmiyor bu tanım insana. Hatta hissetmeyi bile unuttuğumuz her bir ana yaşamak bile diyemiyoruz. İşte o anlarda bu tanım tamamen değişiyor. Hissetmeden, hissetmenin ne olduğunu bile unutarak, bazen acıyı bile bilmeden, ömür denilen bir kum saatinde akan bir vakite dönüşüyor, yaşamak. İşte bu kez hissetmenin önemini, bizlere vurucu ve asla unutamayacağımız bir şekilde anlatan bir film ile karşınızdayım; Oslo, August 31st.

    2011 yılı Norveç yapımı bir film olan Oslo, August 31st'nin yönetmen koltuğunda Joachim Trier oturuyor. Bizlere hissizlik duygusunu en gerçekçi şekilde yaşatan nadir filmlerden biri kesinlikle. Konusuna gelirsek; Anders, bir uyuşturucu bağımlılığından kurtulmaya çalışan ve tedavisinin bitimine 2 hafta kala, hayattan ümidini kaybetmiş 34 yaşında bir adam. Filmin ilk açılış sahnesinin ardından onunla karşılaşmamıza rağmen, onu ilk kez ceplerine taşları doldurduğu ve eline büyük bir taş parçasını da alarak, bir göle umutsuzca girdiği anda hissetmeye başlıyoruz. Birkaç saniye kalıyor gölün içinde öylece, kendini teslim edercesine. Bu sahneyi atlamıyor yönetmen, izleyiciye adeta zaman verircesine bırakıyor öylece. O kısacık zamanda; onun ne hissettiğini, aklından neler geçtiğini düşünmeye başlıyor insan, elinde olmadan empati kurmaya zorluyor kendini. Bir insan son nefesini teslim ederken hayata, neleri geçirir ki aklından? Hele ki kendi karar vermişse bu vedaya..Bu geçen zamanın ardından, kafasını sudan çıkardığını görüyoruz Anders'in. Bu kez vazgeçmiyor yaşamaktan, son bir kez daha tutunmak istiyor hayata. Yaşamak için bir umut, bir ışık bulmak, son şansını bulmak için çıkıyor hayatının son yoluna. Hayatında önemli gördüğü insanlar ile görüşmeye karar veriyor. Önüne sadece iki seçenek koyuyor; bu görüşmeler ya onlarla yaptığı bir veda olacak ya da yeni hayatının bir başlangıcı. Gölden çıkıp hayatına geri döndüğünde, az önce yaşadıklarını yaşamamış gibi gülümsemeye devam ediyor insanlara. Hatta onlarla şakalaşmaya, hal hatır sormaya devam ediyor. Burada aslında anlıyoruz ki; kendini ne kadar güçsüz görse de Anders, aslında tahmin ettiğinden çok daha güçlü bir insan ama kendisi bunun asla farkına varamıyor. Çünkü kendi yalnızlığına ve karanlığına hapsolmayı seçiyor devamlı, önündeki ışığı görmeye tahammül edemiyor. Odasına döndüğünde, sandalyesine usulca siniyor. Sessizce duruyor, hiç kıpırdamadan. Onun bu sessiz çırpınışı tanıdık geliyor insana. Kendi içinde bir hesaplaşma yaptırıyor bu film. Görmekten, duymaktan, konuşmaktan yorulduğumuz, sadece bir köşeye oturup, boşluğa bakmak istediğimiz anlara uçurup getiriyor seyirciyi adeta.

    En yakın arkadaşından başlıyor, umut yolculuğuna. Evlenmiş, çocukları olmuş bir adam. Sıradan ama sonuçta bir hayata kavuşabilmiş Anders'in gözünde. Bunaldığı, isyan edebildiği ama bazen de mutlu olduğu sıradan bir hayat olsa da, yine bir hayat var elinde diye düşünüyor Anders, karanlık bir boşluk değil. Anders yarın erkenden uyanması için bir işi, sorumluluk alması gerektiği bir ailesi olmadığını bir kez daha hissediyor bu ziyaretinde. Elindeki karanlık boşlukla yüzleşiyor yine elinde olmadan. Arkadaşının ona verdiği öğütler bile umrunda olmuyor. O kadar her şeyi bitirmiş ki kafasında, önüne çıkan umutları bile elinin tersiyle itiyor. Hayat bazen öyle acımasız geliyor ki insana, bazen sadece bir insanın "Nasılsın?" diye sormasını beklerken, bazen de o soruyu duymaya bile katlanacak güç bulamıyoruz kendimizde. Verilen öğütler, iyi dilekler hatta iltifatlar bile inandırıcı gelmiyor kulağa. Bunları sanki bende bilmiyorum diyip durmaya başlıyoruz içimizden, bunları bilmenin bile bir faydasının olmadığı o umutsuzluk hissine kapılıyoruz elimizde olmadan.

