Hayatı anlamlandırmak herkesin isteyeceği fakat başarmakta zorlandığı konulardan biridir. Ama öyle de bir tezatlık vardır ki; bu zorluğa rağmen, ömrümüz boyunca bunun cevabını bulmak için çabalarız. Yaşamımızın her bir anında; "Neden dünyaya geldim? Var olma sebebim neydi? gibi bazı varoluşsal sorularla kavrulur durur beynimiz. Felsefeyle ilgilenmeyen bir insan bile, bu dünyaya geliş amacını, geldiği bu dünyanın varolmasının sebebini eminim merak etmiştir. Yaşamı tam anlamıyla çözebilmemiz elbet mümkün değil ama onu biraz da olsa anlamlandırmaya çalışmak huzura kavuşmamıza neden olacaktır, belki de bu soruları bıkmadan sormak bunun bir yan etkisidir. Bugün sizlere yaşamın ve insanın benliğinin oluşumunu, bizlere masal gibi anlatan bir film hakkında konuşmak istiyorum; Spring, Summer, Fall, Winter...and Spring.
Orijinal adıyla Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom, 2003 yapımı bir Güney Kore filmi. Yönetmen koltuğunda ise Kim Ki-duk oturmakta. Bu filmi bugün konuşmamın en özel yanı ise; birkaç gün önce Covid-19 nedeniyle kaybettiğimiz, usta yönetmen Kim Ki-duk'u anmak. Bu filmi çok farklı duygular ile izledim. Onun anısına büyük bir saygı ve onu kaybetmenin ardında bıraktığı ölümün karanlık sessizliğini hissederek..O yıllar önce bizlere yaşamı çözmeye çalıştığı bu nadide eseri bıraktı. Yıllar geçmesine rağmen her izlendiğinde farklı anlamlar çıkarabildiğimiz bu güzide eseri. Bugün de onun yaşamının ardında kalarak bu filmi izlemek, hayatı bir kez daha sorgulattı bana. Hayatın her bir dönüm noktasını ayırdığı "yaşam mevsimlerimizi" bir kez daha haklı çıkardı. Usta yönetmen Kim Ki-duk'u bir kez daha büyük saygıyla anıyorum.
Film olmanın ötesinde; çok nadir bir sanat eseri gözüyle bakılmasını istiyorum bu yapıma. Çünkü her bir sahnesinin ardında sakladığı onca mesaj ve varoluş sancı gizli ki..Tamamiyle çözümlenmesinin imkansız olduğunu düşündüğüm bir film. Bazı filmler böyle hissettirir insana; yönetmenin iç dünyasını bilmediğimizden, izlerken kendi açımızdan çıkardığımız dersler bütününe döner adeta. Bu filmde kesinlikle böyleydi. Filmin bana hissettirdikleri ve anlamlandırabildiğim birkaç noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Her izleyenin kendisinden bir parça bulabildiği, kendi anlamını çıkarabildiği, hayat dersi niteliğinde bir film Spring, Summer, Fall, Winter...and Spring. Filmin en dikkat çeken noktası isminden de anlaşılacağı gibi; hayatı belli mevsimler üzerinden anlamlandırması. Usta bir keşişin, bir çocuğu yetiştirme serüveninin ardında aslında bir insan benliğinin varoluş sürecini izliyoruz. Görsel bir şölen olarak da bizlere sunduğu, uçsuz bucaksız bir ormanın ortasında; koca bir gölün üstünde duran küçük bir manastırda geçiyor tüm hikaye yani etrafı sularla kaplı, küçük bir karanın üstünde; temsili bir dünya.
