Yıl 1942 soğuk bir kış günü. Polonya halkı şehrin Nazi işgalinde ayakta kalmaya çalışıyor. Auschwitz-Birkenau’da olanlar ise çok daha güç koşullarda hayatta kalma çabasındalar. Sabah gün ağarmadan zorla uyandırılan Alfred yanında 6 yaşındaki çocuğu Sally ile kendilerine verilen görevi yapmak için yüzlerce kişinin bulunduğu yatakhanelerinden ayrılıyorlar. Hava oldukça soğuk ancak Alfred ve Sally’nin üzerinde sadece ince bir ceket var çünkü Naziler tarafından eşyalarına el konulmuş, Alfred kendi ceketini de çocuğuna veriyor. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememişler ve ağır şartlarda çalışıyorlar. En azından hayattayız diyor Alfred sık sık en azından hayattayız…..
Yıl 2010 Almanya’da sıcak bir ilkbahar günü. 23 yaşındaki Guido bu güzel havaya rağmen son günlerde anlam veremediği bir sıkıntı içinde. Gecenin bir saatinde aniden uyanıyor ve sanki birilerinin gelip onu alacağı gibi anlamsız bir hisse kapılıyor. Uyku düzeni son günlerde oldukça bozuk, iştahı da yerinde değil. Rüyalarında çoğu zaman neresi olduğunu bilmediği bir yer görüyor, genelde bu yer soğuk bunu rüyasında da hissediyor, insanların üzerinde hep aynı eski kıyafetler var ve hepsi tedirgin bir bekleyiş içerisinde. Başka bir rüya sahnesinde dikenli tellerden atlayıp kaçmaya çalışırken üzerine ateş açan askerler görüyor, uzun parkalı ve otomatik silahlı askerler. Guido psikolojik destek almayı düşünüyor çünkü artık bunlarla baş edemiyor, Guido, toplama kampından sağ çıkabilen birinin Sally’nin torunu….
Bu hikayeyi izlediğim filmlerden yola çıkarak oluşturdum, aslında bir kurgu ancak birazdan anlatmaya başlayacağım konu için çok da gerçeklikten uzak sayılmaz çünkü özellikle Holokost mağdurları ile çalışan psikologların fark ettikleri bir olgu var: Travmanın kuşaklararası aktarımı….
Travmanın ne olduğuna nasıl izler bıraktığına burada değinmeyeceğim çünkü bununla ilgili bir yazı dizisi hazırlıyorum. Hatta ilk bölümünü geçtiğimiz günlerde yayınlamıştım. Oradan detaylı olarak bakabilirsiniz.
“Travmanın Kuşaklararası Aktarımı” kavramı ilk olarak H. Barocas ve C.Barocas tarafından soykırımdan kurtulan yetişkinlerin çocukları için 1960'larda yaşanan travmatik olaylardan sonra hayatta kalan kişilerin çocukları veya torunları ile çalışan klinisyenlerce tanımlanan bir kavramdır. Yapılan bu çalışmalarda Alman soykırımından sağ kurtulan kişilerin sonraki kuşakta yer alan çocukları ya da torunları yaşadıkları travmaların etkilerini farklı türlerde duygusal zorlanmalarla deneyimlemişlerdir (Krystal’den akt. Özgür, 2019). Yani teknik olarak bakarsak nesiller arası travma ya da travmanın kuşaklararası aktarımı kavramı, psikiyatri literatürüne Holokost'tan kurtulanların çocuklarındaki davranışsal ve klinik problemlerin tanımlanması yoluyla tanıtıldı (Yehuda ve Lehrner, 2018).
Psikiyatrik tedavi için başvuran üç hastayı anlatan çok önemli bir makalede Rakoff (1966) şöyle yazdı: "Ebeveynler bariz bir şekilde kırılmadı, ancak hepsi Holokost'tan sonra doğan çocukları ciddi psikiyatrik semptomatoloji gösteriyor. Buna inanmak neredeyse daha kolay olurdu. Onlar, ebeveynlerinden ziyade, yozlaşmış, yakıcı bir cehennem yaşadılar” (Yehuda ve Lehrner, 2018).