    Yeni bir hayata başlamak için çıktığı bu yolculukta attığı her adım onun daha da çok tökezlemesine sebep oluyor adeta. Yalnızlığına sığınıyor, onu en çok anlayan yalnızlığına. Onu anlayan aynadaki yansımasına, titreyen elleriyle tuttuğu sigarasına. Hayatı düşünüyor her anında. Ağır geliyor her şey ona. Sahi neydi ki bu hayat? Gözlerinden akan yaşı yüzünden silmeye bile mecalin kalmadığından, yüzünde kuruyan bir gözyaşı gibiydi oysa. Orda olduğunu bilirsin ama silmeye ne gücün yeter, ne de umursarsın ya, işte hayatta böyle bişeydi onun için. Kız kardeşiyle buluşmak istiyor, eskiden aşık olduğu kadına sesli mesajlar bırakıyor, son kez bir iş görüşmesine bile gidiyor. Elinde olan her şeyi deniyor. Ama devamlı geçmişinde takılıp kalıyor, hiçbir yolu geleceğine çıkmıyor. Hissedebildiği günlere dönmeyi arzuluyor devamlı. Bunu bizlere açıkça söylemiyor fakat dolu dolu baktığı gözlerinden anlayabiliyoruz onu, hissedebiliyoruz. Gittiği bir partide bir kadınla karşılaşıyor. Onun hayata olan inancından, geleceğe olan hedeflerinden, bitmeyen enerjisinden ve gülüşünden etkileniyor. Onun hissetiklerinin tam tersini hisseden bu insana karşı küçük bir hayranlık beslemeye başlıyor. Ona sarılıp, bisiklete bindiği andaki huzurunu izlerken, onunla birlikte umarsızca mutlu oluyor insan. Yüzünde görmeyi beklediğimiz o küçük tebessümü görmek, bir an umut veriyor izleyiciye. Hadi tutun hayata, hissettiğin o huzura diyor insan elinde olmadan..