İlkbahar
İlk önce İlkbahar mevsimiyle başlıyor yaşam; dökülen yaprakların ardından yeşeren ağaçlar misali; yani hayatın tam başlangıç noktasında. Her şeyin masum olduğu, küçük bir çocuğun dünyasında hayatla tanışmasıyla beraber, yavaş yavaş benliğine ulaşmasını görüyoruz. Acıyla ve ölümle tanışıyor ilk önce. Aslında ölümün farkında olmadan, kendisine bir oyun ediniyor. Bulduğu küçük hayvanların beline taşları bağlayıp, onların zor hareket etmesini izlemek hoşuna gidiyor. Sonunda onların ölümüne sebep olacağını bilmediği için. Lakin ustası bu durumu farkettiğinde ona iyi bir ders vermek istiyor. Onunda beline küçük bir kaya bağlayarak, ölüme sürüklediği hayvanları kurtarmasını istiyor. Eğer o hayvanlardan biri öldüyse de, bağladığı taşın yükünü ömrünün sonuna kadar yüreğinde taşıyacağını söylüyor. Ve çocuk bu şekilde ilk kez vicdan kavramıyla da tanışmış oluyor. Aslında burada yaşanan durumu şu şekilde de analiz etmek mümkün. Freud'un meşhur analizi; id, ego ve super ego ile. Çocuk burada "id"i temsil ediyor. Bir insanın hayatla yeni tanışmaya başladığı ilk andan itibaren benliğinde olan; iç güdüleri üzerinden hareket etmesi ve ölümün suçluluğunu hissetmemesi buna iyi bir örnek. Usta ise burada kendisi egoyu temsil ederken; keşişliğin verdiği ahlaki yansıması ise super egoyu temsil ediyor. "İd"i vicdanla ve ahlaki kurallarla tanıştırıp, bundan suçluluk duymasını sağlaması ve bu yanlışı tekrarlamasına izin vermeme durumuyla açıklanabilir. Bu bakış açısıyla bakıldığında film bambaşka bir boyuta geçiyor diyebilirim. Aynı hisleri Tarkovsky'nin Stalker'nı izlerken de hissetmiştim. İki filmde hayatın sorgulanması üzerine yapılmış en başarılı sanat filmlerinden kesinlikle.
Yaz
Yaz mevsimi gelmesiyle birlikte bir kez daha açılıyor "hayat kapımız". Bu sefer çocuk büyümüş ve ergenlik çağına gelmiş bir şekilde karşılıyor bizleri. Bu mevsimin başlamısıyla birlikte de, hayatın başka bir yüzüyle tanışıyor; arzular. Manastıra bir anne; küçük keşişin yaşlarında olan kızını, ruhunun iyileşmesi için bırakıyor. Genç kız psikolojik bir bunalımın içinde olduğunu belli ediyor; bakışları çekingen ve sesini duymamız belli bir zamanı alıyor. İlerleyen dakikalarda küçük keşiş ile aralarında yaşanan bir aşka şahitlik ediyoruz. Yine "id" iş başına geçiyor. Bulunduğu konumunu göz ardı ederek; arzularına ve tutkularına hakim olamayan bir hale geliyor. Hatasının farkında olup; pişman olarak tanrısından özür dilese de, başladığı yere her şekilde geri dönüyor. Usta bu durumu çok geç farkediyor. Super egonun durumu geç fark etmesiyle birlikte, genç keşiş tamamiyle arzuları peşinden hareket etmeye başlıyor. Ustanın genç kızı manastırdan göndermesinin ardından kendisi de manastırı ve ustayı terkedip, kızın peşinden gidiyor yani arzularının. Ego/Super egosunu ardında bırakan bir insanın; gelecekte de "id"iyle birlikte hareket etmesine filmin ilerleyen dakikalarında yarattığı felakete yani diğer bir duygu olan şiddete evrilmesiyle şahitlik ediyoruz. Usta bu anlatınlanların özeti niteliğinde; sahiplenme duygusunun ardında yaratılacak olan şiddete dikkat çekiyor ve onu bu konuda uyarıyor. Ama aklıyla değil de tamamiyle duyguları ve arzularıyla hareket etmeye başlayan genç keşişin bir kulağından girip, diğerinden çıkıyor..