Bu ilk rapor, az sayıdaki aşırı vakada kendine özgü gözlemler olabilecek şeylerden genelleme yapma konusunda uyarı dahil olmak üzere çoğunlukla olumsuz tepkiler üretti (Sigal ve Weinfeld, 1989). Benzer semptom türleri daha sonra Vietnam gazilerinin çocuklarında “ikincil travmatizasyon” olarak adlandırılan bir fenomen olarak tanımlandı. Bu kavram, kuşaklar arası bir aktarımı ima etmiyor, daha çok semptomları ifade eden ve korkunç deneyimleri anlatan ya da yeniden yaşayan travma geçirmiş bir bireyle yaşamanın stresli doğasına atıfta bulundu (Figley, 1983).
Tarihsel travma ya da kolektif travma kavramı, deneyimin uyumlu bir kimlik ya da grup bağlılığı duygusu kuran bir grup insan arasında kuşaksal aktarımı içerdiğini ima eder. Kuşaksal travma üzerine araştırma hala nispeten yeni bir fenomen olduğundan, tanımların iyileştirilmesi, bulaşma biçimlerinin açıklanması ve kuşaklararası travmanın etkilerinin tanımlanması için yapılması gereken çalışmalar bulunmaktadır. Özünde, nesiller arası veya kültürel travmanın, bir nüfusun önceki nesillerin duygusal sıkıntıları ve acılarıyla özdeşleşmesinin bir sonucu olduğu ileri sürülmektedir. Ayrıca, belirli bir grubun çok sayıda üyesi tarafından deneyimlenen ve etkinliğin önemli bir sıkıntı ve yas yaratmadığı olaylar, gelecek nesillere aktarılan travma yaratma eğilimindedir. Çoğu zaman, bu olaylar soykırım, köleleştirme veya insanların ötekileştirilmiş gruplarının yok edilmesini içerir. Yapılması gereken daha fazla araştırma olmasına rağmen, kültürel travmayı nesiller boyunca uzun vadeli sosyal tezahürleri olan çok sistemli bir etki olarak görebiliriz (Levers, 2012).
Bu olguyu daha iyi anlamak için Judith Kestenberg (1982) hayatta kalmayı başarmış (Holokost’tan sonra) anne babaların kendi travmalarının çocuklarına bilinçdışı aktarımlarını ifade etmek için “transpozisyon” terimini kullanmaya başlamıştır (Volkan, 2016). Bu kavramın kullanılması ile bu alanda çalışmalar yapan Rachel Yehuda bir çalışmasında soykırımdan kurtulmuş TSSB olan kişilerin çocuklarının ebeveynlerine benzer şekilde düşük kortizol seviyeleri ile doğduğunu gördüler; Yehuda’nın akut travmatik olayı deneyimleyen insanlardaki kortizol seviyesinin düşüklüğünü keşfetmesi, uzun zamandır süregelen; stresin yüksek kortizol seviyesi ile ilgili olduğu görüşüne ters düştüğü için tartışmaya yol açmıştır (Wolynn, 2016).
Kuşaklar arası travma etkilerinin bazı yönleri tartışmalı kalırken, yavrularda klinik olarak gözlemlenebilir kuşaklar arası etkilerin olup olmadığına ilişkin tartışmalar, bu fenomenin evrenselliğinin giderek daha fazla kabul görmesi ile son birkaç yılda daha az tartışmalı hale getirdi (Yehuda ve Lehrner, 2018).
Bunun yanında II. Dünya Savaşı devam ederken, Yahudi toplulukların kişisel olarak zarara uğramaları ve bu zararların etkilerinin sonraki nesillerde de ortaya çıkması travmanın kuşaklararası aktarımını ile ilgili araştırmaları beraberinde getirmiştir. Travmaya maruz kalmış bireylerin sosyoekonomik durumları değişir. Travmanın kuşaklararası geçişi, travmanın aile içine etkilerinden temel almaktadır (Van Der Kolk, 1994). Bu olgu ile ilgili çalışmalar devam ederken travmanın sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığı ile ilgili farklı teoriler öne sürülmektedir.