    Filmi izlerken oldukça etkilendiğim birçok sahne oldu. Bu sahneleri izlerken yönetmene hayranlık duyduğumu da itiraf etmeliyim. Her şeyi o kadar güzel aktarabiliyor ki izleyiciye, filmi sanki izlemiyoruz, onu hissediyoruz. Filmin açılış sahnesinde insanların Oslo ile ilgili yaşadıkları anılara birkaç kelimeyle olsa da tanık oluyoruz. Hayallerine, anılarına, hissedebildikleri zamanlara kısa bir yolculuk yapıyoruz. Sadece seslerini duyabilsek de, mutlu olduklarını veya üzüntü duyduklarını hissedebiliyoruz. Ama bu hislerin haricinde, daha filmin ilk dakikalarında bile olsa yalnızlığın mesajını yavaş yavaş bizlere vermeye başlıyor yönetmen. İlk sahnesinden bile sizleri kendi içine sürükleyebilen bir film, Osla, August 31st. Beni en çok etkileyen sahnelerden biriyse; Anders'in bir kafede oturup, insanların hayatlarına tanık olduğu sahne. Onların dertlerini, hayallerini, planlarını dinliyor uzaktan, yeni başlangıçlarına bile şahit oluyor. Burada Anders'in yüzündeki tebessümden ve bakışlarından hayata karşı olan özlemini bir kez daha görüyoruz. Hayattan tek beklentinin sadece mutluluk, aşk veya para olmadığını gösteriyor bizlere. Hayat bazen öyle bir noktaya geliyor ki; insanların dertlerine bile özenmeye başlıyor insan. Sabah kalkıp bir işe veya okula gitmeye, sevgiliyle kavga etmeye, spor yapacak ve sağlıklı beslenecek kadar kendini sevebilmeye, kızmaya, öfkelenmeye, ağlamaya yani kısacası hissedebilecek bir şeyler bulmaya özeniyor insan. Anders bu insanlara bakınca bile mutlu oluyor, bir hayatın varlığını hissetmek ona iyi geliyor. Aslında onun geçmişine az da olsa biliyoruz. Kendisinin aslında onu seven bir ailesi olduğunu anlatıyor seyirciye. Ailesinin ona öğrettikleri ve öğretemediklerini anlattığı sahneler kesinlikle insanı ders çıkarmaya teşvik ediyor, tekrar tekrar izlenmesi gereken sahnelerden biri kesinlikle. Uyuşturucu batağına düşmeden önce bir arkadaş ortamı olduğunu görüyoruz gittiği partiden. Bir işi olduğunu, makaleler yazdığını anlıyoruz arkadaşından ve iş görüşmesine gittiği dergiden. Aslında bir hayatı olduğunu ama bunu kendi elleriyle bir kenara ittiğini görüyoruz. Anders'i bu duruma iten şeyleri düşünmekten, empati kurmaktan kendini alamıyor insan. 1.5 saatlik bir filme kısacası bir hayatı sığdırıyor diyebiliriz yönetmen için. Her şey sona erdiğinde ise Anders'in zaman geçirdiği bütün mekanları tekrardan tek tek göstermesiyle birlikte, hayatın senin elini bıraksa bile yine de devam ettiğini, dünyanın dönmekten vazgeçmeyeceğini gösteriyor bizlere. Bu sahnede oldukça etkilendim ve kendime gelmek biraz zor oldu bile diyebilirim.

    Neler yaşarsak yaşayalım, hiç çıkamayacağımız bir bataklıkta batmışız gibi hissetsek bile şunu unutmamız gerekiyor; o bataklıktan sadece kendimiz çıkabiliriz, kendimizi kurtarabiliriz. İnsanların bizlere verdiği nasihatlar değil, kalbimizden geçenler etkiliyor hayatımızın her bir dakikasını. Bir insanı huzursuzluğu sürükleyen nasıl kendiyse, ruhunda kalan o son umut parçasını çıkarıp, mutluluğa yürübilmesini sağlayacak olan da kendisidir. Her ne olursa olsun, tekrar hissedebileceğimizi unutmamamız gerektiğini, nefes alıyorsak hala umudun var olduğunu hatırlamamız gerektiğini hatırlatıyor, Oslo, August 31st. Hayatın her devam ettiği anda umudu bulma şansımızın arttığını, her umudu bulduğumuzda ise nefes almanın kıymetini daha çok anlayacağımızı bilmemiz gerekiyor. Ruhumuzu iyileştirmek, hayata karşı savaşıp ona rağmen dimdik ayakta durabilmek; hissedilecek en büyük zafer ve umut benim için. Dünyanın bizi umursamadığı şu hayatta, elimizden olan sadece kendi benliğimiz. Bir insan için en değerli şey ruhu ve bazen sevemese de, kalıplara sokmaya çalışsa da aynada bakan yansımasıdır. İzleyiciye bunu unutmaması gerektiğini hissettiren, unutulmayacak bir film kesinlikle.

    İncelememi filmin kafe sahnesinde, bir kızın hayallerini sıraladığı replikten bir parça ile kapatmak istiyorum;

    "...

    her gün aradığım türden iyi işi bulmak.

    Romantik ve eşsiz bir evlenmek teklifi almak.

    Gece açık havada uyumak.

    Bessegen dağına tırmanmak, bir filmde ya da ulusal tiyatroda rol almak.

    Piyangoda milyon kazanmak, faydalı işler yapmak,

    Ve sevilmek istiyorum.."

    ..

    Hoşçakalın!❤


    Yorumlar (1)
    • neyseki bu paylaşımını vizelerimin bittiği zaman gördüm pişman olmak istemezdim. güzel bir film idi ...

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.