Sonbahar
Hayatın Sonbahar'ı; yapılan hataların izinde çekilecek cezaların ve vicdan azabının en büyük sembollerinden biri aslında. Burada da bizzat bunu görüyoruz zaten. Ustasını terkedip, sevdiği kadının peşinden giden genç keşişin; arzularını ve biriken öfkesinin esiri olarak karısını öldürdüğünü görüyoruz. Adeta canavarlaşan bu ruhunu azad etmek istercesine, polislerden kaçarak tekrar manastıra geliyor. İçinde yaşadığı derin öfke ve vicdan azabına açıkça tanık olmaya başlıyoruz. Tabiri caizse; yüreğinde ömrünün sonuna kadar hissedeceği o taşın ilk ağırlığını hissettiriyor bizlere. Hatta kendi canına kıymak istiyor ama bunu başaramıyor. Usta ona bir başkasının canına kıyabilirken, kendi canına sıra gelince bunu başaramadığını söylüyor. Karşımızdaki insanın canına duyulmayan saygının bir demeci niteliğinde, insanlığın kısa bir özetini yapıyor bizlere. Kalbindeki taşın ağırlığına dayanamayan ve öfkesinin kölesi haline gelen genç, tekrar saçlarını kazıyarak; eski günlerdeki gibi hayattan kendini soyutlayarak keşiş olmak istiyor. Onun bu ruhsal çırpınışlarını gören usta, öfkesini yenmesi için yerlere bazı isimler yazıyor. Ondan bu isimlerin üstlerini kazıyarak; öfkesini bir insan üstünde değil de sembolleştirdiği isimlerin üzerini kazıyarak atmasını istiyor. Onu yakalamaya gelen polisler bile sabaha kadar onun bu vicdan azabının bir yansıması olan bu ritüelinin bitmesini bekliyorlar. Polisler demişken; polislerin silahlarının devamlı olarak filmde gösterilmesi ise; dış dünyanın yarattığı şiddet ortamını temsil ediyor adeta. O küçük manastıra asla yakışmayan şiddeti..Sabah olduğunda ise öfkesini ardında bırakmaya başlarken, kalbinde büyüyen taşın ağırlığıyla birlikte hapise giriyor. Usta ona hayatın ve "erkek" olmanın getirdiği bu süreci tanımasının onun hayatını getirdiği bu halini sorgulatıyor. Aslında filmin tam bu noktasında; ataerkil düzene karşı bir eleştiri yaptığını görüyoruz yönetmenin. Ataerkil dünyanın getirdiği; "erkeklik" kavramının, şiddetle özdeştirilmesine karşı yapılan bir atıf niteliğinde. Hayatına giren kadını sahiplenme iç güdüsü, onun canını almasına kadar giden bir süreci gözler önüne seriyor. Ataerkil dünyanın yarattığı ve "erkek" kimliğinin üzerine yıktığı bu şiddet karanlığının; çocukluktan beri beyinlere kazınan ve hayatın her anında üstümüze yıkmak istediği bu toplumsal cinsiyet olgusunun, kısa bir özetini sunuyor bizlere yönetmen Kim Ki-duk..Zamanın geçmesiyle birlikte ustanın da yaşam döngüsünün sonuna geldiğini görüyoruz. İd tam anlamıyla egosunu kaybediyor ve hayatla başbaşa kalıyor. Usta bir dini ritüel olarak kayığının üstünde kendini yakarak ruhunu teslim ediyor. Ve burada bir yaşamın bitmesine tanıklık ederken, diğer bir yaşamın başlangıcına yöneliyoruz. Hayatın karşımıza çıkardığı karma etkisine.
Kış
Hayatın başlaması sadece doğumla olacak bir şey değil bana göre. Yapılan hatalardan her çıkarılan dersin sonunda açılan yeni bir sayfa; hayatın yeniden başlamasıdır kesinlikle. Yine yaşamın bir kapısı daha aralanıyor ve bu sefer bizleri bembeyaz karlarla örtülmüş muhteşem bir doğa karşılıyor. Bu bembeyaz doğa bizlere adeta hayata açılmış tertemiz bir sayfayı temsil ediyor. Yıllar sonra hapisten çıkıp, manastıra dönen keşişle karşılaşıyoruz tekrar. Yaptıklarının pişmanlığı ve kalbini ele geçiren taşın verdiği vicdan ağırlığı ile yüzleşmek istiyor. Beline bağladığı kaya parçasıyla, eline aldığı budasıyla birlikte bir dağın tepesine doğru yolculuğa çıkıyor. Burada artık egosunun kendi benliğinde varolduğunu görüyoruz. Çünkü beline taşı ustasının zoruyla değil, kendi öz iradesiyle bağlıyor. Elinde taşıdığı buda ise super egosunu temsil ediyor. Dini ve ahlaki yükümlülüklerini yüklüyor adeta onun üstüne. Kendi vicdanı ve insanlığında hissettiği suçu; taş metaforuyla, dini yükümlülüğünün altında ezilmesinin ardında yatan suçluluk duygusu da buda heykeli ile özdeşmiş diyebiliriz. Büyük zorluklarla dağın tepesine, kendi ruhunun da nirvanasına ulaşmayı başarıyor. Yaşadığı bu hissel arınmaya tanrısını da dahil etmesiyle; aslında küçük bir günah çıkarma ayinini de izliyoruz diyebiliriz.