Bu olgu temelde 4 farklı model ile açıklanıyor (Kellermann, 2001) İlk model olan psikodinamik ve ilişkisel modele göre travmaya doğrudan maruz kalan kuşakta bulunan ebeveynler yaşadıkları olaylara ilişkin duygularıyla bastırma savunma mekanizmasını kullanarak baş ettikleri için bu duyguları bilinçli olarak yaşamazlar. Bu ebeveynlerin çocuklarından oluşan ikinci kuşaktaki bireyler ise ebeveynlerinin içselleştirmediği yaşantılarını bilinçsiz bir şekilde özümsemektedirler. Sosyokültürel model ise bize aktarılan başlıca faktörün ebeveynlik ve rol modeller olup travmanın aktarımında aracının ise sosyalleşme olduğunu söyler. Toplumsal kurallar ve normlar kuşaklararası aktarılarak sürdürülmektedir. Buradan hareketle travmanın aktarımında sosyal öğrenme ile bireylerin yaşadıkları tüm deneyimler, korkular ve davranışlar ikinci kuşaktaki bireylerin zihinsel temsillerini oluşturmaktadır. İletişim ve aile sistemleri modeli ise travmanın aktarımında aktarılan başlıca faktörün iç içe geçme durumları olup travmanın aktarımında aracının iletişim kavramı olduğunu öne süere. Aileler farklı sistemlere sahiptirler. Kimi aileler kapalı sistemler oluştururken kimileri ise açık sistemler oluştururlar ve bu aile yapılarının çocuklarına karşı sergiledikleri tutumlar farklılık göstermektedir. Aile ortamları yaşanan travmaların aktarımında oldukça büyük önem taşır. Bu yazıda sık sık atıf yaptığım ve oldukça güçlü ve fiziksel karşılığı olduğunu düşündüğüm model ise genetik ve biyolojik modeldir. Bu model travmanın aktarımının tıpkı bir hastalık gibi genetik yolarla nesillerden nesillere aktarıldığı görüşünü savunmaktadır. Ebeveynlerin yaşadıkları travmalar genler ile çocuklarına aktarılmaktadır (Kellermann, 2001). En basit düzeyde, kuşaklar arası travma kavramı, son derece olumsuz olaylara maruz kalmanın bireyleri o kadar büyük ölçüde etkilediğini kabul eder ki, çocukları kendilerini ebeveynlerinin travma sonrası durumuyla boğuşurken bulur. Daha yeni ve kışkırtıcı bir iddia, travma deneyiminin - veya daha doğrusu bu deneyimin etkisinin - DNA işlevini veya gen transkripsiyonunu etkileyen genomik olmayan, muhtemelen epigenetik mekanizmalar yoluyla bir nesilden diğerine bir şekilde “aktarıldığı” dır. Yavruların etkilerini epigenetik mekanizmalara atfetme eğilimi, kısmen "aktarım" teriminin hatalı ve çeşitli kullanımını yansıtır. Orijinal kullanım açıklayıcıydı ve mekanik çıkarımlar içermiyordu. Hayvan araştırmaları, travma etkilerinin aktarılmasının gerçekleşebileceği moleküler bir yol tanımladığına göre, klinik gözlem ile biyolojik mekanizma arasında ayrım yapmak için daha kesin bir dil garanti edilmektedir. Şu anda, epigenetik mekanizmaların travmadan kurtulanların yavrularındaki klinik gözlemlerin altında yattığı fikri, test edilecek bir hipotezi temsil ediyor.
Geçtiğimiz yıl yapılan bir nörogörüntüleme çalışması ise Holokost'tan kurtulmanın stresinin, hayatta kalanların beyin yapıları üzerinde yaşam boyu süren ve kalıcı bir olumsuz etki göstermesinin yanı sıra, yavrularını ve torunlarını potansiyel olarak etkilediğini göstermektedir. MRG taramasından faydalanan çalışma, ortalama 79-80 yaşlarında 56 kişiden oluşan beyin fonksiyonlarına bakılarak, 28 Holokost mağdurunu, Holokost'un kişisel veya aile öyküsü olmayan 28 kontrolle karşılaştırarak karşılaştırdılar. Hayatta kalanlar, kişisel veya aile öyküsü aracılığıyla doğrudan Holokost'a maruz kalmamış benzer yaştaki kontrollere kıyasla beyinde belirgin bir şekilde azalmış gri madde hacmini gösterdi. Çalışma, 1945'te 12 yaşın altındaki ve altındaki hayatta kalanlar arasında farklılaştı ve gri maddedeki azalmanın, çocuklukta gelişen beynin stresli bir ortamına karşı daha yüksek kırılganlığa atfedilebilecek daha genç hayatta kalanlarda anlamlı şekilde daha fazla ifade edildiğini buldu. Önceki araştırmalara paralel olarak, çalışma, savaş gazileri ve erken yaşta stres yaşama çeken kişilerde travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile ilişkili beyin alanlarında gri maddenin azaldığını buldu. Bununla birlikte, araştırma ayrıca beynin diğer bölgelerinde gri maddede meydana gelen azalmanın, daha önce TSSB çekenlerde bulunanların ötesine geçtiğini göstermiştir; hayatta kalanlar daha yüksek bir stres seviyesine sahipken aynı zamanda travma sonrası yüksek bir büyüme seviyesine de sahiptir. Aşırı strese rağmen, kurtulanlar savaştan sonra kişisel ve profesyonel yaşamlarından memnun olduklarını bildirdiler. Araştırmacılar şu anda Holokost'un hayatta kalanların çocukları ve torunları üzerindeki etkilerini araştırıyor ve hayatta kalanların çocuklarının erken sonuçları, duygu ve hafızanın işlenmesinde yer alan beyin yapıları arasında daha az bağlantı olduğunu gösteriyor. Stres direnci ve travma sonrası büyümenin biyobelirteçlerini tanımlamak ve yavrulara bulaşmanın davranışsal ve psikolojik faktörlere mi yoksa genetik faktörlere mi dayandığını belirlemek için ileri araştırmalar yapılmıştır (1).
Travmanın kuşaklararası aktarımı kavramı araştırılmaya devam ediyor. Bu çalışmalar, travmaya maruz kalan kişilerle genetik bağlantısı olanlar için önleyici ve iyileştirici çalışmalar yapabilmemiz için önemli görünmektedir.
Kaynaklar ve İleri Okuma
Figley CR. Catastrophes: an overview of family reactions. In: Figley CR, McCubbin HI (eds). New York: Brunner/Mazel, 1983:3‐20.
Kellermann, N. P. F. (2001). Transmission of Holocaust trauma – An integrative view. Israil Journal of Psychiatry, 64(3), 256-267.
Levers, L. L. (Ed.). (2012). Trauma counseling: Theories and interventions. New York, NY: Springer.
Özgür, N. (2019). Bulgaristan göçmeni yetişkinlerde travmanın kuşaklar arası aktarımı ile benlik saygısı arasındaki ilişkide sosyal desteğin rolü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Sigal, J. J., & Weinfeld, M. (1989). Trauma and rebirth: Intergenerational effects of the Holocaust. Praeger Publishers.
Van der Kolk, B. A. (1994). The body keeps the score: Memory and the evolving psychobiology of posttraumatic stress. Harvard review of psychiatry, 1(5), 253-265.
Volkan, V. (2016). Nazi Mirası. Ankara: Pusula Yayınevi.
Yehuda, R., & Lehrner, A. (2018). Intergenerational transmission of trauma effects: putative role of epigenetic mechanisms. World Psychiatry, 17(3), 243-257.
Wolynn, M. (2016) Seninle Başlamadı. (Çev. Madenoğlu M.). Sola Unitas.
1 https://neurosciencenews.com/holocaust-brain-function-14385/amp/
Yorum Bırakın