Ve tekrar İlkbahar..
Manastıra geri döndüğünde yüzüne mor şal bağlamış, elinde bebeğini sıkıca tutan bir kadın karşılıyor onu. Bebeğini manastıra bırakmaya karar veren bu kadının yüzünü göremiyoruz. Bağladığı şalı; suçluluk ve utancın bir metaforu olarak değerlendirebiliriz. Bebeğini bırakmasıyla birlikte hayatın bir karmasına şahit oluyoruz. Küçük keşiş birden ustaya dönüşüp; yanında yeni bir keşişi yetiştirme serüvenine başlıyor. Adeta ustasının ruhunu reerkarna edilmişçesine; çocuğa hayatı öğretmeye başlıyor. Yani çıkardığı her bir dersi..Bir ilkbaharın gelişiyle yine yeni bir hayatın yeşermesine tanıklık ediyoruz. O çocuğun yaşadığı hayatın mevsimlerini görmüyoruz fakat yaşayacaklarını hissederek filme veda ediyoruz.
Film içinde dikkatimi çeken bir sembolizmden daha bahsetmek istiyorum. Filmin her mevsiminde bizleri başka bir hayvanın karşılaması aslında verilen en büyük ipuçlarından biri. İlk İlkbahar'da yavru köpeğin temsil ettiği masumluk hissi. Küçük çocuğun ölümle tanışmasıyla birlikte sahneyi terkediyor. Yaz mevsimine geçildiğinde ise kullanılan horoz metaforu; "erkeklik" ve "ataerkil" düzenin bir yansımasını sunuyor bizlere. Ustasını terketmesiyle birlikte bu sefer beyaz bir kedi sahnede yerini alıyor. Yalnızlığın, bilgeliğin ve terkedilmenin ardında yatan nankörlüğü temsil ediyor adeta. En son kış mevsiminde manastırın içinde bir yılan karşılıyor bizleri. Ölümün verdiği soğukluk ve vicdan azabının verdiği yükü temsil edercesine.
Spring, Summer, Fall, Winter..and Spring; üstüne konuşuldukça daha da anlamlaşan bir film. Yönetmen Kim Ki-duk'un küçük keşişin olgunluk halini canlandırması ise filmin en unutulmaz ayrıntılarından biriydi kesinlikle. İnsanın çocukluğundan, yaşlılığına kadar tanıştığı arzuları ve duyguları kontrol etmenin önemini bir kez daha anlatıyor adeta ders niteliğinde olan bu film. İnsan filmi izlerken; bütün dünyadan uzaklaşıp, gölün ortasında bu manastırda yaşamayı hayal ediyor sessizce. Herkesin ustasının aslında kendi aklında olduğu, "id"ini yenebilecek seviyede bir egoya sahip olduğumuzu da hatırlatıyor bizlere. "İd"in verdiği göz doyumsuzluğunun yarattığı acının; bir ömür boyu kalpte taşınacağını da aynı şekilde...
Bu incelememi usta yönetmen Kim Ki-duk'u bir kez daha saygıyla anarak bitirmek istiyorum. Sinemanın sonsuzluğunda; ölümsüzlüğünü ilan eden bir usta olarak anılacak her zaman. Huzur içinde uyu❤
Hoşça kalın!
Ki-Duk’u izlerken yalnız olduğumu sanardım, değilmişim. Yüreğinize sağlık.